30 Kasım 2009 Pazartesi

Singapur

Adada gevşediğim için uçağı ayarlama işini biraz geçe bırakmıştım. Bu sefer tam mantarladım derken Çiğdem Hanım imdadıma yetişti, beni yedekten yazdırdı Singapur uçağına. Ama yapacak birşey yok, uçuş garanti değil, gidip beklemek lazım havalimanında. Ben de bu stresi nasıl atarım diye düşünürken şöyle kralından bir Tayland masajı yaptırayım dedim son gün. Herşey sağlık için sloganıyla yola çıkmış olan Health Land Spa’yı arayıp iki saatlik masaj için randevu aldım. Gittim kendimi teslim ettim oradaki kuvvetli ablaya. İki saat nasıl geçti anlamadım. Heryerim kütür kütür olmuş. Başladı bizim kulunçları ezmeye. Parmak sırt boyun kol bacak derken çıtlattı kütletti. Çıktığımda zor yürüyordum. Gittim otele. 30 saniyede uyuyakaldım. Baya bir uyumama rağmen sabah kalkmakta güçlük çektim. Bu masaj çok faydalı bir şey olsa gerek.

Bangkok’a veda etme vakti geldi ama daha uçacağımın garantisi de yok. Topladım çantayı, gittim havaalanına. Gittim yazdırdım adımı. Sen biraz turla gel dediler. Turladım gittim. Uçuşa bir saat var. Gerginlik arttı. Sen bir 15 dakika daha bekle dediler. Huzursuzlandım, oturamadım. Uçak 12:45 de kalkacak, saat oldu 12. Beş dakika daha dedi. Abi yapma, gitmem lazım bugün dedim. Vakitlice düşünecektin onu, hamakta yatarken iyiydi di mi dedi. Aslında öyle demedi ama ben kendi kendime böyle düşündüm. 12:03 de bir daha yanaştım ama bu sefer direndim, tezgahın önünde bekledim. Dakikalar geçmedi. Uçamazsak tekrar şehre dön, otel bul falan. Ölme eşeğim ölme… Vakit gelince artık kıvrandırma da ver şu bileti dedim. Verdi. Koşturarak gittim, sıraları aştım, damgayı vurdurduk pasaporta. Uçağa varınca bir baktım uçuş kartına: Business Class. Oğlum Efe, akıllı adamsın sen dedim. Ne o öyle önceden yerini ekonomi classtan ayarlayıp halktan insanlarla uçacaksın ki. Belediye otobüsü gibi bir şey zaten uçağın arkası. Geniş koltuğuma yerleşip uzatılan tepsiden hemen bir şampanya kaptım. Uçak kalkınca da Fransız şarabı, karidesli salata, steak ve cheese cake’den oluşan menüyü geride hiçbirşey bırakmayak yedim. Bir şarap daha, üstüne bir de kahve derken uçak indi zaten. Bundan sonra hep yedekten yazılacağım uçağa.

Sorunsuzca ve çabukça girişimi yaptım. Sonra raylı sistemi bulup gideceğim Little India bölgesine doğru yol çıktım. Trenler güzel. Bir iki aktarmadan sonra büyüğünü önceden gördüğüm Küçük Hindistan’a vardım. Gittim Inn Crowd adlı hostele. Dorm odasına 14 doları bayıldım. Evlat acısı gibi. Kahvaltı ve beleş Wi-fi tesellim oldu. Ama mekan güzel mekandı allah için. Ama Singapur’un parasal anlamda beni öttüreceği de gün gibi aşikar. Hamama giren terler deyip kaderime razı oldum. Zaten geç vardığım için ilk gün dinlendim. Bira da ateş pahası olunca otelin beleş çay ve kahvesine yüklendim.

Unutmadan, Singapur’la ilgili bütün sırları, taktikleri, restoranları pek detaylı biçimde açıklayarak hayatımı kolaylaştıran Korcan arkadaşıma teşekkürü bir borç bilirim. Tavsiye ettiği yerleri gezip, restoranlarda leziz yemekleri mideye indirdim. İlk gün küçük hindistan’da gezdim biraz. Ülke Singapur gibi gelişmiş olunca Hint bölümü de büyüğüne göre oldukça temiz ve düzenli. Hint yemeklerini de özlemiştim zaten. İyi geldi. Burada bir Mustafa Center var, alış veriş merkezi. 24 saat açık. Bir girince kayboluyorsunuz. Hakan Günday’ın “malafa” kitabındaki Topaz Center’ı hatırlattı bana. Her katta başka numara. Sıkış tepiş ama herşey var. Enterasan bir yer. Bir ara kaybolur gibi oldum. Ama çıkışı buldum. İlginç bir konsept. Görmekte fayda var. Burdan Kampong Glam bölgesine geçtim. Müslümanların yoğunlukta olduğu bu bölgede biraz turladım. Havanın sıcaklığı ve rutubeti insanın başını hafiften döndürüyor gündüz saatlerinde. Arab Street ve Haji Lane isimli sokakları gezdim. Kargaşaya fazla alışmışım herhalde, buralar çok sakin gözüktü gözüme.

