31 Ağustos 2009 Pazartesi

Tren

Telefonun saatini kurmuştum, bu aralar saçmalıyor zaten, geç çaldı. Koşturarak çıktık otelden. Ananas ve 2 adet elmadan oluşan sefer tasını da askıda unuttuk. Bari veletlere bıraksaymışım. Kızıl saçlı otel müdürünü, çayını içip meyveleri yerken “keşke hep böyle saflar gelse” derken hayal edebiliyorum. Sağlık olsun., kendi düşen ağlamaz.
Treni buldum, vagonu buldum, kompartmana benzeyen yeri buldum. İki tarafına üçer tane açılır kapanır yatakvari şeyler var. Gündüz ortadakini kapatıp koltuk gibi yapıyorlar. Gece vakti ise insanlar yatakları açıp uyuyorlar. Benimkisi en üsttekiydi. Klostrofobisi olanlara kesinlikle tavsiye etmiyorum. Gündüz koltuk şeklinde seyahat ettik. 3. sınıf vagonların tahta koltuklarına göre biraz daha iyi bir yerdeyim, ama iki saat sonra tahta gibi oldu zaten bizim koltuk. Sırt baş tutulmaya başladı. Başta fazla insan da yoktu. Arada kalabalıklaştı, sonra boşaldı. Yanlış trene bilet aldığımı geç anladım. Daha çok kısa mesafeler giden insanlar için bu tren. Bu seferki de Pamukkale otobüsleri gibi her yerde durdu. Ama asıl eğlence Delhi’den sonra başladı. Mumbai’a devam eden tren, sefertasları ellerinde olan (zaten sonrasında yemek de ellerinde) arkadaşlarla doldu. Yemekler yendi, yataklar açıldı, ışıklar söndü. Klimasız vagon, tavanda üç pervane, ama faydasız. Yol uzadıkça uzadı, adeta bitmedi. Tren de devam ettiği için uyanık kalmak lazım. Mumbai’da uyanmak istemem. Çantayı da kolluyorum bir yandan. Kilitledik ama nemelazım. Yolcu profili de tam anlamıyla elit kesim sayılmaz.
16 saatin ardından vardım Agra İstasyonu’na. Sırtlandık çantayı, saat de sabah 01:00. Etrafta maymunlar koşturuyor. Bir töbe estağfirullah daha çektim. Bulduk bir moto rikşa, genç arkadaş bir de rehberlik yapıyor, istemişim gibi. Orası postane, burası pastane… 16 saatten sonra duyacak halim var sanki. Gittik Taj Ganj bölgesine (ucuz bölge), oteller kilidi vurmuş. Rikşacı genç tilki de komisyon peşinde. Git diyorum, tamam diyor. Kapı açılınca nerden peyda olduğunu anlamadan çıkıyor ortaya, otelciye birşeyler söylüyor. 3-4 yerden sonra artık bir yere tamam dedim. İstediğim ucuzlukta bir yer yine bulamadım. Tilki de kaptı mı komisyonu anlayamadım. Sıkı bir duş yapıp dezenfekte oldum (trenin temizliğiile ilgili bilgi vermeyi reddediyorum). Yattım uyudum. Ama uyumadan önce överek bitiremediğim Hindistan Demiryolu ile fikirlerim biraz nötrlendi sanki. Hata bende, ne kadar ekmek - o kadar köfte. Erken davranıp düzgün yerden bilet almak lazım bir dahaki sefere.
Agra’da ilk gün keşif ve istirahatle geçecek. Taj Mahal’i ziyareti bir sonraki gün erken saatlere bıraktım. Bugün otelin çatısından bakarım biraz (eveeet, çatısı Taj Mahal manzaralı otelimin:))…

