28 Ekim 2009 Çarşamba

Vientiane

Buddha Park

Laos’un başkenti, şehir kavramına en yakın şehirdi bu ülkede gördüğüm. Mekong’un kıyısında, yarım milyondan az nüfusuyla, sakin ve sade bir şehir. Çok fazla özelliği olduğu söylenemez. Ama bir iki günlük ziyaret için de fena sayılmaz. Güzel cafeleri, kitapçıları, restoranları, marketleri burada bulmak mümkün. Güneyden kuzeye, kuzeyden güneye inenler için bir orta nokta aynı zamanda. Daha çok atlama noktası olarak düşünülüyor burası. Pek çok yerde olduğu gibi, turistlerin yoğunlaştığı bölge şehir merkezi. Pek çok otel ve guesthouse bulmak mümkün. Ama Luang Prabang’da aldığınız hizmeti, o fiyatlara burada bulmak mümkün değil. Çok fazla yer dolaştım. Ama sonunda pencereli ve banyolu bir odayı 60,000 Kip’e (7$) ayarladım. Çok ucuz sayılmaz ama temiz ve ferah bir odaydı.

Akabinde biraz şehiri turladım. Bir adet Türk Restoranına denk gelip, ince belli bardaklarında çaylarını içtim. İsimlerini hatırlamasam da allah razı olsun. Yolda o kadar çok insanla tanışıyorsunuz ki, aynı insanlara defalarca isim sorduğunuz oluyor. Akşam olunca rakı var mı acaba diye bir daha uğradım. İki ayı geçti rakı içmediğim. Baya bir umutlanmıştım, fakat rakı yokmuş. Sağlık olsun dedim mecburen. Ben de gidip nehre karşı bir iki bira yuvarladım. Daha sonra öğrendim, burayı da bir amerikalı işletiyormuş. Laos’ta çok fazla mekan var yabancılar tarafından işletilen. Ülkenin resmi adı Lao People’s Democratic Republic, kısaca Lao PDR. Laoslu arkadaşların şöyle bir esprisi var: Lao PDR için: “Lao, Please Don’t Rush” diyorlar. Bu espri gerçeklere dayanıyor ama. Uydurulmuş bir şey değil. Kimsenin acelesi yok. Herşeyi ağırdan alıyorlar. Hindistan’da tuktukçular saldırırken, burada tuktukvari araçların arkasına astıkları hamaklarında sigara tellendirirken müşterileri bekliyorlar. Müsait misin gibilerinden yaklaşınca da öfff gibilerinden bakıyorlar. Belki ülkenin bu rahatlığı buraya çekiyor bu yabancıları. Kimbilir? Pazarlık bile etmek zor bu ülkede. Şu fiyata olmaz mı diyorsun, adam olmaz deyip dönüp gidiyor. Sen de peki dayıcım, niye hemen sinirleniyorsun ki deyip, istediği parayı veriyorsun. Ama genel anlamda sevilesi insanlar. Benim çok kanım ısındı.

Şehre geri dönersek… Pha That Luang en önemli ulusal anıt. Altın renkli that (stupa), Budizmin ve Laos bağımsızlığının sembolü. Wat Si Saket, şehirdeki en eski tapınak. Bu tapınağın içindeki duvarların etrafında 300’den fazla Buda heykeli, ve duvarlardaki küçük oyuklarda 2000’den fazla gümüş ve seramik Buda figürü bulunmakta. Patuxai (zafer anıtı) ise Paris’tekini andıran büyük bir anıt / kapı. 1960’larda Amerika’nın havaalanı yapımında kullanmak üzere bağışladığı çimentoyla yapılmış. Bu sebepten ötürü (özellikle yabancılar), buraya dikine pist diye hitap ediyorlar. İkinci gün ise Xieng Khuan’a (Buddha Park), bir scooter kiralayarak gitmeye karar verdim. Şehrin 25 km dışında olduğu için, ve Nepal’den beri motora binemediğim için, bana çok mantıklı bir fikir gibi geldi. Altı dolar motora, iki dolar da benzine verdim. Kağıttan yapılmış kaskımı taktım (vallahi ağırlığı yoktu). Düştüm tozlu yollara. Sora sora buldum. 1950’lerde Luang Pu adlı kişi tarafından yapımı organize edilen Xieng Khuan (tam anlamı ruhlar şehri) pek çok Budist ve Hindu heykellerini barındırıyor. Sebebi ise bu enterasan kişinin Budist ve Hindu felsefesini harmanlamış olması. İrili ufaklı heykelleriyle gerçekten etkileyici bir yer (resimlerini flickr’da görebilirsiniz.). Güneşin altında kavrulup Buddha Park’ı gezdikten sonra, motora atlayıp şehre geri döndüm. Baktım çok fazla benzin artmış, ben de amaçsızca şehirde turlamaya başladım. O kadar para verdim benzin’e diye, sıkılsamda, sürmeye devam ettim. Gösterge kırmızıya yaklaşınca, götürdüm verdim motoru geri ve ehliyeti aldım. Evet, motoru kiralarken ehliyeti bırakmama müsaade ettiler. Pasaportu bırakmaktan iyidir diye düşündüm, ehliyeti verdim. Ehliyetsiz kullanmak mantıksız gelse de bu ülkede iki haneli yaşlarına basan herkes motor kullanabiliyor. Küçük yerlerde daha çok görüyorsunuz ama ülke genelinde çoluk çocuk doluşmuşlar motora, gezip duruyorlar. Ayakları yere yeten motora binebiliyor. Bence sakıncası yok. İçmedikleri sürece… Kuralları kim koyuyor ki sonuçta?