Singapur düzayak ve küçük olduğu için yürüyerek gezmesi rahat. Ulaşım araçlarını kullanmak isterseniz de oldukça konforlu ve düzenli. Sıcaktan bunalınca atla otobüse, atla metroya. Ben çoğunlukla yürümeyi seçtim. Dev dönmedolaba doğru ilerledim. Aslında binmeyi planlıyordum ama 20 dolar gibi bir para ödemek gerekiyormuş, ben de teşekkür edip şehrin merkezine doğru ilerledim. Gökdelenlere yanaştım. Adamların şakası yok, dikmişler binaları. Geçmiş zaman kullandığıma bakmayın. Kafayı nereye çevirseniz çevirin vinçlerin harıl harıl çalıştığını, inşaatların devam ettiğini görebilirsiniz. Nehir kenarı fiyakalı mekanlarla dolu. Ben yürüyüp devasa yengeçlere bakmakla yetindim. Buralar bizim bütçeyi yamultacak yerler. Ağzım sulandıysa da bana yengeç satmaya çalışanlara “dinime aykırı” diyerek direndim. Bir dahaki sefer acımayacağım ama o eli kolu bağlanmış sefil yengeçlere. Dediğim gibi, barlar, restoranlar baya fiyakalı, ben de gittim seven eleven’dan tam 7,65 Singapur doları ödeyerek büyük bir Guinness Bira kaptım. Hintli abiye biramı gösterip “bu bebeği nerde öldürebilirim” dedim. Bir de yorulduğum için binmem gereken otobüsün numarasını sordum. Yukarı doğru kaptır git, bebeği öldür, sonra da 147 numaralı otobüse bin, evine dön evladım, akıllı ol dedi. Aynen dediği gibi yaptım babacan Hintlinin. Poşetin içindeki biramı, akşamcılar gibi kısık gözlerle yudumladım. Guinness ekmek gibi zaten. Yoğun. İyi geldi. Gittim, otobüse bindim. Küçük Hindistan’da Tekka Center adlı, çeşit çeşit yemek satan, büfevari dükkanların olduğu yerde dört Singapur dolarına karnımı doyurup, klimalı lobiye attım kendimi. Bu memlekette klimasız ölür insan. Nefes alıp kendime gelince, kitabımı okurken ya susarsam diye, gittim hemen yandaki seven eleven’dan iki adet Singha adlı Tayland birasından aldım. Hem kitabı hem biraları bitirip yattım.

Ertesi gün gidip Orchard Caddesini ziyaret edeyim dedim. Bu taraf alışveriş merkezlerinin bulunduğu, lüks hayatın hüküm sürdüğü bölge. Görüntü olarak Bağdat Caddedi’sinin sağlı sollu AVM’lerle donatılmış hali. Ben, bana söyleyen birkaç insanın yalancısı olayım (yalanı doğru hatırlayabilirsem), bu memlekette 150-170 arası AVM olduğunu söylediler. 4,5 milyonluk ülke için fena sayılmaz, ne dersiniz. Ama kelle başı gelirin de 30,000 USD civarı (2006 yılı verileri) olduğunu da hatırlatmak lazım. Benim amacım alışveriş manyaklığı değildi. Yoksa haftasonu Fransa’ya ya da İtalya’ya uçardım, di mi? Roma’ya gittiğim zaman, açık hava müzesine geldiğini unutup Outlet turunun detaylarını almaya çalışan aklıevvellerden değilim allahtan. Benim amacım, don atlet çıktığımız seyahatte, Japonya’da denk geleceğimiz kara kışa karşı popomu ve ayaklarımı sıcak tutacak bir iki malzeme edinmekti. Bir de fotoğraf makinesinin bir parçasını kırmıştım. Fiyakalı bir pantolon (öbüründe şimdiden üç delik var), bir çift pabuç, makinenin parçasını, ve de son okuduğumdan beri uzun yıllar geçtiği için, kocaman Borders’dan Salinger’ın “the catcher in the rye” kitabını edindim. Sıcaktan yine yamuldum. Gittim otelde duş aldım. Sonra da dışarı çıkamadım, ne yalan söyleyeyim. Holden’ın nasıl delirdiğini okumaya başladım tekrardan.

Son gün kalkıp Chinatown’a gittim. 147 numaralı otobüs ne mübarek bir otobüsmüş, benim gideceğim her yere gidiyor. Adeta şahsıma tahsis edilmiş bir özel araç gibi. İndim Chinatown’da. Gittiğim her yerde bir Chinatown ya da Little India olduğu için birbirlerine benzemeye başlıyorlar bir süre sonra. Burada da turist işi dükkanlar çoğunlukta. Arada girip yakın tarihte inşa edilmiş tapınağı ziyaret ettim. Ne detaylar ama ne detaylar. Heryer Buda. Bir de ayin sürüyordu. Biraz gözlemleyip çıktım. Korcan Hoca’nın tavsiyesini dinleyip Horfuncu da horfun yedim. O ne demeyin. Açıklayamam. Oldukça lezzetliydi. Sonra Raffles Place’e doğru ilerlerken özellikle Club Street üzerinde çok kaliteli eğlence mekanlarıyla karşılaştım. Lotoyu vurunca bir daha gelmeye karar verdim. Gökdelenlerin arasına dalıp azcık kayboldum. Gidip Asya Uygarlıkları Müzesini gezdim. Tam gün harcasan harcarsın burada. Oldukça sevimli bir müzeydi. Tavsiye ederim. Çıktığımda akşam olmuştu. Gittim 147 numaralı otobüse bindim. İki gün daha takılsam işe gidip işten dönenlerle arkadaş olacaktım neredeyse. Hergün aynı otobüse binilir mi seyahatte. Kerizlik işte. Otele gidip ertesi gün Malezya’ya geçiş için hazırlıklara başladım. Hazırlık yanıltmasın lütfen. Çok karışık bir şey değil. Yatağın üzerindekileri çantaya tıktım. Sonra da seven eleven’a gidip üç büyük Anchor birasını 8,60 singapur dolarına alıp bizim otelin önünde içen gençlere takıldım. Kuala Lumpur’a giden tek ben değilmişim. Diğer elemanlarla beraber gitmeye karar verdik.

Singapur’la ilgili genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, tam anlayamadım burayı. Asya’nın ortasında Asya’dan başka bir yer. Çoğunluk Çin kökenli olsa da her yerden insan var. Kültürler paralel biçimde yaşanıyor, yaşatılıyor. İnsanlar yüksek hayat standartlarının keyfini sürdürüyor gibi. Batılı yapılaşma, sıkı kanunlar, temizlik ve düzen ve bütün bunlarla beraber pahalı yaşam. Hep duymuştum burayı, gördüğüme de memnunun. Ama fikrimi sorarsanız, beni dehşete düşürmedi. Kaldığım üç gün bu ülke için idealdi. Zaten gidip Hintli kuyumcuda parayı bozduruyorsunuz, yarım saat sonra cepte bir şey kalmıyor. Batmadan gitmekte fayda var. Japonya’ya geçmeden gidip iki hafta kadar da Malezya’yı ziyaret edeceğim. Bakalım reklamını yaptıkları gibi gerçekten Asya mıymış? Singapur gerçekten Asya değildi çünkü.