Amritsar

Dünya seyahatimi yapıyoruz uzun dönem askerlik mi belli değil. 06:00’da kalktık yine, toparlanıp tren istasyonuna yürüdüm. Tren geldi, klimalı vagondan yer ayırttığım için gönlüm rahattı. Bindik, yerimizi bulduk, çantayı üst rafa koyduk. Hareket ettik, ama klimalı tren diye aldığımız vagon mezbaha çıktı. Taze ete +4 derece uygun görmüşler. Termokin çalıştırıyorlar sanki (Hasan Bey’e selamlar:)). Biz de güç bela uzanıp yağmurluğu aldık. Ama Çantayı fazla ileri itmişiz. Dört tanesine 10 rupi sayıp kahvaltılık aldığım muzlar erişim alanının dışında kaldı. Tren de kalabalık. Aç kaldım diye içlendim biraz. Yarım saat sonra kavruk bir çocuk bişeyler dağıtınca sevindim. Baktım poşet çay, iki de kraker, kahvaltı buldum daha da sevindim, hemen yuttum. Bir saat sonra ödediğim bilet parasının her kuruşunu helal etmeme sebep olan yemek ikramı da başlayınca yüzüm biraz daha güldü. Ulusoy’un Marmaris otobüslerinin yedide bir fiyatına daha iyi servis. Sonra çay bile geldi. Helal sana Hindistan Demiryolları!
Kuzeye çıkınca hava biraz serinler diye düşünmüştüm. Trenden inince böyle saçma sapan düşünceleri basit coğrafya bilgime güvenerek üretmemem gerektiğini bir daha anladım. Şehre gidip 7-8 tane oteli çantalarla gezince de feleğimi şaşırdım. İnsan evladı böyle terleyemez. Amritrar’da bulduğum en ucuz otele yerleştim sonunda.
Buranın görülmesi gereken yeri “Golden Temple”, Altın Tapınak. Sikhizm’in en haşmetli tapınağı burası. Bu inanç ise sistemi 15. yüzyılda Guru Nanak tarafından kurulmuş. Tek tanrıya, aynı zamanda yeniden doğuş ve karmaya inanıyorlar. Kast sistemini reddedip herkese karşı eşit yaklaşıyorlar. Bu tapınak aynı zamanda Hilal-ı Ahmer gibi çalışıyor. Turistler dahil olmak üzere gelenlere ücretsiz yatacak yer (denemedim sanmayın, bizden hızlıları doldurmuş burayı. Oysa ne muhteşem olurdu tapınakta kalabilmek), yemek ve su servisi var. Gönüllüler fabrikasyon mutfakta, serviste ve diğer her yerde harıl harıl çalışıyor. Ve yemekleri de oldukça leziz.
Tapınağa girerken kafanızı örtmeniz şart. Ben de turuncu bir bandana edindim. Ayakkabıları bovling salonlarında bıraktığınız gibi devasa ayakkabı servisine bırakıyorsunuz. Kapıda ufak havuzlardan geçip ayakları da temizliyorsunuz. İçeri alkol, tütün ürünleri kesinlikle alınmıyor. İşlemleri ve soruları atlatıp girince kocaman avlu gibi bir yere çıkıyorsunuz. Ortada devasa bir havuz ve ortasında da adacık ya da gemicik gibi duran Tapınağı görüyorsunuz. İlahiler sürekli, oldukça sesli bir şekilde yayınlanıyor. Ben önce kasetten sandım, fakat tapınağa girince rahiplerin canlı seslendirdiklerini görüp şaşırdım. Umuyorum bütün gün aynı rahipler değildir seslendirenler. Eğer öyleyse, vakt-i zamanında Haluk Levent mi denemişti en uzun konser rekorunu, halt etmiş. Ama o kadar dingin bir müzik ki anlatamam. Havuzun etrafında ki çok geniş mermer alanda, uyuyanlar, ibadet edenler, yürüyenler insana huzur veriyor. Kimileri havuza giriyor, ve sanırım arınıyorlar. Oturdukça sıkılacağınıza, daha çok oturasınız geliyor. Çok da cana yakın insanlar. Bu gavurun kutsal mekanımızda ne işi var demiyorlar, ufağı büyüğü gelip sempatik tavırlarla ülkenizi ve isimleri soruyorlar. Pek çoğuyla kısa kısa da olsa muhabbet ettim. Günün her saati farklı şekillerde parlayan tapınağın da fotoğraflarını çekmeye çalıştım. Hatta her sabah ve akşam tekrarlanan, kutsal kitabın taşınma ayinini seyretmek için gece bile geldim. Burası da gerçekten görülüp, yaşanmaya değer yerlerinden biri Hindistan’ın…
Amritsar’da ki ikinci günü ise sakin geçirdim. Tren biletimi almak istiyordum. Çünkü hem burada daha fazla kalmanın manası yok, hem de vakit az. Gittim ofise, burda öyle Delhi’de ki gibi turist bürosu da yok. Hem de Hindistan’ın çoğu yerindeki gibi, sıralar dikine değil, enine uzuyor. Bir iki omuz, geçtik tezgahın önüne. Jaipur’a da, Agra’ya da “sleeper” class dedikleri yerden yer var. Klimasız bu kompartmanların oldukça şenlikli olduğunu duymuştum. Yapacak bişey yok. Ben de Agra’ya aldım bileti. Oldukça ekonomik, ama aldıktan sonra 16 saat süreceğini biletten gördüm. Hindistan’ı yaşayacaksak bu kompartmanlarda er ya da geç yerimizi alacaktık. Gün yarınmış. Tabi bu biletle beraber almam gereken, çantayı trende sıkı sıkı bağlamaya yarayan zinciri de çarşıda sağlam bir tur atarak nalburdan aldım. Hatta eşşeği sağlam kazığa bağlamak için paradan kısmadım, 3,5 metrelik olanı seçtim. Sağlam üç tur çevirir, potansiyel hırsızı işlemine başlamadan psikolojik olarak çökertirim. Ne demişler: ne şeytanı gör, ne salavat getir.

Çarşıda da tanesi 5 rupiden patatesli ve sebzeli kızarmış börekçikvari şeylerden yedik. Yanına da süs biberi ve zencefil doğrattım. Biberler tatlı acı çıktı, yediklerimin tadını fazla anlamadım. Biraz hıçkırık, biraz gözyaşı, hepsini bitirdim vallaha. Çarşı dönüşü de kaybolup (sokaklar New York’ta ki gibi birbirini dik kesmiyor), alakasız bir yere çıktık beraber gezdiğim meksikalı arkadaşla. Aval aval geri yürürken baktık yolun karşısında davul dümbelek cümbüş var. Bakalım mı, bakalım. Sonradan düğün olduğunu öğrendik. Foto dedik, tamam dediler. Makineyi çıkarır çıkarmaz, Güliver’i de yıkan cüce ordusu çullandı üzerime. Az daha beni de yıkıyorlardı. Çektik veletlerin bir sürü fotoğrafını. Ama arkası kesilmiyor. Sonra büyükler biraz böğürdüler de sakinleştiler. Bu sefer de büyükler oturttu bir yere. İyi başlamıştık ama kaçamaz olduk. Biri kola tutuşturdu, biri şekerleme verdi, sonra bir teyze alnıma şans için kırmızı çizgiyi koydu (yarın trende lazım, iyi oldu). Ben de dalmışım düğünü seyrediyordum. Tren için biraz meyve almıştım, sevimli velete bir de muz verdim. Sevindi. Aradan on dakika geçti, veletler gülüşmeye başladı. Kafayı çevirdik napıyor sevimli ufaklıklar diye. Anaaa, Bizim muzlar uçmuş. Allahtan elmaları bırakmışlar. Sevimli suratlar bir anda iblisimsi gözüktü gözüme. Dedim “ne muzmuş arkadaş ya, bize trende muz yemek nasip değilmiş demek”. Potasyum açığımızı Agra’da gideririz artık. Aşırma olayına rağmen sevimli veletlerdi. Haklarını yemeyeyim.

Sonunda tren var, uyuyacağız ayağına kaçmayı başardık. İkramlar da zayıflamıştı zaten, ve gitme vakti gelmişti...
Geldim otele, yazıyı yazarken de hızla geçen varlığı kıstırıp inceledim. Beyaz bir kertenkele. Yapacak bir şey yok. Yatak vakti geldi, yarın sabah içtimasına yetişmem lazım...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Delhi, 2. Gün