Son olarak, nehir kenarına kurulan akşam pazarı, günbatımını seyredip, bir iki bira içip, yemek yemek için güzel bir yer demek istiyorum. Ama çoğunlukla turistlere hitap ediyor gibi gözüktü bana. Canlı nehir balıkları, jumbo karidesler, kurbağalar (bunu denemedim) leğenlerin içinde, son bulacakları midenin sahiplerini masum masum bekliyorlar. Ben son akşam taze bir balık yedim. Bolca tuzlayıp ızgaraya attılar. Masaya gelince bak böyle yiyeceksin dedi abla, biraz ayıklar gibi yaptı. Benim ayıklamakla ilgili sorunum yok ki. Abla gidince daldım balığa ve gözü beyni derken balıktan geriye bir kılçıklar kaldı. Benden bu performansı beklemiyordu sanırım. Biraz şaşırdı tabağı görünce. Yemeğimi yemeye çalışırken sineklerin tanrısı oluverdim. Kara sinekler saldırdı masaya ve yemeklere. Hem kovaladım hem yemek yedim. Belki bir iki tane de yutmuşumdur arada ama balıkla beraber iyi gittiler.

Vientiane defterini bu yemekle kapattım. Çünkü yemekten sonra otobüsü yakalamam gerekiyordu. Yataklı otobüsten bilet almıştım güneydeki Pakse kentine gitmek için. Gara gittik, yataklı otobüse girdim. Bir yer gösterdiler. Oldukça basık. Burda nasıl rahat edeceğim derken yanıma bir kişi daha geldi. Meğer yataklar iki kişilikmiş. Klima çalışmıyor. İçerisi 50 derece. Sonra insanları öldürmemek için indirdiler. Başka bir otobüs gelecekmiş. Bekle bekle geldiği yok. Soruyorsun, bekle işte geliyor diyorlar. Laoslu dostlarımızın gerçekten hiç mi hiç acelesi yok. İki saat sonra yataksız otobüs geldi. Kelle başı 20,000 kip geri aldık otobüs değişikliğinden dolayı. Bindik. Bunun kliması da nasıl çalışıyor arkadaş. Herkes nesi varsa giydi üzerinde. Benim herşey bagajda. Titreye titreye 10 saat gittik, vardık Pakse’ye. Ama bunu otobüslerden şikayet ediyorum anlamında algılamayın lütfen, sadece tecrübeyi paylaşmak istedim. Güneyin daha sakin, daha ucuz, ve daha rahat olduğu söyleniyor. Umarım öyledir…

Dipnot: Derbi sonucunu iletenlere teşekkürler. 10 sene üstüste de yapılmaz ki bu…

20 Ekim 2009 Salı

Luang Prabang ve Vang Vieng


Sırt Çantamla şehri turladıktan sonra burasının güzelliğiyle doğru orantılı olacak şekilde pahalı olduğunu söylemek isterim. Ama yanlış anlaşılmasın, Laos için beklentilerimin biraz üstündeydi fiyatlar. Yiğidi öldür hakkını yeme, kaldığım otel 6$ idi gecelik. Önce biraz bıdı bıdı ettim para ile ilgili ama odayı görünce hemen sustum. Şu ana kadar kaldığım en güzel oteldi. Havlusu, örtüsü, bedava içecek suyu, tuvalet kağıdı, sıcak suyu, önünde balkonu ile verdiğim parayı haketti. Üstelik tertemizdi. Eminim benim iki katım para ödeyenler bu güzelliği bulamamışlardır.

Şehre gelince, şehir ufak bir şehir. Turistlerin kaldığı bölgede, şehrin merkezinde pek çok cafe, bar, restoran sıralanmış. Görüntü itibariyle batılı mekanlar bunlar. Zaten fransız mimarisi ve etkisi şehrin en belirgin özelliği. Şehir insanın gözüne hitap ediyor. Güneydoğu Asya’nın ortasında sürpriz bir şekilde karşınıza çıkıyor. Rehber kitapların da yazdığı gibi, bazen planlanandan uzun kalınabiliyor bu şehirde (Ben de planladığımdan bir gün fazla kaldım). Oldukça sakin, düzenli, huzur dolu bir kent. Belki çok fazla ziyaret edilecek noktası yok ama bu tarzda bir kent bulunca tadını çıkarmaya bakmak lazım sanırım. Ben de böyle yapmayı denedim. Bolca kitap okudum, cafeleri ve barları inceledim (Acaba buralarda bar işletmek kolay mıdır diye). İki gün planlarken üç gün kaldım.

Şehrin gezilecek yerleri, biraz önce de yazdığım gibi, çok fazla değil. Merkezi yarımadanın kuzeyine doğru. Biraz daha kuzeye çıkınca birkaç tane tapınak var. Ama Tayland’ın tapınaklarından sonra o kadar etkileyici değiller (Belki de olması gereken buradaki gibi daha basit tapınma yerleri. Kimbilir?). Fotoğraflarda da görebileceğiniz üzere Phu Si’den akşam manzarası şahane. Şehrin tamamına hakim bir nokta, tam tur atarak heryeri görebiliyorsunuz. Günbatımında ise renkleri ve manzarasıyla herkesi mıknatıs gibi bu noktaya çekiyor. Ellerinde fotoğraf makineleriyle burada bekleşen turistler ilginç bir görüntü oluşturuyor. Benim ilgimi çeken şeylerden biri, tapınağın arka tarafında, sanırım komünist zamanlardan kalma iricene bir ateşli silah oldu. Budist tapınağında silah biraz garip dursa da, üstüne çıkıp da biri bu silahı döndürünce azcık eğlendiriyor insanı. Ama fotoğraf makinesiyle çıkmayın, az daha yapışıyordum yere. O namlu da kafaya çarparsa düştüğünüz yer mezarınız olur…

Bir diğer görülmesi gereken yer ise, akşamları kurulan ve her türlü eşyanın satıldığı bir Pazar yeri. Kıyafetten, biblolara, kobralı şaraplardan çantaya her şeyi bulmak mümkün. Çıplak ampullerle aydınlatılan bu pazarı her akşam kurup dağıtıyorlar. Zahmetli iş. Ama gece oldukça güzel bir görüntüsü var. Bizim yol uzun, alışveriş gözüyle bakamıyoruz tabiki. Doğal hayatı koruma derneği ne düşünür bilmem ama şu kobralı şaraptan bir tane alacaktım az daha. Bir dahaki sefere diyelim. Pazarın biraz güneyinde ise türlü türlü yemeklerin satıldığı tezgahlar var. Ben ucuz ve lezzetli olan bu bölgede karnımı doyurdum genellikle. Sonuç olarak bu kenti sevdim. Oldukça sevimli bir yer.