Bir de ufak dipnot: blog sitemde tebrik etmeye söz verip de unuttuğum, Barış ve Beyhan dostlarımın tahminen evlilik çağına yaklaşan yavruları Beren’in doğumunu kutlarım. Allah analı babalı büyütsün…

21 Kasım 2009 Cumartesi


Bangkok’tan sonra güneye ineceğim demiştim. Kararsızlık zor iş. Ben de Koh Phi Phi mi yoksa Koh Lanta mı diye düşünürken yolda karar veririm diye Krabi’ye gitmeye karar verdim. Krabi bu iki adaya da bağlantı yeri olan şehir. Biraz daha dışına çıkarsanız da başarılı plajları varmış. Krabi’de de kalırım belki deyip bilet soruşturdum. Birkaç yere sorup farklı fiyatlar alınca, dedim fark niye? Biri direk gidiyormuş, biri Surat Thani’de beklemeli, aktarmalı gidiyormuş. Fark az bir meblağ olunca direk otobüse alayım bari bileti dedim (Bunun Kaf Dağı gibi hayali bir şey olduğunu yolda anladım). Direk di mi abla diye iki kere sordum. Direk direk, bekleme yok, tasa yok dedi. Akşam olunca otobüse atladım. Sabah bir yerde durduk. Geldik mi diye sorunca, yok kardeş buradan aktarma yapacaksın, Krabi’ye geçeceksin dediler. Haydaaaa, direk bilet, bekleme yok, çile yok, noldu? Saat sabahın altısı. Şikayet edeceğim sizi dedim. İyi dedi, dönüşte edersin, geç şuraya bekle, alacaklar sizi. Bilet diye bir şey zaten yok. Tayland’da her araç değiştiğirdinizde renkli, yapışkanlı bir kağıda gideceğiniz yeri yazıyorlar, üstünüze yapıştırıyorlar. Sonra, atla bakalım bu araca diyorlar. Siz de seve seve biniyorsunuz. Tezgah mükemmel işliyor. İki saat sonra Krabi’de garip bir yere vardım. Tezgah devam. Burada adalara bilet satıyorlar. Şehre nasıl ineceğiz. Şu saatte gidebilirsiniz, ama beklemek lazım. Son dakikada tuzaktan kaçış olmadığını anlayıp Koh Lanta’ya bileti alayım bari dedim. 45 dakka bekledikten sonra bir araç geldi aldı beni. Başka bir acentenin önünde bıraktı. Buradaki agresif kadın bir buçuk saat sonra gideceksiniz deyince artık kan beynime sıçradı. Filmlerde kahramanın bu noktaya nasıl geldiğini görüp empati kurarsınız da, elmasını yiyip iplemeyen ilgisiz kişiye kötü gözle bakarsınız hani. O elma yiyenler gerçekten kötüler. Son araca da atladım, iki saat, iki feribot sonra Koh Lanta’ya vardım. Ben sahil şeridinden aşağı devam edecektim. Adam rezervasyon yaptırmadım diye beni merkezde indirmeye kalktı. Bana önceden gideceğin yere kadar abi, dert yok dediklerini söylememe gerek yok herhalde. Efendice bir kez daha anlatmaya çalıştım. Derdi 100 Baht tabi şerefsizin. Baktım nuh diyor peygamber demiyor …’nın evladı, ben de yüzüne gülümseyerek (gençliğinde mahallede Thai Boxing falan yapmış olabilir, sinirime rağmen riskleri hesapladım), yedi ecdadındaki kimseyi atlamayarak biraz söylendim iblis kılıklı vatandaşa. Zenon Paradoksu gibi seyahat. Son noktaya asla varamıyorum. En son fransız bir çiftle tuktuk paylaşıp, artık buralar iyidir herhalde deyip indim bir yerde. Birkaç pahalı yere baktıktan sonra sonraki günlerimi geçireceğim (henüz bilmiyordum) Sea Culture House adlı bungalovlara yerleştim. İlk sorum hamağınız var mı oldu. Daha sonra çok güldük ilk sorumun bu olmasına. Ama ömrümü yediler yolda bu son sefer. Haksız mıydım hamak sormakla?

Bir iki gün daha bir iki gün daha derken aynı yerde bitirdim ada tatilini. Gerçi bunda bitmiş olması gereken yağmur sezonunun devam etmekteki ısrarı da büyük etken. Hemen hemen hergün yağdı. İki İrlandalı hatun bir seneliğine kiralamışlar burayı. Patrondan çok müşteri gibi geziyorlar ortada. Tadını o kadar içtenlikle çıkarıyorlar ki müşteri olarak siz imreniyorsunuz. Aşçıları da fena değil. Servis başarılı. Ada olmasından dolayı fiyatlar normalin biraz üstünde ama rakı masası gibi donatmazsanız masayı, insan gibi iki bira içerseniz o kadar da beter değil. Sakinlik arayan insanlar için kesinlikle aranan yer. İster hamakta takılın, ister günbatımını minderlerden seyredin, ister ılık denizde yüzün, ister kumsalda yürüyün. Sea Culture House sizin mekanınız (buraları yazmak için iki gece oda ücretini düşürttüm hesaptan). Şaka bir yana ortamın rahat olması, havaların kötü olması ve hafif tropik bir adada hayat nasıldır merakım beklediğimden uzun kalmaya itti beni bu adada ve mekanda. Pişman mısın evladım? Değilim hakim bey. Bir daha vaktim olsa bir daha yaparım. Ama bu paragrafın altına da bir dipnot düşmem lazım. Fareleri de sevmeniz lazım bu adada. Başta tıkırtılara kıllanıyordum. Daha sonra görmeye de alıştım bambu kolonların üstlerinde. Sesi çok abarttıkları zaman sağa sola vurup 3-5 dakikalığına susturuyordum. Yiyecek içecekleri ulaşamayacakları yüksekliğe asıyordum. Ama son gün beklediğim oldu. Küçük çantanın ön gözünde unuttuğum çikolata parçası çantamdaki geniş delikle sonlandı. Ne çikolata merakıymış arkadaş, anlayamadım. En azından üfleyerek bizim kulağı, ayak parmağını yemediler diye minnet duydum. Herşey güzel ama bu küçük dostlardan bahsetmek de gerekiyordu. Bir gün ballandıra ballandıra yazmışsın, ama bu yaratıkları yazmayı unutmuşsun demeyin diye bana.