İkinci sabah, ilk günün sersemliğinden arınmış bir şekilde uyandım. Sokak araları 1m genişlğinde olduğundan, otelden çıkınca 2 m olarak tam uzaklığını verebileceğim Everest Cafe’de kahvaltımı yapıp tren istasyonunun yolunu tuttum. Bu Delhi’de fazla kalmak akıl karı değil zaten. Hem de Ülke çok büyük olduğundan, fazla oyalanmadan göreceğimiz yerlere gitmek lazım. İstasyona varıp turistlerle ilgilenen kısma gittik, bir form veriyorlar, gideceğin yeri, pasaport bilgilerini falan yazıyorsun. Sonra da parayı bayılıp bileti alıyorsun. Ben de aldım. Klimalı yerden hemde. İlk hedef Agra idi ama Taj Mahal cumaları kapalıymış. Ben de Amritsar’a giderim diye düşündüm. Vakit kazanırım, hem de gidip Altın Tapınak’ı görürüm.
Bu işi de hallettikten sonra haritaya bakıp Jama Masjid’i bulmaya karar verdim. Oldukça büyük bir avluya sahipmiş ve Hindistan’ın en güzel camilerinden biriymiş. Amacım dini bir geziden çok bölgeyi (Eski Delhi) görmekti. İlerlerken gördüğüm tapınakvari yer çok ilgimi çekti. Turuncular içinde o kadar değişik insanlar vardı ki durmadan edemedim. Korkarak içeri girip giremeyeceğimi sordum. Gezebililirsin dediler. Fotağrafa hayır dedi önce biri. Ben de girip turlamaya başladım. En son arka tarafta dayanamayıp sordum, çekebilir miyim diye. Daha doğrusu işaret diliyle anlaştık, ve evet cevabını aldım. Makineyi çıkardık çıkarmasına ama ışığı gören geldi. Bizi de çek bizi de çek şeklinde gelişen olaylar silsilesi, kimseyi gücendirmemek için herkesi çekmeye çalışmamla devam etti. Tabi çektiklerimizi de gösterip tebessümleri ve kahkaları duyup görmek de muhteşemdi. Baya bir terletti beni bu tapınak ama uzun zamandır (belki de hiç) bu kadar insanın içine işleyen insan yüzü görmemiştim. Fotoğaflardan da görebileceğiniz üzere sanırım Hindistan mekanlardan ziyade insanların yeri. Bu tapınak ile ilgili biraz bakınmama rağmen fazla bilgi bulamadım. Ben de fazlasını merak ediyorum. Bulur bulmaz paylaşacağım… Ama muhteşem bir gündü, ve henüz bitmemişti…
Tapınak’tan çıkıp devam ettim. Biraz bakına bakına, biraz sora sora, sonra bir de dehşetengiz bir çarşının içinden geçerek, ve durmaya yakın ilerleyerek buldum camiyi. Ama pazar yeri de kayda değermiş. Dar sokaklar, benim kaldığım bölgeye göre daha yoğun insan trafiği. Küçük, acaip dükkanlar. Açıkta asılı etler, kafeste tavuklar, türlü türlü sebzeler, bulut halinde karasinekler, arabalarda taşınan her türlü malzeme. Başka bir çağ gibiydi bu çarşı…
Çarşıdan çıkmayı başarıp Jama MasJid’e geldim. 200 rupi giriş, saf gibi şortla gelince 50 rupi de peştemale verdik kapıda belimize saracaz diye. Minareye de çıkalım dedik, 100 rupi de bu tuttu. Hakkaten de 1 kuruş kalmadı cepte. Minarenin kapısında, zaten elimde taşıdığım sandaletlerin yasak olduğunu söyleyen takkeli bir çocuk çıktı karşıma. Sandaletleri bırakmak 20 rupi dedi. Son parayı minareye verdik genç dedim. Ben anlamam dedi, çıkamazsın. Dedim yok. 1 dolar da olur dedi. Dedim o da yok (vardı). Sonra bak dedim, biz din kardeşiyiz, müslümanım, yapma etme eyleme. Çantadaki suya gözü ilişti, vakit ramazan, dedim seferi seferi, travel too much. biraz daha zorlasa bir iki dua da okuyacaktım. Ama sonunda saldı bizi yukarı da 100 rupimiz yanmadı boşuna. Çıktık indik, 100 rupime değmezmiş. Sonra biraz daha dolaştım, hatta bir anda acaip sosyalleştim. Selamın Aleyküm deyip gülümsemek bütün kapıları açtı. Acaip ilgili ve sempatikti herkes. Fotoğraflara izin verdiler, adımı sordular, kısa kısa muhabbet ettiler. En şüphecisini bike sempatik ve dindar tavırlarımla tavladım. Muhteşem bir gün oldu. Hakkaten yorulmuştum, artık bir araca bineyim dedim. Hem de türlü türlü orjinal cihazlar var. Baktım ki Cami bizi soymuş soğana çevirmiş, beş kuruşsuz kaldığımı unutmuşum. Biz de salına salına yürüdük geldik. Biraz da internet, günü kapattık.
Yarın Amritsar’a devam ediyorum. Bakalım trenler güzelmiymiş…

Delhi, Hindistan (Ne içirdiniz lan bana?)