Luang Prabang’ı burada bitirip biraz Vang Vieng’den bahsetmek istiyorum. Burda tubing dedikleri bir aktivite var. Taa Ürdün’den beri insanlar buradan bahsedip duruyorlar. Boynumuzun borcu, gidip bir günlüğüne de olsa ziyaret edeyim dedim. Aktivite şöyle saçma bir aktivite: Şehirde bir mekan var. Gidip buradan bir tane şamrel (Kamyon lastiğinin içine böyle deniyordu, değil mi?) kiralıyorsun. Sonra 8-10 kişi ve şamreller bir tuktuğun içine ve üstüne doluşuyor. Nhrin yukarısına doğru yaklaşık 4 km yol alıyorsun. Sonra nehrin kenarında seni bırakıyorlar. Nehrin aşağısına doğru sağlı sollu bir sürü bar sıralanmış. Genellikle suya girmeden, ilk barda zihnin açılması için bir bira ısmarlıyorsun. Veeee yanında hediye olarak bir shot Tiger viski geliyor. Kahvaltının üzerine ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır (İnsanlar genelde öğle vakti başlıyorlar. Ben ilk biramı 12:30 sularında götürdüm), ama baktım herkes içiyor, herhalde bir sakıncası yoktur dedim. Akabinde şamrelimize binip 50 metre aşağıdaki bara doğru yol aldık. Ellerindeki iplerin ucunda pet şişeler olan abiler bunları size doğru fırlatıyorlar. Bu ipleri yakalayamazsan akıntıyla beraber başka barda, başka insanlarla içmek durumunda kalabiliyorsun. Ben bilinçli içtiğim için hiçbir ipi kaçırmadım. İkinci barda da bir bira ısmarladım. Yanında hediyesiyle birlikte geliverdi. Adamların nezaketini görmemezlikten gelme şansım yok. İkinci viskiyi de yuvarladım.

Burdan sonrası biraz bulanmaya başlıyor, ama hatırladığım kadarıyla aktarmaya çalışacağım. Ha bu arada bucket dedikleri bir içecek daha var. Ben kendimi sakındım, ama bazı gençler bu içkiden yuvarladı. Çocukların plaj kovasını düşünün. Bunun içine Tiger Viski, seven up, red bull falan karıştırıp veriyorlar. Fiyat makul. İç iç bitmiyor. Ama içenlerin biraz çarpıldıklarını gözlemledim. Ben bira ve viskiye devam ettim. Ne diyordum, sonra bir daha şamrele binip sonraki bara ilerledik. Burada çamurun içinde voleybol oynanabiliyor, sonra tahta bir iskeleden nehre doğru uzatılmış halatlara bağlı bir tahta parçasıyla nehre atlamak mümkün. Ben üzerime biraz çamur bulaştı diye, yıkanmak amaçlı bir kere atladım. Ama hepsi o. Sonrasında sanırım bir iki barda daha durduk. Bir tanesinden de kaydırakla nehre atladım. Bir amacı vardı ama aklımdan çıkıverdi. Çamurdu belki de ama ne önemi var. Akşama doğru, hafiften titreyerek şehre döndük. Şamrellerimizi teslim edip depozitolarımızı aldık. Etraf bir sürü sallanan insanla doluydu. Mana veremedim. Ağzınızla içeceksiniz diye bağırdım gençlere (Türkçe tabi). Sonra kendi kendime kahkaha attım. Baktım ben de yalpalıyorum. Bir daha güldüm. Tiger viski, kral viski dedim kendi kendime. Bir duş aldım, biraz yemek yedim. Sonra herkesin gittiği Q Bar’a gittim. Sade bir türk kahvesi söyledim. Yanında Tiger viski geldi. Anlamadım. Ertesi gün biraz geç kalktım. Biraz da başım ağrıdı. Ama sizlere aktarabilmek adına bu aktiviteyi yapmam lazımdı. Yoksa ne işin var şamrelle nehirden aşağı giderken bir sürü bikinili kızla içki içip dans ederek vakit geçirmekle. Zaman kaybı. Tam saçmalık…

Buradan foto yok maalesef. Yanıma su geçirmez ufak çantada biraz para bir de anahtar alabildim…

14 Ekim 2009 Çarşamba

Houay Xhi - Louang Prabang Yolu







Slow Boat...







Chieng Mai’den kuzeydeki şehir Chieng Rai’ye otobüs biletimi aldım. Otobüslerde yaşadığım hayalkırıklıklarını okuyup da üzülen dostlarımı bu sefer sevindirmek için biraz fazladan para ödeyip krallara layık otobüsü seçtim. İstanbul-Ankara çalışan, üç koltuklu VIP otobüslerden hiçbir farkı yoktu. Ben böyle otobüs görmedim desem yeridir. Su ve kek bile verdiler. Çantamdaki suyu daha sonraya saklayabileceğim için daha da sevindim. Kek ise, Saray’ın Tönbek Kek’inin biraz daha iyisiydi. Tatlı tatlı iyi gitti. Yol da rahat geçti.

Bir geceyi Chiang Rai’de geçirdikten sonra ertesi sabah erkenden sınır kasabası olan Chiang Khong’a yola çıktım. İki buçuk saatlik yolculuktan sonra sınıra vardım. Tayland tarafında çıkışımı alıp karşıya geçmek için tekne biletimi aldım. 20 Baht olan biletin üzerinde “2” rakamı keçeli kalemle “4” yapılıyor. Turistlere bilet bir anda 40 Baht oluyor. Nehir olan sınırı geçmek için tek seçeneğiniz olan bu teknelerle pek kavga etmek istemiyorsunuz. Ben de kaderime boyun eğdim. Karşıya vardık. Tekneden zıplayıp, sınır binasına gidip formu doldurdum, Bir ay için 35$ lık vize ücretini verdim, haftasonu olduğu için (zaman meramını kaybetmişim, günü bilmiyordum) 1$ da ekstra ücret aldılar. Sonra bir form daha, damga, çıkışta bir vize kontrolü falan derken bir baktım Laos’tayım.