Geri dönersek, birkaç gün tembellik deniz hamak ve kitapla geçti. Sonra ara ara şehre inip kalamarların, yengeçlerin, midyelerin, balıkların tadına baktım. Adlarını hatırlamadığım sıradışı meyvelerden alıp alıp bungalova geri döndüm. Akşamları happy hour saatini bekleyip ikişer bira içtim (yerseniz). Böyle yerlerde zamanın günlerin izini kaybetmek çok kolay. Bir gün de bu mekanda beş haftayı aşkındır ikamet eden, sonra motorla kaza yapıp yamulan Fransız Ferid’in , hasarlı ama halen gitmekte olan motorunu ödünç alıp ada turu yaptım. Dönüşte yağmur bir yağdı tam yağdı. Eski Lanta kasabasını ziyaret ettim, daha sonra Gypsy Village dedikleri, vaktinde deniz göçebeleri olan ama daha sonra buraya yerleştirilip adada balıkçılık falan yapan çingenelerin kasabasını ziyaret ettim. Evler denizin üstüne doğru kurulmuş barakalar. Balkonda gazete okurken balık tutabilirsiniz. Ama gelgitlere dikkat. Suların bu kadar çok yükselip alçalabileceğini hiç hayal etmemiştim doğrusu. Coğrafya dersleri hayalgücünü arzulandığı düzeyde tetiklemiyormuş meğer. Sular çekildiği zaman teknelerin hepsi karaya oturuyor. Enteresan gözüküyorlar. Gelgitler aynı zamanda kayaları da çok iyi saklıyorlar. İlk gün deniz yüksek olunca kayaları görmeyip denize girmeye kalkmıştım. Çok akıllıca değilmiş. Halbuki 50 metre yürünce Sedir Adası gibi yerden giriyorsunuz denize. Tatilin devamında bu taraftan girmeye devam ettim. Ben soğuk denizden ve soğuk duştan hiç hoşlanmam. Deniz suyunun soğukluğundan şikayet etmeden ilk defa denize girdim uzun yıllar sonra. Arada pek sevgili dostlarım olan fillere bir ziyaret daha gerçekleştirdim. Ama bu fil Chiang Mai’da ki gibi çalışkan çıkmadı. Bunun binicisi köyün delisi çıktı. At da sahibine göre kişniyor demek ki. Öyle dura kalka turladık. Ama yine de muhteşem hayvanlar.

Adada böyle böyle geçti günler. Sonra beni tembellikle itham eden mailler almaya başladım. Blog ikinci plandaymış, hamak birinci plandaymış gibi iğneleyen, kalbimi bir bıçak gibi delen mailler. Hamakta huzurla uzanamaz oldum. Günbatımı benim için güneş tutulması gibi karanlık gözükmeye başladı. Yediğim herşey kireç tadı verdi. Bira kafa bile yapmadı. Ben de o dakika anladım ki Bangkok’a dönme vakti geldi.

Bu sefer adada gevşemiş olduğumdan hiç sormadım otobüs direk mi, aktarması, derdi var mı diye. Hayır abi deyip aynı otobüse tıkacaklar bizi nasıl olsa. Öyle de oldu zaten. İlk önce beni almaya, geldiğim gün güneye götürmek için ekstra 100 Baht isteyen şöför geldi. Ben pek iyi işaret olarak yorumlamadım bunu. Allahtan çok gitmeden başka bir minivana attı bizi. Ordan sonra iki saat yol, sonra bekleme, başka bir minivanla 2 saat daha, sonra otobüs. Asıl bomba ben ve arkadaşım gece yarısı mola yerinde yemek yerken otobüsün bizim çantalarla beraber bizi bırakıp gitmesi oldu. 30 dakika deyip 15 dakika içinde gitmeleri bana biraz kötü niyet varmış gibi düşündürdü. Mola yerindeki amcanın yardımcı olmaması bunun geleneksel olabileceğini de pekiştirdi. Biraz polisi arıyoruz, biraz sert çıkış derken başka bir şöför aradı o otobüsün şöförünü. Yarım saat sonra geri döndü sıfatsız. Üzgünmüş bilmemneymiş. Çantaya kavuştuğum için sevindim tabi. Ama Bangkok’a dönünce yeni aldığım kokumun, en üstteki banyo çantamdan aşırıldığı farkettim. En azından daha beteri olmadı. Yoksa 8-9 ay daha aynı terlik, don ve atletle gezecektik. Sırf otobüslerle ilgili blogu açsan açılır arkadaş. Bundan sonra daha dikkatli olmak lazım. Boşluğa gelmiyor bu işler. Bangkok’a geldim yeniden. Ev gibi oldu burası zaten. Aynı tuktukçuyla şakalaşıyorum, önceden anımsadıklarıma selam veriyorum. Ama artık Singapur’a geçme vakti geldi. Biletimi teyit eder etmez güneye uçuyorum. Ordan da ver elini Malezya. Sonra da Caponya…

9 Kasım 2009 Pazartesi

Siem Reap - Angkor


Siem Reap’e varınca otobüs etrafı kapalı tarla gibi garip bir yerde durdu. Bizden önce giden arkadaşlar orada kalacak diye biz de Garden Village adlı guesthouse’a gitmeye karar verdik. Hem şehirden 4 km kadar uzaktaki otobüsten aldıracaklardı bizi. İndik, vatandaşın biri kartona adımı yazmış ama soyadın uzaktan yakından alakası yoktu. Bir tek ilk harf tutuyordu. Ama adamımızı bulduk. Tam çıkalım derken kıytırık gardan kapıları kilitlediler. Haydaaa… Ne iş dedik, içerde çok eşya varmış, millet hücum etmesin diye kilitlemişler. 10 dakika güneşin altında dikildikten sonra açtılar. Biz de kaçtık, otele yerleştik. Saat geç olduğu için biraz şehir turuyla geçirdim vakti. Şehir merkezinde yollar savaş meydanı gibi, delik deşik, toz toprak. Ben Angkor’a gelen insanlar için altyapı çalışmalarına yordum ama o kadar da emin değilim.