                                                 
Uçuş yaklaşık 5,5 saat sürdü. Pilot Delhi’de havanın 28 derece olduğunu söyleyince sevindim, hatta o kadar da sıcak değilmiş deyip tebessüm ettim, çünkü çok sıcak olacağını söylemişlerdi. Uçakta verilen yemeğin tuz ve biber hariç (onun da yarısını yemeklere serptim) hepsini tükettim. Hatta, Ürdün’den sonra normal şartlarda hazzetmediğim Red Label’dan bile bir kadeh içmekten geri kalmadım. Sayesinde iki saat de kestirdim…
İndik Delhi’ye, domuz gribi kontrolü, pasaport kontrol, kitaptan bir de otel adı salladık adres diye. Bavul da tek parça çıktı. Keyiflendim. Ta ki klimalı havaalanından çıkana kadar… Nem oranı takriben %99. Zor nefes alınıyor. Hafiften değişik bir kokusu da var burasının. Değişik bir yer. Nasıl gideceğim? Parası peşin ödenen taksi tuttum. Gidilecek yeri söyleyince ona göre bedelini peşin alıyor, bir de makbuz veriyor görevli. Taksici gezdirdi, arka yoldan getirdi derdi yok. Tabi gideceğin yeri biliyorsan… Ben bilmiyorum ya gerçi, bindik araca. Sonra baktım biri daha bindi, dedim uyanık, bizim istanbullu taksicilerin yağmurlu havada “sevaptır abi” deyip yaptığı gibi fazladan birini alıyor herhalde. Tam artistik yapayım dedim, vatandaş şöför çıktı. Sabahın altısında nerden hatırlayayım direksiyonun sağda olduğunu?
Benim gideceğim bölge Paharganj. Main Bazaar adlı sokağın etrafı backpackerların kaldığı ucuz otellerle dolu. Adam da bizi götürdü götürdü, sonra arabası istop etti. Dedi, zaten geldik. Ketenpereye gelmeyeyim diye inmedim beş dakka arabadan. Parasını alması için gereken makbuzu da cebimden çıkarmadım tabi. Adam aha burası diyip duruyor. Sonra havaalınında gördüğüm sırt çantalı üç genci o sokakta yürürken gördüm, ikna oldum, verdim makbuzu indim. Doğru caddeymiş.
Sabahın köründe burası da neresi diyerek, bir iki ineğin yanından geçip yürümeye başladım. Bir yere baktım, sarmadı, sonra baktım ellerinde Lonely Planet kitabıyla iki kız (İtalyanlarmış öğrendim hemen. Nerdesin be Yakup kardeşim???) da bir yer arıyor. Gittim günaydın dedim. Benim havalimanında sallayarak adresini verdiğim Hotel Downtown’ın önündeymişiz. Bakmaya karar verdik ama ayrı odalara. Yorgunluktan olsa gerek, oda oldukça makul gözüktü. Tuttum odayı Hem de yalan beyan etmemiş olmadık yerimizi, şans eseri de olsa.
Birkaç saat kestirdim odada, çok iyi geldi. Sonra kalktım, yağmur başlamış, o kadar rutubete sıcağa ne olacaksa başka… Ara sokaktan bizim Main Bazaar’a çıktım, ne göreyim: Mahmutpaşa x 4. Hem de arabası, rikşası, çamuru gibi ekstralarıyla. Sabah anlamamışız tabi. Töbe estafirullah deyiverdim kendi kendime…
İlk gün, kültür şoku yaşamak kaçınılmaz olduğu için sakin geçirdim. Biraz turladım ama bir yere varamadım. Zaten 500 m mesafeyi katetmek için gerçekten yarım saat gerekiyor bazen. Bir de her değişik manzaraya bakıyorsun. Ne gibi mi? Yollarda her duvar tuvalet. Yol E-5 gibi kalabalık, on kişi dizilmiş duvara işiyor. Zaten sandalet var ayakta, yaramız da yok allaha şükür. O yüzden zıplaya zıplaya bulaşmadan geçtik bir sürü yerden. Yol kenarında yatan insanların da sayısı belli değil. Bol sinekli gıda satıcıları da bir durdurup baktırıyor kendine. Ne satıyorlar acaba? Kıssadan hisse, burda ilerleyebilmek zormuş…
Trafiğe gelince, her insan, her araç birbirine bir milim farkla nasıl geçer gider, bu da mümkünmüş, gördüm bizzat. Bana hala bir çarpan olmadığına da şaşırıyorum. Korna konusunda ise -yolsuzluk raporlarında Nijerya gibi ülkelerin bizden beter olduğunu görüp “beteri de varmış” deriz ya- bizim elimize su dökecek bir millet varmış. Çoğu zaman gerekli ama bazen de el alışkanlığı kazanmış gibi boş yolda bile bir öttürüp geçiyorlar kornalarını. En sevdikleri de 20cm kala basmak kornaya. Şakacı adamlar vesselam. Benim otel allahtan hafif arada kalıyor, şanslı bir tercih yapmışım diyebilirim. Yoksa uyku yoktu gürültüden. İlk gün Fotoğraf makinesini bile çıkarmadım çantadan. Nemelazım Bir milyarlık ülkede makineyi kaptırmak? Zaten akşam oldu. Yiyeceğimiz yemeği yedik. Akşam bir de Bar buldum. Black Label (bu ucuz bira olanı) ısmarladım. Tadını hala kavramış değilim ama hafif kafa yaptı vallaha. Sonra da uzayıp geldim otele…

 












Amman'a son otobüs!


Son işlerimi halledip, alacaklarımı alıp, otele paramı verip çantayı sırtlandım. Havaalanı’nda kalan dinarlarla Starbucks’ta bir kahve, bir sandwich götürdüm. Malum, Hindistan’da aç kalacağız. Biraz ön hazırlık şart. Uçak’ta vaktinda sayılabilecek şekilde, az gecikmeyle kalktı. Asıl bomba ülkeyi yakında göreceğim sanırım. Okumakla, resimlerine bakmakla kavranabileceğini pek sanmadığım bir yer Hindistan. Yaşamak lazım…
Ürdün’e gelince; Sezar’ın hakkını Sezar’a verip, çok etkileyici yerleri olduğunu söylemem lazım. Ama bu ülkenin genel olarak üzerimde aşırı bir etki bıraktığını da söyleyemem. Belki de daha önce de söylediğim gibi, Ortadoğu bizden çok da farklı değil ve ummadığım şeyler görmedim. Yine de her görülen ülke gibi gördüğüme de memnunum. Belki hayatta yolum bir daha hiç düşmeyecek buralara, ama herşey kafamda…