Benim gideceğim yer Luang Prabang. Buraya otobüsle gitmek mümküm ama en güzel yol nehirden gitmek. Slow Boat denen ve iki günde giden tekneler mevcut (gece nehir kenarında bir kasabada konaklayarak). Bir diğer seçenek de speed boat dedikleri küçük ve oldukça hızlı sürat motorları. Bunlar da 6-7 saatte gidiyorlar yanlış hatırlamıyorsam. İyi macera olur diye düşündüm ama çok tekin olmadıklarını hem okuyup hem duymuştum. Arada bu araçlar sayesinde hakkın rahmetine kavuşanlar bile oluyormuş. Ben şerbetliyim ama ıslanmaması gereken çok malzeme var yanımda. Onlara kıyamayınca slow boat ile gitmekte karar kıldım. Hani erkenden yola çıktım demiştim ya, o kadar erken yola çıkmamışım aslında. Son tekne sabah 11’deymiş. Ben de Laos tarafında ki sınır kasabası Huoay Xhi’de bir gün geçirmek zorunda kaldım. Gezginler burayı sadece geçiş noktası olarak kullandıkları için göreceli olarak biraz pahalı, ve fırsatçı satıcıların olduğu bir kasaba.

Ertesi gün için biletimi ve minderimi aldım. Koltuklar çok rahat değilmiş maalesef, bu yüzden bir dolardan biraz fazla ödeyerek minder edindim. Kanım çok ısındı bu mindere. O kadar para ödediğim için, minderimi bütün seyahatim boyunca yanımda taşıyıp, dönüşte maçlara da bu minderi götürüp, fahiş fiyattan incecik köpükleri satan, memleketin fırsatçılarına bir darbe indirmeyi planlıyorum. Ama bakalım minder dayanacak mı??? Ne diyordum, işlerimi halledip sakin bir gün geçirdim. Birkaç Beer Lao yuvarladım. Akşam oldu acıktım. Otelin sahibinin yeğeni olan genç dostum Ta’ya ne yenir buralarda dedim. Köşede ızgara tavuk yapan yeri gösterdi. Gittim. Zorlansak da anlaşmakta, iricene tavuk parçası 15000 kip, pilav 2000 kip dedi (1$ = 8500 Kip civarı). Biraz laklaktan sonra ikna oldum, ama adama da ızgarada taze pişen tavuğu istediğimi 50 kere kadar söyledim. OK dedi. Pilavımı, sosumu getirdi. Koku harika ama sonra ızgaradaki tavuğu aldı götürdü, yerine tezgahta beklemiş olan soğuk tavuğu getirdi. Dedim öbürünü verecektin. Şeym şeym (same same = aynı aynı) dedi. Ben de not şeym dedim. Sonra duvar suratlı kadın patrona gitti. Geldi, bir şey demeden benim pilavı sosu aldı götürdü. Tam da masadaki Laos’lu dostlarla kaynaşıp, ikram ettikleri lao lao viskisinden beleş bir shot attığım sırada, sahibi saklı hakkını kullanıp bana yemek vermeyi reddetti. Ben de mecburen kalktım. Hem viskiye hem tavuğa yandım, gittim başka yerde soğuk bir yemek buldum yedim. Keşke tavuğu yeseymişim, en azından viski beleşe gelebilirdi. Akabinde akşamı sakin geçirip uyudum.

Ertesi sabah erkenden (bu sefer de fazla erken, çok bekledim…) gidip tekneyi buldum. İnce uzun, iki tarafında tahtadan yapılmış koltukları olan vasıtada yerimi aldım. Sonra bir sürü beyaz adam doluştu içine. Sıkış tepiş olduk. Adamlar teknede herşeyi düşünmüş, fahiş fiyattan Beer Lao bile var. Sonra bir takım beyaz adamlar Beer Lao denen ateş suyuna saldırdı. Ben direndim. Yol uzun, Ganj’dan kurtardık kendimizi, Mekong’a kafa güzelken düşmemek lazım. Altı buçuk saatlik yolculuktan sonra Pak Beng denen kasabaya yanaştık. Ellerinde pankartvari otel bilgileriyle bizi bekleyen satıcılar yanaştı. Ben yürümeye devam ettim. Ucuz bir yer buldum. Bu tür durumlarda, sonunda, pankartla yanaştıkları zaman “git dostum” dediğiniz insanların otelinde son bulunca komik oluyor. Önceden niye artistik yaptın o zaman düdük, der gibi gülümsüyorlar. Ama bu kasabada başıma gelmedi (sanırım!). Burası da sınırdaki kasaba gibi bir gecelik konaklama noktası. Haliyle biraz sevimsiz ve kayda değer bir şey yok.

Sonraki sabah bizi daha küçük bir tekneye bindirdiler. Bir gün önce çok erken gittiğim için bu sabah da geç gideyim dedim. Çok geç gitmişim, çünkü gittiğimde herkes yerini almıştı. Çantayı arkaya bıraktım. Sonra yer aramaya koyuldum. Arka tarafta biraz daha geniş koltuklar var. Yalnız oturan bir kız vardı, çantasını da koltuğa koymuş. Dedim burası müsait mi? Değil, ön tarafa geç gibilerinden bir şey söyledi. Sabah daha afyon patlamamış, kıza bakıp, dilimizde para karşılığı cinsel ilişkiye giren kişi anlamına gelen kelimeyi telaffuz edip ön tarafa yürüdüm. Buralarda tıklım tıklım. Daha da geliyor insanlar. Ben de arkadaki plastik bahçe sandalyelerinden birine geri döndüm. Tam da barın yanı. Yola çıktık, yeterli koltuk ta yok, herkes arkadaki boşlukta toplandı. Mavi dolmuşlar gibi oldu burası. Uzatmayayım, sekiz saatlik yolculuktan sonra Luang Prabang şehrine ulaştık. Ama teknenin kalabalığından ne adam gibi fotoğraf çekebildim, ne de yayılıp rahat edebildim. Herşeye rağmen iyiki de tekneye binmişim. Yemyeşil doğanın içinde tekneyle süzülerek yol almak oldukça keyif verici. Yorucu da olsa değdi. O yorgunlukla tam anlayamadıysam da Luang Prabang çok sevimli ve huzur bir dolu şehre benziyor. Biraz daha inceleyeyim, hemen paylaşacağım…

9 Ekim 2009 Cuma

Chiang Mai







Filler ve Çimen...