Ertesi gün için, Angkor Wat’da çok güzel olduğu söylenen gündoğumunu seyretmek için saat beşte buluşmaya karar verdik arkadaşlarla. Sabah kalktık, ama hava maalesef hem kapalı hem yağmurluydu. İki saate kalmaz kesin açar dedim ben arkadaşlara. Bu sefer de yedide buluşmaya karar verdik. Gidip biraz kestirip tekrar kalktık. Lobide buluştuk, baktık yağmur şiddetini arttırmış. Çatıdaki restoranda bişeyler atıştıralım, yağmur diner birazdan dedim. Çıktık kahvaltı ettik. Kahveyi içtik. Hava aynı. Eşek ölecek, ters dönecek de karnı güneş görecek… Sonra bir akıllı internette hava durumuna baktı. Bütün gün yağmurlu olacakmış. Bana değil de meteorolojiye inandıkları için biraz bozuldum. Halbuki pozitif enerjiyle çözecektim hava durumunu. Moralim bozuldu. Sonra gittim beleş internet olan bir cafe buldum. Pahalısından bir dolara kahve söyledim. İyice yayıldım. Bir kahveyle beş saat oturdum aynı yerde. E-maillere baktım, cevap falan yazdım (Aloo, mail attıklarım, niye cevap yazmıyorsunuz?). Liseden arkadaşım Çağatay da mail atanlar arasındaydı. Bana Siem Reap’de bir mekan tavsiye etmiş. Açtım linki baktım. Mekan çok tanıdık. Masalar sandalyeler falan. Sonra ismine baktım, etrafa baktım. Zaten o mekana gelmişim. Hemen mail attım Çağatay’a. Dedim ki, olum sen giderken biz geliyorduk, ben o mekanın müdaviyim zaten. Dünya küçük. Bu arada şehirde baya fiyakalı yerler de mevcut. Angkor’dan beslenen bu kente turcu zengin turistlerde geliyor tabi. Kaliteli oteller, alımlı cafeler ve restoranlar her yerde. Ama ben Barış arkadaşımın tavsiyesiyle barlar sokağının girişinde akşam kurulan yemekçilerde tıkındım daha çok. Diğer elemanları da alıştırdım. Komisyon alsan alınır yani. Bir dolara tepeleme pilav ve güzel yemek yenebiliyor. Çok güzel meyveli shake de yapıyorlar, rendelenmiş buzla. Hava muhalefeti dolayısıyla ilk gün maalesef böyle geçti. Ertesi gün kıyamet de kopsa beşte buluşmaya karar verdik. Müslüman tuktukçu Ali kardeşimizle akşamdan 10 dolara anlaştık ertesi gün bizi gezdirmesi için.

Ali sözünün eri çıktı (müslüman çocuk tabi), sabah beşte kapıdaydı. Üç kişi atladık tuktuğa. Portekizli kız uyuyakalıp gelemedi, bizim tuktuk payımız bir anda 83 cent arttı. Küfrettim kıza. Sabah ayazında hafiften titretti bizi tuktuk. Kapıya vardık, girişte üç günlük 40$ olan ücreti verdik, fotoğramızı çekip biletimizi verdiler. Kaybetmeyin diye de tembihlediler. Yoksa bir daha para alırlarmış. Haklılar. Yola devam ettik. Bu alan öyle bizim tarihi yarımada gibi değil. Bir keresinde İstanbul’da Avcılar dolmuşu şöförünün köylüsüne şehrin büyüklüğünü tarif etmesine şahit olmuştum. “Bizim köyden 20 tane düşün” diyordu. Büyük köymüş. Dışarda kalan tapınaklarıyla oldukça geniş bir alana yayılmış. Bizim tarihi yarımadadan en az 40 tane derim.Yürüyerek gezmek falan mümkün değil. Motosiklet kiralanabilse harika olur. Özgürce gezilebilir. Ama sanırım tuktukçular odası (ya da mafyası) bu işe taş koyuyor. Herneyse…

Angkor Wat’a yaklaşırken içimden sabah sabah kimse yoktur orda dedim. Varınca gördük ki bütün Siem Reap orada. Özellikle Japonlar çoktan tezgahı açmışlar, üçayakları falan kurup, beş metrelik fotoğraf makineleriyle güneşi bekliyorlar. Önemli olan bunu tecrübe etmek, öyle üçayakla beklemek değil dedim kendi kendime. Sonra iyi bir nokta bulup ben de makineyi çıkarttım. Şansımıza o sabah hava güzeldi. Güneş de kızıl renkli ufukta belirdi. Devasa yapının silüeti sabah güneşiyle harikuladeydi. Bu manzaradan sonra hazır tuktuk ayarlamışken uzak yerlerden başlayalım diye karar verdik ilk gün için. 2-3 günde her yeri görmek mümkün değil, eğer ki önünden tuktukla hızla geçerken fotoğraf çekip şöyle bir bakarım demiyorsanız. Tercihlerde bulunmak zorundasınız. Biz ilk gün big loop dedikleri geniş daireyi gezdik. Her yeri de tek tek anlatmak mümkün değil. O kadar çok tapınak ve yapı var ki. Ben ne hissettiğimi ve genel izlenimlerimi yazmaya çalışacağım.

Tarihiyle ilgili çok kısa da özet geçelim. 9. yüzyılın başlarında Khmerlerce kurulup, 12. yüzyılda altın çağını yaşayıp, 14. yüzyıldan sonra diğer etkenler ve savaşlarla zayıflamaya başlayıp, 16. yüzyıl sonlarına doğru da terkedilen Angkor, 19. yüzyıl ortalarında keşfedilmiş. Uzun zaman, inanç sistemi olarak Hinduizm hüküm sürmüş ama 12. yüzyıldan sonra Budizm de işin içine giriyor. İkisi de Hindistan menşeili olan bu inanç sistemlerinin yanında kendi eski tanrılarına da paralel inanış sürmüş. Biz Türkler atlar, avratlar, silahlar ile Anadolu’ya kök salarken Khmerler de Angkor’u inşa ediyorlarmış anlayacağınız. Bizim her padişahın kendi adına cami yaptırdığı gibi Khmer kralları da az ileriye kendi şehrini / tapınağını inşa etmiş. Angkor da genişledikçe genişlemiş ve bugün görebildiğimiz (kalanları tabi) muhteşem halini almış.