25 Ağustos 2009 Salı

Ve Petra

Seyatatimi planlarken Amman’dan aktarma yapmam gerektiğini öğrenince, burada bir hafta da geçirmeye karar vermemin asıl sebebi Petra idi. Dünyanın yeni yedi harikasından biri olarak seçilen bu kente hakkını vermek lazım.
Petra’ya aslında Karak ziyaretinin hemen akabinde ilerlemeyi planlıyordum. Hatta bu uğurda sırt çantasını sırtlanıp, otele parasını ödeyip, geride kalanlarla helalleşip yola çıktım. Ama Karak’tan aşağıya sırtımda çantayla yürüyerek güç bela otobüslerin oraya varınca (Cuma ve ramazanın ilk günü olması da pek yardımcı olmadı tabi), katil kılıklı korsan minibüs sahibi arabın absürd rakamlar istemesi planda ufak bir değişikliğe sebep oldu. Ben de aynı çantayla Amman otobüsüne tekrar atladım, otele dönüp hafif bir hayal kırıklığı ile “beni özlemişsinizdir” diyerek aynı oda, aynı yatağa kendimi attım. Ama biraz daha akıllanarak tabiki…
Bu sefer eşşeği sağlam kazığa bağlayıp lüks otobüs firması Jettbus’tan yer ayırrtım. Polonyalı bir çift arkadaşla sabahın kör karanlığında kalktık gittik. Tam tamına 6,75 Dinar ödeyerek biletleri aldık. Sonra servis minibüsünün arkasına çantaları sallapati atıp bindik servise. Minibüs bizi otogara götüreceğine şehirden ayrılınca otobüsümüzün bu olduğunu hemen kavradım. Bir süredir pek kahve içemiyorum sabahları; haliyle beyin belli bir saate kadar fonksiyonsuz oluyor sanırım.
Minibüsümüzün klimalı olması ve çöl güneşinin perdenin arkasından bile ışıması, beş buçukta ayağa dikilmiş bedene uykuyu tekrar getiriverdi. Az biraz boyun tutulmasıyla Petra’ya uyuyarak vardık. Tam Petra Antik Kenti’nin giriş kapısında indirdi otobüs bizi. Şöförümüz de günübirlik gelenlere saat tam beşte kalkacağını, kalanlardan sorumlu olmayacağını anons etti sağolsun.
Sonra yeni koğuşum için, indiğimiz yerden yokuşu takip ederek (Dikilitaş’ta yaşarken küfrediyordum ama Petra ve yokuşlarını görünce burnumda tüttü eski mahallem), 20 kg çanta ile 20 dakka da geri tırmandık. Oteli bulup istirahate geçtim. Zira ertesi gün hafif zorlu olacak gibiydi…
Petra yürüyüşü için erken kalkmak en iyisi. Biz de öyle yaptık. 05:30 kalkış, 05:45 yola çıkış, 06:00’da açılan gişeden 21 Dinarlık bileti alış (Yeni dünya harikası olunca fiyatlar baya zıplamış), ve giriş…
Onbeş dakikalık yürüyüş sonunda şehrin içine doğru yol alan ve 1,2 km uzunluğundaki kanyona daldık. Bu yol gerçekten etkileyici. Uyku mahmurluğu falan kalmadı zaten. Sağa sola bakarak yürürken kartpostalların gözdesi ve şehrin en etkileyici binası olan hazine binası aradan gözüktü. Meydana çıkıp görünce de büyülenmemek mümkün değil buradan. Koca bina kayalara oyulur mu arkadaş. Napmış bu adamlar??? Sabah erken olması ile sakindi ve doyasıya baktırttı kendine…
Ama yol bitmeyeceği için devam ettik. Aralardan derelerden giderken duvarlara oyulmuş şehri, tiyatrosu, sağdaki devasa kaya mezarlarına hayran hayran baktık. Bolca fotoğraf çekildi.
Tecrübe edenlerden taktik aldığımız için, “Monastery” denilen en tepede ve en uzakta, ve de ziyadesiyle büyük olan kiliseye doğru yollandık. Hakkaten de erken saatte çıkmakta yarar varmış. Ne merdivenmiş, ne tepeymiş yahu. Keşke bedevilerin “you want donkey sir?” sorularına pozitif cevap verip binseymişiz eşeğe. Gerçi sonra üzerinde insanlarla uçurumun kenarında nasıl yürüdüklerini görünce bu fikrim hemen nötrlendi. Bir saati aşkın tırmandıktan, yolda hergün oralara nasıl tırmandıklarını hala anlayamadığım bedevilerin incik boncuk tezgahlarının yanından bir şey almadan süzüldükten sonra, hedefe ulaştık. Burası da oldukça büyüleyici bir yapı tabiki. Dağın en tepesine 45m yüksekliğe, 50 m genişliğe sahip bir bina oyulunca, siz de görmek için tırmanıp çıkınca, ve de burayı görünce yorgunluk falan kalmıyor. Dağın tepesinde çeşitli açılardan seyrediyoruz burayı. Düzlükteki 2-3 ayrı ufak tepeciğe de ayrıca tırmanıp hem muhteşem vadi manzarasını (Dünyanın sonu yazmış adamlar vallaha), hem de muhteşem yapımızı sindirene kadar seyredip biraz da soluklanıyoruz… Foto faslı ve geri dönüş başlıyor.
Zor kısmı bitti diye düşündüm o aralar. Ne gaflet. Tepeye önce çıkalım diye yanından geçtiğimiz kaya mezarlarını ziyaret ettikten sonra en başta planlamadığımız tiyatronun arka tarafına da dolaşalım dedik. Sonra gitmişken şu meşhur aslanı bir de “tanrılar kurban istiyooor” dendikten sonra işlemin gerçekleştiği yer olan "Sacriface" ı de görelim dedik. Yolda gördüğümüz Fransızlar azcık dik dediler, tınmadım. Azcık dikmiş, öğlen tam oniki sıralarında başlayan tırmanış ve iniş 15:30 sularında son bulduğunda düz yolda sallanıyordum. Ağrı dağının yarısına çıkmış kadar oldum. Hayatımda bu kadar merdiven çıkmamıştım (basamakların yarısı da uçurum kenarı zaten). Adak yerine varıp tam tepesinde dikilirken birden bir bedevi kadın zıpladı çıktı. Kendisi de yaptığı aksiyonla düz orantılı şekilde korkunçtu. Bir fotoğraf gösterdi, çocuğuymuş galiba. Para mı istedi yoksa bir aşağıdaki tezgahtan alışveriş etmemizi mi, anlayamadım. Bedeviler da Mardinli midyeciler (inşallah odaları yoktur. Bir de özür yayımlamak istemem) gibi organize çalışıyorlar. Zaten korkudan sonra kendime gelene kadar kafa gitti, güzelim yerde bir foto çekmişim, sonra farkettim.
Sonra su da bittiği için tuz yalamış keçi gibi indik aşağıya. Biraz da abartayım Evliya Çelebi gibi, 10000 basamak inerek indik. Düz yol bile yokuş oldu sonrasında. Sabah sekerek geldiğim yollar uzadı da uzadı. Petra’da harcadığımız 9 saatin tam tamına 8’i yürüyerek geçti. Sandaletler ayakları kesti, ben de kendime terlik istirahati verdim. İki gündür terlikle geziyorum. Şehirden çıkarken bir daha gelebilecek miyim diyerek iç geçirdim… Gerçekten yeni harika olmayı hakediyormuş, Ürdün’de vakit geçirme fikrim de boşa çıkmamış oldu böylece. Otele nasıl vardık bilmiyorum, varınca yalaktan içercesine suya dayandım. Açık büfenin yarısını yedim akşam olunca. Gece de güzel bir uyku çektim. İki günlük tavsiye edilen programı bir günde yapınca böyle oluyormuş...
Ama yol biter mi, sabah kalkış 06:30, üçkağıtçı şöförle iki teker üzerinde Amman’a yola çıkış 07:30, virajlara iki teker girdiğimiz için üç saat sonra aynı otele varış. Yine aynı oda, yine aynı yatak. Sanki kombinesini almışım gibi:) İşte bugünü de böyle yedik. Yarın akşam yol var yine: Hindistan!!! Bakalım orası ne getirecek…