Biletimi alıp konforlu olacağını beklediğim otobüse bindim. İlk izlenimim oldukça iyiydi aslında. Alan geniş, koltukları geniş, arkaya da yatıyorlar. İnsan daha ne ister dedim. Ama iki saat sonra koltukların tahtadan yapıldıklarını kavradım. Kıç baş yine tutuldu. Yanıma da sevimsiz bir punk hatun oturmuştu. Ense alttan kazınmış, saçlar üstte uzun. Ensede ve kollarda garip dövmeler de var. Muhabbet olsun diye dövmelerin güzelmiş dedim. Cevap vermeyince ben de küstüm. Zaten 15 dakika sonra, yolun sonuna kadar uyanmamak üzere sızdı. Okuma lambası da çalışmıyordu. Şöföre sordum, gözlerini alıyormuş, öyle dedi. Herşeye rağmen Nepal’e kıyasla rahat bir yolculuk oldu.

Şehre varınca da ucuzundan bir yer edindim. Geceliğine iki dolar ödememe rağmen sıcak su ve tuvalette tuvalet kağıdı bile vardı. Sevindim. Sonra buradaki trekking turlarından birine yazılmaya karar verdim. Burda şehirden ziyade etrafı gezilmeye değer. Turumuz bol yürüyüş, dağ köyüne ziyaret ve konaklama, ikinci gün daha çok yürüyüş, ve son gün biraz rafting ve file binmeyi içeriyordu. Makul geldi.

Çıktık yola, ilk durak birkaç kelebek ve orkidelerden oluşan bir botanik parkıydı. 10 dakikada gezdik. Sonra dağbaşında yiyeceğimiz gıdaları almak üzere pazarda durduk. Akabinde de yürüyüşe başlayacağımız durağa geldik. Sonradan çok arayacağımız kamyonetten indik, pilavımızı yedik, başladık yürümeye. Hafif inişlerden çıkışlardan sonra yol biraz dikleşti. Nefes alış verişler biraz zorlaştı. Yapış yapış olduk tabi. Sonra bir mola, ve küçük bir şelalede ferahlama. Devamında yokuşlar biraz daha dikleşti. Bizim sandaletlerde sukoyverdi. Ayaklar yamuldu. Kaya kaya tırmandık köye kadar. Ama elden ayaktan da kesildik vallaha. Ama köylüler herşeyi düşünmüş, fahiş fiyattan soğuk bira getirmişler dağ başına. Biz de susamışız. Dört tane kadar yuvarlayıp kendimize geldik. Elektrik yok. Bambu bir evin ortasında yaktılar odun ateşini. Ben de ateşle oynamayı severim (küçükken mahalleyi yakmıştım. Ama evleri değil. Birkaç mandalina ağacı gitti, o kadar). Azcık kurcaladım ateşi, odun falan attım. Rehberimiz de gitar çaldı. Keyiflendik. Saatin sabahın beş gibi geldiği saatte, halen dokuz buçuk civarıydı. Elektrik olmayınca zaman yavaş ilerliyor. Bu insanlar günbatımından sonra ne yapıyorlar acaba vakit geçirmek için? Bize göre yapacak birşeykalmayınca temiz bir uyku çektim.

Ertesi sabah sıkı kahvaltımızı yaptık. Baktım bir köylü ve bizim rehber bambulara giriştiler tam köyden çıkarken. Allah allah derken, içinden çıkan kurtları toplamaya başladılar. Akşam yemeği dedi. Aç kalacak halimiz yok, deneriz deyip destek verdik daha çok kurt toplaması için. İşlem bitince ufak bir bambu parçasının ağzına biraz ot tıktı kaçmasınlar diye, attı çantaya. İkinci günün yürüşü biraz daha hafifti. Ama yürüdüğümüz yerler Rambo II’de John Rambo’nun gezdiği arazileri andırıyordu. Nehir kenarında, 50 cm eninde patikalarda bata çıka ilerledik. İki güzel şelalede mola verdik, yüzüp serinledik. Doğa şahane, manzaralar şahane. Sonra kenarda yol olmasına rağmen grupça devrilmiş bir kütüğün üzerinden geçmeye karar verdik. Ben kütüğün ortasında durdum nedense. Durunca başım döndü, dizlerim titredi. Bungee’yi nasıl yaptım diye düşündüm o an. Nehire de düşmemek lazım. Sırtta çanta var, kafa zaten delik deşik. Bir şekilde geçtim kütüğü düşmeden ama nasıl hatırlamıyorum. İkinci günün sonunda yeni kamp yerimize ulaştık. Burda geceleyip, sabaha fillere bineceğiz. Biraz rafting yapıp ve boyunları uzun ve halkalı olan bayanların yaşadığı köyü ziyaret edip gezimizin sonuna geleceğiz. Akşam yemeğimizi yedik. Tatlı niyetine de kızarmış kurtları yuttuk. Fena değildi ama yakmışlar. Cips gibi gitti ama birayla. Sonrasında fil bakıcılarından biri çıktı geldi. Paşa zil zurna. Üzerine dört tane daha Chang birasından götürdü. Ben bile şaştım. Baya bir zırvaladı, ben de kendisine alkollü file binmenin zararlarını anlatmaya çalıştım. Dinlemedi. Ben de sinirlendim, gittim yattım.