Angkor’a dönersek. İlk olarak doğası bir çarpıyor insanı. Muhammed Ali’nin Zaire’de George Foreman’ı nakavt ettiği artarda iki yumruk var ya. Doğa ilk yumruk, sonra bu doğanın içindeki tapınaklar-yapılar düşüren ikinci yumruk. Biz ilk Preah Khan’dan başladık. Ormanın içindeki bu tapınağa girince bilgisayardaki macera oyunlarında gibi hissediyor insan. Belki de ziyaret ettiğim ilk yer olduğu için baya sevdim burayı. Duvar kabartmaları, heykeller, mimari, yer yer çökmüş olduğu için labirent gibi sizi dolandıran koridorlar, cinsini bilemediğim ama yapıların içinden çıkıp büyümüş, enterasan kökleriyle taşlara tutunan ağaçlar zamanın kaybolmasına, mekanın gerçekliğini kaybetmesine yol açıyor. Demedi demeyin!

Akabinde irili ufaklı tapınakları gezdikten sonra Ta Prohm’a geldik. Bu yapı Angkor’un keşfedildiği zaman ki halinin tasavvur edebilmesi amacıyla olduğu gibi bırakılmış. Ağaçlar ve bitkiler haliyle burayı ele geçirmiş, ve hüküm sürüyorlar. Tapınakların içinde, üstünde büyüyen ağaçlar da fotoğraf çekmek için oldukça etkileyici görüntüler yaratmış. Hatta belli noktalarda platformlar koymuşlar. Turistlerde sıraya girip, sıradan çıkıp, platforma geçip, düğün fotoğraflarında nasıl 32 diş gösterilerek sırıtılıyorsa o şekilde poz veriyorlar. Baya eğlenceli görüntüler çıkıyor ortaya. Tomb Raider filminin bir kısmı da burada çekilmiş (Bilgisayar oyunundan esinlenilen filmlerden hiç hazzetmem, o yüzden bilmiyordum). Bu sebeplerden ötürü en popüler ziyaret noktalarından biri Ta Prohm. Kalabalığa rağmen içiçe geçmiş tarih ve doğa ağızları açık bırakıyor. Buradan sonra da gezmeye devam ettik. İlk gün sabah beşte kalkmanın verdiği yorgunlukla sonlara doğru biraz bitap düştük. Günbatımı için Angkor Wat’a geri döndük fakat hava bulutlanmıştı ve ekipçe sallanıyorduk. Biz de günbatımını ertesi güne bırakıp otele yollandık. Akşam dokuzda uyudum.

Hergün tuktukçu Ali’ye çalışacak halimiz yok. 40$’ı vermişiz, belimiz bükülmüş zaten. İkinci gün, günlüğü bir dolardan pinokyonun irisi bir bisiklet kiraladım. En kıytırığı benimkisiydi ama su kaynatmadı yolda. Erkenden yola koyulduk. Daha şehirden Angkor’a varmadan, keşke Ali’nin tuktuğunu tutsaydık diye düşünmeye başladım. Çok da kral elemandı ayrıca. Ama yılmadım ve pedalları çevirmeye devam ettim. İlk durak Angkor Thom’un göbeğindeki Bayon’du. Şahsen beni en çok Bayon etkiledi bütün Angkor sınırları çerçevesinde. Kulelerdeki yüzler bir garip bakıyorlar. Yapının tamamı zaten muhteşem bir yapı. Ama detaylara girdiğiniz zaman başınızı daha da döndürüyor. Yürüdükçe, dolandıkça yeni bir şey çıkıyor karşınıza. Baya bir fotoğraf ekledim burayla alakalı olarak. Umarım beğenirsiniz. Bayon’da saatler geçirilebilir. Ben de baya bir dalıp arkadaşları dışarıda bekletmişim. Ne yapayım, onlar da daha çok gezselermiş…

Buranın devamında Angkor Wat’ın kuzeyindeki Angkor Thom’u dolaşmaya devam ettik. Elephant Terrace duvar kabartmalarıyla geniş ve ihtişamlı. Arka tarafına devam edip sağa doğru daire çizerek ormanın içinde etkileyici yapıları görebiliyorsunuz. Buraları da keyifle gezip öğle yemeğini yedik. Zaten her yer lokanta. Her tapınağın çıkışında, içinde dışında milyonlarcası var. Menü fiyatları da olması gereken rakamların 3-4 katı. Siz bir şey demeden kendi kendilerine yarı fiyatına iniyorlar. Neyse biz de yemeği yedik, bisikletlerle genişten alıp Angkor Wat’a gidelim dedik. Fazla genişten almışız, biraz geç gittik.