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Karak

Öncelikle şunu belirterek başlamalıyım ki Karak’la ilgili gözlemlerimi yazmayı yoğun programdan ötürü Petra ziyaretinin sonrasına bıraktım. Petra’yı gördükten sonra da Karak ile o kadar uzun uzadıya yazmanın gerekli olmadığına karar verdim…
Karak Amman’ın 1,5 saat güneyinde yer alan bir şehir. Zaten Şehir de Karak Kale’sinin etrafında yer alıyor. Kale haçlılar tarafından inşa edilmiş, kuş yuvası gibi tepenin en tepesinde yer alıyor. Bütün vadiye hakim ve oldukça korunaklı. Vadi manzarası etkileyici. Fotoğraflardan da görebilirsiniz zaten…
Ahırları, zindanları, enterasan mutfağı ve oldukça geniş yapısıyla oldukça ilginç bir yer.Yer yer hasarlı olsa da genel yapısı itibarıyla bütünlüğü korumuş. Ben kendi adıma beğendim ama buraya bir gün harcamaktansa farklı bir yerler görülebilirmiş gibi hissetmedim de değil hani…

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Jerash (Gerasa da eski ismi)

Sabah makul bir saatte kalktıktan sonra aynı zengin kahvaltıyı yapıp Polonyalı dostlarla Taksi savaşımıza hazırlandık. Arap taksici kardeşlerimizin dayanaksız ama sözbirliği yapmışçasına belirlediği “1 dinar each” tarifesini delmek için mücadeleyi edip, taksimetreli taksiyi bulduk. Rehber kitabın yanlış yönlendirmesiyle yanlış otogara gidip bir taksiye daha bindik. Sonuçta otobüse de kelle başı bir dinar, ve bir saat sonra Cerash’tayız. Ama buna on dakika sonra kalkıyor dedikleri şahane mercedes 303'ün içindeki 1,5 saat bekleme süresi dahil değil.
Jerash oldukça iyi durumda, ayakta kalmış antik bir Roma kenti. Bundan ötürü girişte 8 dinarı alıyorlar adamlar zaten. Daha önce bahsettiğim araba yarışlarının seyri de 12 dinarmış. Ben hemen birkaç beleştepe gözlemledim tabiki. Gerçi daha sonra şehri gezmesi uzunca sürdüğü için yarışı kaçırdık. Beleştepeye de ihtiyaç kalmadı.
Şehir oldukça güzel ve oldukça da geniş bir alana yayılmış. Sindire sindire dolaşması temiz bir 3,5 – 4 saat alıyor. Sabah beşte kalkmayıp benim gibi gezmeyi çöl güneşinin tepe noktasının tam altına denk getirirseniz, içinde olduğunuz kenti de yaşadığınız çağı da karıştırırsınız. Üzerine bir de güneş kremini otelde bırakırsanız, halihazırda yanmış bedenin kollarına ve ensesine 2. katı da atarsınız.
Ağlamak olmaz, kendi düşen de ağlamaz zaten. Bu yüzden şehre devam edelim. Daha önce Amman için bahsettiğim durum burası için de geçerli. Evler nerdeyse antik kentin içine kadar girmiş. Yapılaşma de zaten buranın etrafına doğru genişliyor. Antik kentin girişinde çok güzel ve devasa bir kapısı, solunda hipodromu, içinde de ikişer adet tapınak ve tiyatrosu, hamam ve forumuyla oldukça görülesi bir yer. Yakın Doğu’nun en iyi korunmuş ve en önemli Roma kenti olduğu kabul ediliyor. Bazı yerlerinde yürürken moziklerin üzerinde yürüdüğümüzü farkettik. Ekstra bir korumaya da ihtiyaç duyulmamış sanırım. Mozaikler de kayda değerdi bence. Tiyatrosunda tulum ve davul çalan yerel kıyafetler giyinmiş iki de arap abi vardı. Müzik eşliğinde zıplayan turist grubu da çok eğleniyordu. Fazla bir bahşiş atanını da görmedim. Eğlenirken iyi, parayı vermeye gelince Şükran de kaç. Olmaaz. Biz dans etmediğimiz için vicdan muhasebesi yapmadan sıvıştık. Genişten ve ağırdan aldığımız şehir turunu bitirip Amman’a geri dönmeyi becerdik.
Yolda tanıştığımız İrlandalı arkadaşımızdan (girebilir miyiz acaba diye bir arkadaşıyla Irak sınırına dayanmış, girip 2 gün de orda takılmış ilginç bir şahsiyet) tıkınacak yeni yerlerin de tariflerini aldık. Yemeklerimizi yiyip bedava çay için otelimize döndük. Bir sonraki güne de haçlıların inşa ettiği Karak kalesini ziyaret planladım...