Turumuzun son günü aksiyon dolu olacaktı. Uyandım ve hemen gittim ve filim için hazırlanıp giyindim. Bu dev cüsseli hayvanlardan birini nehirde yıkanırken seyrettim. Temiz hayvanlar, sabah banyosunu ihmal etmiyorlar. Çalışkanlar da… İşten kaçmıyorlar. Sıramız gelince bindik bizim file. Bolca muz da aldık besleyelim diye. Tam ilerlemeye başladık, hayvan durup hortumunu uzatıyor muz diye. Bir tane veriyorsun, 10 metre gidiyorsun, bir daha muz diye duruyor. Bizim muzlar çabuk tükendi. Sinirlendim. Az ileride bir baktım “drive through” yapmış elemanlar. Filin sırtında yanaşıp muz alıyorsun. 20 papel daha bayılıp muz takviyesi yapıyorsun. Tezgahı iyi yere açmışlar. Bu da fino değil, fil. Ağacını ver muzun, onu da yer. İkinci taksit muzlar da bitti ama allahtan başka tezgah yokmuş da batmadan fil gezimizi bitirdik. Bazen öyle tepelere tırmandı ki filler, düşsek bu hayvanın altında alacağım şekli hayal edemeden duramadım. Ama büyük ihtimal bir şeklim olmazdı. Yağmur ormanlarına dağılmış atomlar kalırdı geriye. Sonra doğaya dönerdim. Sonra bir bitki yeşerirdi. Çiçek açardı. Ben de o çiçek olurdum. Eşkıyaaaa olurdum… Uzatmayalım değil mi. Ne diyorduk, evet, biraz alıştıktan sonra adeta çocukluktan beri bu işi yapıyormuşçasına filin boynuna oturdum. Deri zımpara gibi, kulaklarıda salladıkça bizim bacaklara vuruyor. Dere tepe derken bir iki sallandık ama salimen vardık son durağa. Hayatımda file bineceğim aklıma gelmezdi. Ama kaplanlardan sonra bu hayvanlara da hayran kaldım. Kaplan mı, fil mi deseniz, ne derdim acaba. İki evladını birbirinden ayıramayan bir ebeveyn gibi, ikisi de benim için aynı derdim herhalde… Zaten bizim rehberle ortak fil işine girmeye karar verdik. 30000 dolara falan alınabiliyormuş. Ama araba değil tabi bu, öldümü gitti yatırım. Arada tarlalara falan da daldılar mı vuruyorlarmış. Bir de yatırımın geri dönüşü 10 seneyi bulabiliyor. Hesabı kitabı yapınca mantıklı gelmedi. Ben de rehbere kesin giriyoruz olum bu işe dedim. Seneye iki fille başlayıp, bütün bu bölgenin kralı olacağız dedim. Ama işin risk boyutundan dolayı bunları samimiyetle söylemedim maalesef. Günahı boynuma.

File bindikten sonra geri kalan aktiviteler gözümde biraz zayıf kaldı. Rafting falan çok kayda değer değildi açıkçası. O yüzden yazmayacağım. Uzun ve halkalı boyunlu kadınların köyü ise bence nahoştu. Giriş ücreti var. Biz tura dahil aldığımız için ödemedik ama sadece görünümleri yüzünden ziyaret edilmeye devam ediyorlar, ve bütün gün orada oturup birşeyler satarak hayatlarına devam ediyorlar. İnsan ziyaret sırasında bile kendini kötü hissediyor. Tur ise olağanüstü olmamakla beraber yapmak istediğim birkaç aktiviteyi içeriyordu. Sonuçta hesaplı oldu ve sevimli rehberimizin de çabalarıyla eğlenceli geçti diyebilirim.

Chiang Mai’ye geri döndük. Başka bir ucuz yer bulup yerleştim. Arka masada bir sürü insan kelle olmuş eğlenirken ben çalışıyorum ve bu yazıyı yazıyorum. Beni de davet ettiler. Sanırım masadaki beleş rum bitmeden yetişmem lazım. Şişenin dibine az kalmış. O yüzden şimdilik bu kadar dostlar. Bir aksilik olmazsa Laos’tan yazacağım...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Yüzen Pazar, Kwai Köprüsü ve Kaplan Tapınağı








Kaplan ve Ejderha...






Gördüğünüz üzere boş durmuyorum arkadaşlar. Sadece sizler için hayatımı tehlikeye atmaya devam ediyorum. Bangkok çevresinde görmek istediğim yerler vardı, ben de makul fiyata tur ayarlayıp üçü bir yerde yapmaya karar verdim. Sabah asker gibi dikildim. O sırada henüz deli olduğunu bilmediğim kaptan geldi aldı beni diğer katılımcılarla beraber. Ne bastı gaza arkadaş. Ve de araçların dibine kadar girdikten sonra frene. Aynı sarı dolmuş şöförü çıktı. Haliyle ben diğerlerine göre daha az gerildim.

Sabah ilk iş Yüzen Pazara gittik. Oldukça turist çeken bir bölge burası. Pazardan daha çok bir gösteri yeri olmuş. Alışverişin ne düzeyde döndüğünden emin değilim. Nehrin yarısı sabah kayığına satacaklarını doldurup gelmiş, UFO gören masum köylüler. Diğer yarısı da kalan kayıkları kiralayıp bu masum köylüleri belgelemeye çalışan beyaz adamlar. Kayıklar, yemek pişirenler, meyve, şapka, gıda satan köylüler tarafından kullanılıyor. Arada sürtüp geçip ilerliyorlar bir şekilde. İlerlemedikleri diğer arada da alışveriş yapıyorlar. Kimbilir eskiden nasıldı? Asıl pazar kanalının etrafı gözalabildiğine dükkanla dolu. İncik boncuk satan var. Piton yılanıyla fotoğraf çektirip para alanlar var, şapka satan var. Var allah var. Pazar yeri, yüzen kısmının dışında maksadını aşmış gibiydi. Ama yine de görmeye değerdi.

Burdan da Kwai Köprüsü’nün olduğu yere devam ettik. Bir müze var. Savaş müzesi. Kendi adıma çok bakımsız buldum. Maketlerin üzeri örümcek ağlarıyla dolmuş. Bazı araçların sergilendiği camekanlar toz içinde. Müze de çok zengin bir müze değil. Olması da gerekmez ama biraz daha titiz olunabilirmiş temizlik açısından bence. Burası da yüzen Pazar gibi, adının içinde Kwai geçen, 50 kadar restoran, dükkan, hediyelik eşyacıyla dolmuş. O kadar insan ölmüş, ama biz turistler elde gazozlar etrafta gezip boş boş bakıyoruz dükkanlara. Ama o süper filmi seyredip, ıslıkla dıdıt, dıdıdıdıtdıtdıııııı (yazması zormuş, kafanızda canlandırın işte) diye mırıldanarak yıllarca gezdikten sonra burayı ziyaret etmemek de olmazdı bence. Tur aldığımız için burada da çok vaktimiz olmadı. Son istikamet olan Kaplan Tapınağı’na doğru yola çıktık.