Günbatımını da bu sefer yakalamayı umut ediyorduk. Girip gezmeye başladık Angkor’u. Dünyanın en büyük dinsel yapısıymış diye yazıyor kitaplar. Alansal olarak olsa gerek. Doğrudur çünkü kapıdan girip tapınağın kendisine yürümek bile hallice vakit alıyor. Duvar kabartmalarını inceleyerek arka tarafa doğru devam ettik. Sonra bizim Katalan elemanı kaybettik. Saat de iyice geç olmuştu. Ben ve isveçli arkadaş üst avluya çıktık. Buradan sonra bir üst kademe daha var fakat buraya çıkış yasak. Hep mi böyleydi, geçici olarak böyle bilemiyorum. Ben de avluda dolanıp fotoğraf çekiyordum. Sonra baktım görevlinin biri bana doğru yaklaşıyor. Saat de geç. Aha dedim, adam bizi güzelce gezemeden atacak buradan. Son ra bilin bakalım ne oldu. Adam kulağıma üst katı görmek ister misin dedi. O kadar adamın arasından niye beni seçti hala anlamış değilim. Potansiyel bir şeytan görünümüm mü var ki? Resimlerde görebildiğiniz üzere gayet kendi halinde, sessiz sakin, masum bir tipim var. Ben de kendisine “Bayım, tabelalarda okuyabildiğim kadarıyla yukarıya çıkış yasak. Rica ederim beni bu yasadışı işlerinize alet etmeyin” dedim. Şaka tabiki, hemen ne kadar istiyorsun diye sordum abiye. O an neden beni seçtiğini kavradım hemen. Adam kaşarlanmış, gözünden tanıyor rüşvetçileri. 10 papel dostum dedi. Ooo çokmuş abi, gel bu işi beşe çözelim dedim. Baktım tuzu kuru, döndü gidiyor. Abi bir dakika bir dakika, yanlış anladın dedim. Uzaklarda dolanan isveçli kızı buldum, tosla beş papeli, günbatımını çatıdan seyredelim dedim. Sorgusuz ok dedi. İsveç gibi modern ve gelişmiş ülkeden gelen bu hanfendinin rüşvete hemen evet demesini içimden ayıpladım. Ama beş papeli kurtardığım için de sevindim. Abiye on papel tamam ama iki kişi dedim. Geçin şurada fotoğraf çekiyormuş gibi yapın, oyalanın dedi. Sonra kalan ecnebileri kapattık diye çıkarttılar. Geldi bizi aldı, çıkarttı yukarı. Rehberlik bile yaptı, anlattı. Günbatımı hakikaten şahaneydi. Rüşvetin her kuruşunu helal ettim. Seneye gelsek bedava olur mu dedim. Ciddiye aldı, arkadaşların da payı var, olmaz dedi. Saat de geç olunca yasadışı çatı turumuz biraz aceleye geldi tabi. Ama kimsenin gezemediği yerleri gezmek de oldukça keyif verdi. Osmanlı’dan genetik mirasımız olan rüşvetin önemini bir kez daha Kamboçya’da kavradım. Rüşvetçi abiyle helalleştik, teşekkür ettik ve ayrıldık. Zaten karanlık çökmüştü. Lambasız bisikletlerle, çukurlu yollarda yolumuzu bulduk ve geri döndük.

Angkor en az üç gün gezilmesi gereken bir yer. Tamamını sindirerek görmek için ise ben en az beş gün derim. Ben iki gün gezdim. Laos’ta da planladığımdan uzun kaldığım için Kamboçya biraz kısa oldu. Hem Kamboçya’nın diğer bölgeleri, hem de Angkor’un detayları için bir daha gelmeye söz verdim kendime. Olur mu bakalım. Yazıda belki heyecanı tam aktaramadım ama imkanı ve fırsatı olan herkes buraya gelmesini tavsiye ederim. Yaşamak görmek, koklamak gerek bu tarihi mekanı.

Siem Reap’de son geceyi Laos’tan beri tanıdığım arkadaşlarla helalleşerek geçirdim. Kimisi vietnam’a (Başharfi bilerek büyük yazmadım. Vize vermediler, bu da benim intikamım olsun), kimisi ülkesine, kimisi Tayland’ın adalarına devam edecekler. Ben de Bankok’a döndüm. Şaka maka 2,5 aydan beri yollardayım. Düşündüm de, bir tatili haketmişim. Singapur ve Malezya’ya gezmeden önce biraz da Tayland’ın adalarını göreyim. Başta kuzeye devam edip sahilleri sonraya saklamıştım zaten. Henüz nereye ya da nerelere gideceğime karar vermedim. Bakalım…

3 Kasım 2009 Salı

Phnom Penh

Festival - Yarışçılar

Otobüslerle ilgili yazmadan edemiyorum maalesef. Son yazımda atladığım bir detayı hemen yazıp rahatlayayım. Otobüs kıyaktı allah için. Yazmak istediğim başka bir şey. İyi otobüslerde tuvalet ve televizyon var. Laos’ta tv olan otobüslerde genelde karaoke videoları oynatılıyor. Genelde doğada çekilen bu kliplerde bir grup gitarlarıyla şarkı söylüyor, siz de altta yerel dilde takip etme şansını yakalıyorsunuz. Gerçi şans kısmı tartışılabilir. Laos’tan Phnom Penh’e giderken ise Laos’tan değişik olarak Rambo II’yi koydular. Kmerce anlamakta biraz güçlük çektiysem de uzun süre takip edebildim. Sonlara doğru uyuyakalmışım. Uyandım. Tv’ye baktım. Rambo ucunda patlayıcı olan oklarıyla rus helikopterlerine saldırıyor. Vietnam’ın yağmur ormanları çöle dönmüş. Hindistan’da dediğim gibi tekrardan “ne içirdiniz lan bana?” dedim kendi kendime. Film bitmiş, adamlar üçüncüsünü koyup devam etmişler meğer. Uyku sersemi tam idrak edememişim başta. Bence süper hareket. 12 saati bulan yolculuklarda Baba serisini koysalar, bütün yolu kurtarabilir insan…

Phnom Penh’de ise şöyle bir şans / şanssızlık oldu. Yağmur mevsiminin bitimine tekabül eden günlerde “Water Festival” dedikleri su festivali kutlanıyor. Üç gün süren bu festivalde ülkenin her yerinden gelen insanlar ve şehrin sakinleri Tonle Sap Nehri’nin kıyısına akıyor. Ülkede hayat duruyor. Kürekli kayıklara doluşan yarışçılar nehirde üç gün boyunca yarışıyorlar. Havai Fişekler atılıyor, eğlence, yeme içme devam ediyor festival boyunca. Nehir kenarı seyyar satıcılar, her türlü ama her türlü (yılan, hamamböceği, çekirge, meyveler, tatlılar vs.) gıda ürününü satan insanlar, yarış sırasını bekleyen kürekçiler tarafından dolup taşıyor. Çocuklar koşturuyor oynuyor, insanlar gülüyor. Bu festivali kıyısından da yakalamak şans kısmı idi. Şanssızlık ise üç gün boyunca duran hayat sebebiyle, zaten kısıtlı olan vaktimde şehri istediğim kadar gezememiş olmak. Pek çok gezilecek yer ve dükkanlar kapalıydı. Başka zaman rahat vermeyen tuktukçular bile ortadan kayboldular. Muhtemelen nehir kenarında kafa çekiyorlardı. Makul fiyatlara satılan Angkor Beer (Ülke’nin bayrağı dahil herşey Angkor’la bağlantılı) de içilir hani. Hele de mevsimlerden festival mevsimi ise. Kızmadım kimseye. Üç gün de doya doya eğlenmek, dinlenmek herkesin hakkı.