Amman, Ürdün

(Öncelikle gecikmeli post için üzgünüm! Bol koşturmaca ve İstanbul Cafelerindeki internet konforunu yakalayamama sebeplerinden ötürü anca vakit bulabildim:)
Haliyle sabah uyandım. Kahvaltı da var. Koştum aşağıya. Zengin büfeden bir adet haşlanmış yumurta, bir adet krem peynir, biraz reçel (ne reçeli hala anlamadım), bolca lavaş aldım. Mide bayram etti.
Sonra biraz sordum soruşturdum, nereye gidilir. Kitaba da baktık. Görecek yerler biraz sınırlı çıktı. Bizim otelin arkasında ki tepenin tepesinde kale, tapınak, kilise var antik. Ben de oraya tırmanayım dedim. Keşke haritaya baksaymışım, sanırım ters taraftan sağlam bir daire çizerek dolaştım da vardım. Kapıda 2 Ürdün Dinarını verdik girdik. Ege’yi gezen birisi için fazla bir şey ifade edecek bir yer değil belki ama Amman atraksiyonlarının başında gelen yeri de görmüş olduk. Bir de küçük müze var. Birkaç odacıktan oluşan müzecik daha doğru. Orda biraz bakınıp gölgeden faydalandım. Sonra çıktım.
Amman’ı biraz tepeden seyrettim. Sarı bir şehir. Hatta baya sarı. Bizde sık rastlanan cinsten devasa bir bayrak direği kondurmuşlar. Hafif hafif dalgalanıyordu bayrakları. Tepelere de bol miktarda ev kondurmuşlar. Renklerinin standart sarılığı dışında tepelerdeki yapılaşma İstanbul’un pek çok yerindeki yapılaşmadan farklı değil aslında. Bizde de sık rastlanan köylülerin antik kent taşlarını kullanıp kendilerine bir yuva kurma azmi ve becerisi bu antik tepenin etrafında da kendini göstermiş. Ortadoğu’yu çok sık ziyaret ettiğim söylenemez, o yüzden fazla bir şey söylememek lazım belki de. Zira diğer gezginler (ki ipini koparan ortadoğuya gelmiş gibi. Japon’u, Korelisi, Polonyalısı, Fransızı, bir de ben…) Amman’ı diğer ortadoğu kentlerine kıyasla övgüye değer bulduklarını belirttiler. Bugün tepede bir bar bulup 2,5 Dinar ödeyip (evlat acısı gibi, rakama bak, o da happy hour) bir bira atınca benim kanım da biraz daha kaynadı bu şehre. Kaos hakim olsa da yine de enterarasan yanları yok değil…
Sırada “Cerash” var. Kuzeyde oldukça iyi korunmuş olduğu söylenen/yazılan Antik Roma Kenti. Hatta Ben-Hur abimizin anısı canlandırılırcasına atlı savaş arabası yarışları bile yapılıyormuş belli saatlerde. Göreceğiz…

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Son Resim / İlk Resim ve Yolculuk

İstanbul’da ki son resmim biraz kurbanlık koyun gibi oldu sanırım. Ama insan azcık da heyecanlanıyor yahu. Sabah kalkıp son kontrolleri yapıp, çantayı sırtlandık. Pek de hafif olmamış namussuz. Güya az eşya aldık yanımıza.
Tabi ki Kadıköy’den kalkan deniz otobüsünü kaçırdım (bu sefer ben de kabahat yok anne, çalışma varmış. Hatta taksici beni Bostancı’ya götürürken Kadıköy’de CHP kazandığı için AKP’nin bu işleri bilinçli yaptığını söyledi). Sonuçta vakitlice vardım havaalanına.
Enterasan bir grup olan Umre yolcuları ile uçağa doluştuk. Gerek yok diye bir kıytırık saat almamıştım. Bundan ötürü tam ne kadar uçtuk bilemiyorum. Sonra da çölün ortasına iniverdik. Kapıda 10 Ürdün Dinarı’na vizemizi aldık (10 Euro’ya tekabül ediyor). Sonra “other nationalities” yazan öbür sıraya girdim. Boşuna beklemişim, adam almışın vizeyi, geçsene dedi. Geçtik çıktık.
Memleketimizin en çok sevdiğim (!) meslek grubu olan taksicilerin buradaki meslektaşları da “where you go my friend” dediler. Buranın Havaş’ının yerini önceden öğrendiğimden, istifimi bozmadan yürüdüm. Ve buldum da! 3 Dinarı da oraya verdik, bileti aldık. Çantamı yanıma alacağım beyefendi, içinde kırılacak var demeye çalışırken görevli ayı “memnu, memnu” dedi, aldı bizim çantayı fırlattı. Aşk-ı Memnu’yu okumuştum. Ama “yassak hemşerimi” anladığımda çantam bagajdaydı vallaha. Kesin yassak da değildir ama kaderime razı oldum. Malzemeler hala sağlam ama.
Salimen otogara da vardım. Tabi taksiciler hazır asker. En son birisi nereye dedi, dedim “downtown, ama yürüyeceğim!”. Dedi “20 km’s, you are crazy”. Sallıyordur dedim yürümeye devam ettim. Sonra baktım polis abiler var, sigara tellendiriyorlar, hemen çaktım bir Selamın Aleyküm, bir de sigara uzatttım. Almadı, ama giden otobüsü gösterdi. Orda da dedik derdimizi, beş dakkalık konuşmadan sonra doğru otobüs olduğunu söylediler.Velhasıl, 20 km kadar gittikten sonra (Şaka, şaka ,o kadar uzak değil aslında ama trafik burda da güzel) Mahmutpaşa’da ki hanlara benzeyen Hotel Mansour’u da buldum. Girdik, iki deliyürek künefeye çökmüşlerdi. Beklerken Hostelin tek beleş şeyi olan çaydan bir fincan götürdüm.Gittim odaya. Sonra. Yorulmuşum. Sonra da yattım uyudum…

18 Ağustos 2009 Salı

İlk Hedef

Öncelikle duygu yüklü ve uzun teşekkür yazımla şaşırttığım macerasever izleyicilerden özür dilerim:) Ama ne yapayım, Feneryolu’nda, kanepe üzerinde, sabahın köründe, yanımda şizofren kedi Totoro ile henüz gidemediğim dünyadan, henüz yaşanmamış maceraları yazamazdım. O yüzden bir iki gün sabredin de öğleden sonra uçağa binip ilk hedefim Ürdün’e gideyim.
Evet, ilk gideceğim ülke Ürdün. Aslında ilk planımda yer almamasına rağmen, aktarma yaparken her halükarda uğrayarak geçmek zorunda olduğum Ürdün’de neden bir hafta kalmayayım ki dedim kendime.
Meşhur Petra’yı da görmek fena olmazdı hani. E biz de görürüz dedik!
Velhasıl, macera bugün başlıyor.
Bir daha ki post uzaklardan olacak umuyorum…

Teşekkürler

İlk teşekkürümüzü zaten etmiştik Ama teşekkürlerin devamı da var:

- Öncelikle, kariyer basamaklarından zıplayarak çıkıyor gibi anlattığım iş hayatımın aslında benim sanrılarımdan oluştuğunu anlamalarından sonra, bir de Dünya Seyahati planını gerçekleştirme adımlarını atarak perçinlediğim deliliğime rağmen, beni her şekilde destekleyen anne ve babama teşekkür ederim… Baba, dönüşte söz veriyorum, Özgeçmiş’imi güncelleyerek Kariyer.net’e tez bir şekilde yükleyeceğim:) Zaten bu blog sitesi sayesinde kısa zamanda kurumsal bir firmada orta düzey yönetici olarak işe başlayacağımı tahmin ediyorum (P.S. Analitik çalışan bir kafam var. Dönüşümde anımsansın)…