Bu tapınak bir Budist Tapınağı. 1994’te açılmış. En baştan beri yabani hayvanların korunduğu, barınabildiği bir mekan. İlk kaplan 1999 yılında katılmış. Annesi avlanmış bir yavru burda son bulmuş. Zaman içinde bu sayı artmış. Hatta büyüyenler üremeye bile başlamışlar. Sonuç olarak pek çok hayvanın barış içinde yaşadığı bir tapınak burası (kaplanlar ayrı tutulduğu sürece tabiki). Neyse, biz de paramızı verdik girdik. Şansımıza yağmur topladı hava. Koşturarak kaplanlara doğru yol aldık biz de. Vardık yerlerine. Ne güzel hayvanlar bunlar yahu. İlk görünce aklıma hemen Kızılmaske geldi. Tebessüm ettim. İstediği kadar ormanda 10 kaplan gücünde olsun Fantom, nah başeder bu devasa yaratıklarla. Bunu fotoğraf çektirtmek için yanlarına gittiğimde daha iyi anladım. Sıraya giriyorsunuz, sonra bir görevli gelip elinizden tutuyor, sizi kaplan kaplan gezdiriyor. Hepsi farklı yerlerde zincirli ama aslında küçük bir alan burası. Allah razı olsun kendisinden, diğer görevli de makineyi alıp her kaplanda tak tuk çekiyor fotoğraflarınızı. Belki muhteşem kalitede olmayabilirler ama iyi niyet önemli bence. Bu arada, Hayvanlar alışık ellenmeye. Görevli kız bana da elle elle bişey yapmaz dedi. Benim surat Bungee Jumpingden hemen önceki rengi aldı tabi. İlk bir ikisine elimi yaklaştırdım ama yemedi. Hafif tüylere dokundum. Baktım görevli kız dan dun koyuyor kayvanın sırtına bana cesaret vermek için. Aha dedim, dönüp bizim küçük kel kafayı bir seferde götürecek bu yaratık. Hele bir tane pehlivan vardı içlerinde, pençe benim kafadan büyük. Bir tanesini hafif sevdim ama o iri kıyımmıydı hatırlayamıyorum. Severken kafayı şöle arkaya çevirince ben hızla kalkıp diğer kaplana devam ettim. Biraz bulandı kafam o ara, kusura kalmayın. İstanbul’da hergün kaplan ellemiyoruz. Dedim nerdesin ya mübarek Totoro. Ne ufak ve sempatikmişsin sen.

Yağmur hafiften başlamıştı, artınca da diğer tarafa, iki tane yavru kaplanın olduğu yere devam ettik. Bunlar daha az korkunç tabi. Oyuncu da veletler. Bakıcılarıyla falan sürekli oyun peşindeler. Hiç ciddiyet yok, ağırlık yok. Hep şaklabanlık. Ama bunlar çok sevimliydi. Onlar soytarılıklara devam ededursunlar, öbür tarafta biberonla dana kadar kaplana süt veren rahip dikkatimi çekti. Üç beş biberon içti herhalde hayvancağız. Yaşı mı ufak, kemik erimesi mi var anlamadım. Hayvan kocamandı (İnanmıyorsanız fotoğrafa bakın arkadaşım. Belgeledik). Ama hala süt içiyordu. Ne yalan söyleyeyim, gidip de sormadım kaç yaşında bu diye. Gitme vakti de gelmişti zaten. Geç kalırsak bizim deli kaptan gaza daha da basar diye vakitlice dönmeye çalıştım buluşma yerine. Vardım ama yine bastı gaza adam… Kaplanlardan daha tehlikeli. Ama bu günü de salimen atlattık. Vallaha bir daha yazacağım: bu kaplanlar doğaüstü varlıklar. Neyse, artık Bangkok’a bir süreliğine veda etme vakti geldi. Azcık da kuzeye bakalım….

2 Ekim 2009 Cuma

Bangkok







Bangkok...







Bangkok yazısı da azcık gecikti sanırım. Ama Hindistan’tan gelince böyle oluyormuş burada. Muhteşem havaalanı ve hayatımda vizesiz girdiğim ilk ülke olması beni baştan çakırkeyf etti zaten. Akabinde de Th Khao San Road yakınında yer alan ucuz turistik bölgeye yerleşip barları ve gece hayatını keşfettim. Bu da tam sarhoş etti. Bir iki gün tadını çıkarmaya karar verdim buradaki gevşek hayatın. Zaten havalarda çok iyi gitmiyordu. Sürekli bulutlu ve arada da yağmurlu. Tabi bütçeyi sarstı burası biraz. Allahtan Seven Eleven her yerde var da kocaman Chang birasını 40 Bahta alabiliyoruz (Bir dolar 33 baht civarı). Yemekler de tam benim ağzıma layıkmış. Sabah akşam karides kalamar yutuyorum şerefsizim:)