- Uzun zamandır bu gezi zehrini kanıma hafif dozlarda, üfleyerek enjekte ederek ve hissettirmeden beni geri dönüşü olmayan noktaya getiren, hazırlık aşamalarında da beni yalnız bırakmayan Eda’ya. Benim gibi yakışıklı birini resmetmenin zorluklarını bilmesine rağmen risk alıp, blog sitemdeki resimlerinde, beni olduğumdan çoz az bir sapmayla, daha az yakışıklı çizen Tansu’ya teşekkür ederim. Resimler gerçekten kral oldular…
Ayrıca, Eda&Tansu çifti, benim gibi birini evlerine alarak bir süre salonda kalmama izin vermişlerdir. Tek kusurları şirret kedileri Totoro’dur. Benim “Ya ben ya kedi” dediğim sert çıkışımdan sonra “kedi” diyerek beni şaşırtmışlardır. Mecburen kaldım evde, ama Totoro’nun da kuyusunu kazdım, kendisini arsız-huysuz diyerek kötüledim sürekli. İftiralar attım, müfteri oldum. Sonuç: "Çamur at, izi kalsın". Bozcaada’ya sürdüyorum kendisini yakında!

- Sonraaa, sıkı kuralları yüzünden planlaması zor olan RoundTheWorld biletinin son halini alması, ve benim de bileti alabilmem konusunda vaktini ve yardımlarını esirgemeyen American Airlines çalışanı Çiğdem Hanım’a da teşekkürler. Gerçi Pasifik bölgesini plana nasıl dahil ettik anlamadım ama Paskalya Adası’nı da bir daha ne zaman görecektim ki. Önce Şili'ye gidip geri uçacağım ama Santiago'yla arası da dünya haritasında bir karış. Ne kadar uzak olabilir ki?

- Soğuk iklimlerde ceyran yapma riskini hesap edip, nezle olma ihtimalini minimize etme yönünde bana süper bir rüzgarlık-mont hediye eden Baran Abi’me de teşekkürler. Ama verdiği fikirler ve anlattığı Brezilya hikayeleri eğlencenin ceyrandan biraz daha fazla olabileceği izlenimi yarattı bende.

- Çok sevdiğim Hafif Batı Müziği’nden uzak coğrafyalarda mahrum kalmamı istemeyen ve 35 gramlık bir müzikçalar takviyesi yapan Batu arkadaşıma da teşekkürler. Bu arada ipi ya da mandalı çıkmadı Batu. Nasıl taşıyacaz bunu? Sende mi aksesuar?

- Bu yolu yapmış olan Barış ve yapmakta olan Çağlayan arkadaşlar da bana tüyolar verdiler ve vermeye devam ediyorlar. Umarım devam ederler. Onlara da teşekkürler.

- Bu seferlik son teşekkür de 40 liralık Finansal belgeyi bana ücretsiz veren Garanti Bankası çalışanı Sibel Hanım’a. Maalesef şube detayı veremem, kendisini ifşa edip başını belaya sokmak istemem. Ama Asya’da iki fazladan gün kazandırdı bana kendisi…

Evveet. Oskar'a çevirdik işi. Ben arada unuturum. Şimdilik atladığımız dostlar varsa da zaman içinde teşekkür telafisi yapılacaktır. Müsterih olsunlar:)

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Güzergah

Doğuya doğru dönmeye karar verdikten sonra “Tam Tur” biletimi One World grubundan alma çalışmalarına başladım. Arada yapılan kural değişikleri ve direk sanılan bir uçuşun sürpriz bir şekilde aktarmalı çıkması, güzergahta bazı değişikliklere sebep oldu tabiki. Ama son hali sanırım süreçte yaşananlara rağmen olabileceğinin en iyisi oldu.
Olan da böyle oldu:
İstanbul - Ürdün – Hindistan - Tayland – Singapur – Japonya – Avustralya – Yeni Zelanda – Şili – Brezilya – Arjantin – Peru – Kolombiya – İspanya – İstanbul
Bu ülkelere uçuyorum fakat gezi sadece uçtuğum ülkelerle sınırlı olmayacak. Karayoluyla da geçiş yapacağım, gezeceğim komşu ülkeler olacak. Eh zaten, yolun bir kısmını da yola bırakalım. Bir alman gibi planlı olmakta çok bana göre bir şey değil zaten…

16 Ağustos 2009 Pazar

Girizgah

Yola çıkmaya kaldı iki gün. Biletimi (aslında biletlerimi. Bir koçan halinde, kitap kalınlığında.) aldım, eksiklerimi tamamladım, ya da en azından tamamladığımı düşünüyorum. Neler eksik, yolda anlarız.
Sıra geldi yapılması gerekeni yapmaya. Yani yola çıkıp hayalimi gerçekleştirmeye… Bu saçma sapan iş de nereden çıktı? “Hayalim” dediğimden anlaşılacağı üzere bir gece rüyaya yatıp da sabaha karar vermiş değilim. Lise yıllarından beri böyle bir seyahati hep düşündüm, sonra zaman zaman unuttum. Sonra ara ara ve dalga dalga tekrar geldi gitti. Son gelip kalması ise işimden ayrıldığım zamanın hemen akabine denk gelir. Bu sebeptendir ki bu seyahati gerçekleştirebilmeme dolaylı olarak vesile olan eski genel müdürüm Sayın Altan Sekmen’e de teşekkürü ayrıca borç bilirim (!)
Sonuç olarak seyahat kararını aldıktan sonra da planımı yaptım. Aşılarımı oldum. Rotamı çizdim. İhtiyacım olduğunu düşündüğüm gereçleri edindim. Bunların detaylarını da yeri geldikçe yazacağım.
Şu an için bildiğim tek şey zaman yaklaştıkça artan heyecanım. Umuyorum bu heyecan yolda artarak devam edecek, ben de bu heyecanın iştirak ettiği hikayeleri burada paylaşacağım…
Ne demişler: “At binenin, kılıç kuşananın”. Yola gitme vakti geldi. Siz de bana şans dileyin ki Amazon’da bir anacondanın midesinde son bulup Hürriyet’in arka sayfasında küçük bir haber olmayayım :)