Bu birkaç günde, sadece sizlere aktarabilmek için gece hayatının değişik yönlerine de dahil oldum. Ama seyirci olarak sadece. Yanlış anlaşılmasın rica ederim. Hindistan’da tanıştığım üç ingiliz gençle burada da karşılaştım. Gidip görelim abi, ne oluyor ne bitiyor diye ısrar ettiler. Çocukları kıramadım. E yaşça da büyüğüz, başlarına bir şey gelir diye biraz ürktüm ve istemeyerek kabul ettim. Şimdi adını tam hatırlayamadığım başka bir bölgeye gittik. Bazı şovlar gördüm ama burda pek anlatmak istemiyorum açıkçası. Ama ben bu yetenekli arkadaşları gerçekten çok takdir ettim. Hem müessesenin bütün çalışanları (hepsi bayan) da aşırı cana yakındı. Eğer bu canayakınlık Nevizade’de olsa hergün giderdim diye düşündüm kendi kendime. Ama bu canayakınlık orda olsa, pek çok kimse oradan çıkmazdı ya neyse… Şovun akabinde kulüpler neye benziyor diye de bakalım dedi gençler. Yine pek istemeyerek kabul ettim. Ben şahsen dans müzik falan bekliyordum ama yanlış kulüplere giriş yaptık sanırım. Canlı alabalık satan bir lokanta hayal edin. Girince karşınızda kocaman bir akvaryum var. Ve balıklar “beni seç, beni seç” diye el sallıyor (evet bu balıkların elleri de var). Zaten niyeti bozan biri bile bu akvaryumvari manzaraya gülüp dışarı kaçar. Sanırım gece hayatı ile bu kadar detay yeter. Zaten ben de fazlasını bilmiyorum. Çocuklara “abiniz sayılırım, ama ben bu kepazeliklere de daha fazla dayanamam” dedim ve otelime geri dönüp kitabımı okudum…

Turistik yerleri de ihmal etmedim. Yoğunlukla altın renkli ama diğer her türlü renklerle de bezenmiş parlak tapınakları ziyaret etme şansım oldu. Muhteşem renkler ve enterasan mimarileri ile gözalıcı yerler. Haliyle de kalabalık. Sabah boş bulunup şort giyerseniz benim gibi, bir eflatun pantolon için kapıda bir saat dikiliyorsunuz. Terlemeniz de cabası. Ama gezdiğime değdi. Grand Palace şahane bir yermiş. Wat Arun da nehrin öbür tarafında. Sonrasında oraya devam edeyim dedim. Motora atlayıp karşıya geçerken iki Budist rahibin yanına oturdum. Fotoğraf çekebilir miyim diye sordum (Fotosunu göreceğiniz arkadaş flickr’da). Tamam dedi. Sohbete başladık. Zaten elinde bir torba kitap var arkadaşımın. İngilizce süper. Muhabbet koyulaştı. Eşyaları bıraktıktan sonra geldi buldu beni. Ben de Lipton Ice Tea ısmarladım kendisine (zaten sakın bira alıp gelme ha diye tembihlemişti). Nehrin kenarında iki saat muhabbet ettik. O da benim gibi 30 yaşında, ama 18 senedir rahip. Dünyevi hiçbirşey yok. Kendisine de nasıl yaptığını sordum zaten. Biz de insanız, arada bizim de isteklerimiz oluyor tabi dedi. Ama meditasyon ve disiplinle bu düşüncelerden uzaklaştıklarını söyledi. Hatta kuzeydeki kızların çok güzel olduğunu kendisinden öğrendim. Uzun ve keyifli bir sohbet oldu yeni dostumla. Aklıma hiç budist bir rahip dostum olabileceği gelmemişti. Bir de kısa dönem rahipler var etrafta. 3-4 ay rahiplik yapıp normal hayata geri dönüyorlar. Sohbetimiz sırasında birkaçı geldi bu kısa dönemlerin. Bir baktım bir tanesinin kolu dövmeli, bir de sigara yaktı, cep telefonunu çıkarttı. Ben de şaşkın şaşkın baktım tabi. Sonuçta kendi istekleri ile gelip gidiyorlar ve çok fazla baskı olmuyor üzerlerinde. Budist rahiplerinden bizim astsubaylar gibi giriştiklerini sanmıyorum diğer rahip adaylarına…. Dostum da bu onlrın tercihi dedi. Bu arada Liverpool taraftarıymış dostum ama Roberto Carlos’lu feneri de biliyor tabi (kim bilmez ki? bu arada fener napıyor yahu? Bir allahın kulu da haber vermiyor. Derbi ne zaman? Cimboma daha geçirmedik mi?). Biraz da futboldan konuştuk haliyle. Saat geç olunca nehrin öbür tarafına geçtik tabi. Biraz gıda lazımdı. Ben de bir yer bulup, deniz ürünlü yemeğimi ısmarladım. Acı yapın dedim. Az değil mi dedi arkadaş. Ben, baya acı yap dedim. Etraftakilere bakıp acı istiyor bu saftirik dedi sanırım. Çünkü herkes çok eğlendi, güldü. Yemek geldi, içine bir iki süs biberi doğramış. Bana dokunmadı tabi. Yemek bitince ben gittim yanına, dedim acı koymayı unuttunuz mu? Kek gibi baktı önce ama vaaayyy bee falan gibilerinden bir şey mırıldandı. Bu sefer ben kalabalığa dönüp güldüm. Bu mu acı dediğiniz yemek falan dedim, anlamadılar. Sanırım iddialara girerek yemek işini beleşe getirebilirim. Denemek lazım.

Şu ana kadar geçirdiğim vakitte Tayland’ı sevdim. Temiz, düzenli. Trafiği belli saatlerde rezalet ma hangi büyük kentin değil. Yemekler harika ve ucuz. İnsanlar canayakın. Ki sadece Bangkok’u gördüm. Burdan kaçınca daha da iyi olacaktır sanırım. Bir iki gün içinde kuzeye devap edip oraları keşfedeceğim. Bir can sıkıcı olay, Çağlayan’ın başına gelen Vietnam vizesini alamamak olayının bende de tekrarlanması. Bir Türk dünyaya bedelken niye Vietnam’a giremiyor, gerçekten anlayamadım. Bir ara yol da bulamadım. Sanırım sağlık olsun deyip önümüzdeki maçlara bakacağız. Laos ve Kamboçya’da daha fazl vakit anlamına geliyor. Neden olmasın?

Yarın gidip nehirdeki yüzen pazar yerini, Kwai köprüsünü ve de Kaplanlı Tapınağı ziyaret edeceğim. Kaplanlarla ilgili meraktayım. Biri beni kapmaz umarım. Gerçekten muhteşem hayvanlar, bakalım yakından nasıllarmış. Biraz mıncıklayıp severiz artık. Sabah ola hayrola. Tur erken, bugün bira yok…