Şehre dönelim. İlk günün sabahı Tuol Sleng Soykırım Müzesi’ni ziyaret ettim önceden tanıdığım birkaç arkadaşla beraber. Burası önceden lise olan, fakat Kızıl Kmerler’in yönetiminde, 1975-1979 yılları arasında hapishaneye çevrilmiş. Sınıflar küçük hücrelere ve işkence odalarına dönüştürülmüş. Doktorundan rahibine, sanatçısından kendi parti üyelerine kadar pek çok insan burada işkence görmüş, öldürülmüş. Müzede işkence odalarını, buradan geçen insanların fotoğraflarını, insanın içine girmekte zorlanacağı hücreleri, işkence aletlerini, kurşunlanmış kafataslarını görebiliyorsunuz. İnsan bir garip oluyor. Soykırım burada ne ilk defa olmuş, ne de dünyada son defa olacak. Her soykırımda artık bu zamanda bu nasıl olur diyor insanlar, ve soykırımlar yaşanmaya devam ediyor. Devam da edecektir mutlaka. Kızıl Kmerler’in lideri Pol Pot kendi görüşleri doğrultusunda ülke nüfusunun üçte birini katletmiş. Rakamlar farklılık gösterse de üç milyon civarında Kamboçyalının bu rejim sırasında öldürüldüğü düşünülüyor. İnsan diyecek bir şey bulamıyor, sadece kar gibi bir surat ve hafif bulanan bir mideyle gezebiliyor bu kanlı mekanı. İnsanın içindeki canavarın, kafasındaki fikirlerin, paranoyasının yapabileceklerinin bir üst sınırı yok. Ara ara unutsak da böyle yerler bize hatırlatıyor kötülük potansiyelimizi. Oldukça da büyük bir potansiyel maalesef.

Kötülük kısmından ilginçliklere geçeyim biraz da. Burada türlü türlü yiyecek bulmak mümkün. Şehir turunda pazarlara da uğradım. Genel olarak Güneydoğu Asya pazarları birbirine benzese de burada hamamböceği, yılan ve örümceklere rastladım farklı olarak. Duymak başka ama görmek başka. Kızartılmış ya da ızgara olarak satılan bu hayvanlar bizim gözümüze biraz değişik gözüküyor tabi. Hamamböceği ve fare yiyebileceğimi sanmıyorum. Büyük konuşmak istemem gerçi. Ama şişteki yılanı denedim. Fena da değildi. Dünyanın en yumuşak eti sayılmaz ama çerez niyetine arada yenebilir. Çıtır çıtır gidiyor vallaha. Henüz örümcek yeme şansım olmadı ama bulursam bir dahaki sefere denemeyi planlıyorum. Farklı yerler, farklı kültürler, farklı ağız tatları. Bu arkadaşları bizim memlekete götürsek, onlar da masada gözleriyle bize bakan kelleye garip bakabilirler, bilemiyorum.

Kamboçya’nın bir diğer enterasan tarafı ise para işleri. Ülkede dolarla harcama yapıyorsunuz. Kendi para birimleri riel pek rağbet görmüyor. ATM’lerden dolar çekiyorsunuz. Restoran ve marketlerde dolar harcıyorsunuz. Rielle de ödemek mümkün tabiki. Ama menüler halk pazarında bile dolarla. Dolar veriyorsunuz, bozuk parayı riel olarak alıyorsunuz. Bir doları da 4000 Riele sabitlemişler (gerçek kur 4200 civarı). Kafalarına göre oynuyorlar parayla. Para üstü verirken 4000’den, rielle ödemeye gelince 4200’den hesaplanıyor. Birileri bizi seviyor ama yapacak bir şey yok. Gülümseyip paraları harcamaya devam ediyoruz. Aç mı kalalım yani?

Son olarak, her yer kapalı olduğundan ben de Phnom Penh’i burada kapatayım. İstediğim kapsamda gezemedim açıkçası. Bir daha gelmeye bahane olsun diyelim. Ama sokakları arşınlayıp festival ortamını yaşadım. Toplu taşıma olmadığından motoruyla taşıma yapan insanların ulaşım araçlarını kullandım (arkaya oturup gidiyorsunuz). Lüks berberde kafayı kazıttım iki dolara, bir dolara saçımı yıkattım. Kafaya bir masaj yaptı abla, az daha temiz kafayı bir daha yıkatıyordum. Kollamam gereken çantam olmasa (bütün dünya bizim çantanın peşinde ya) uyuyabilirdim. Bir şişe Jim Beam’i 8 dolara aldım (içmek amaçlı değil, hatıra amaçlı). Ve Siem Reap’e doğru otobüse bindim. Şimdi sallıyorsunuz diyeceksiniz, bu otobüste de Rambo serisinin dördüncüsü olan “John Rambo” filmine denk geldim. Üç günde Rambo manyağı yaptılar vallahi. Seyretmemiş olanlara dördüncüsünü tavsiye etmiyorum, hele Kmercesini hiç. Dünyanın yeni yedi harikasından biri olan Angkor Wat sırada…

1 Kasım 2009 Pazar

Pakse - 4000 Islands

Otobüsten inip, haritada nerde olduğumu bulup, şehre doğru yürümeye başladım. Tuktukçular yine “nereye, şehre mi, yürünür mü o kadar yol, taa anasının nikahı…” gibi sataşmalara yeltendiler. Ama artık alıştığım için istifimi bozmayıp, sırt çantamla ahenk içinde, salınarak yürümeye başladım. 20 dakikalık yürüyüşten sonra (buna gitmem gereken caddeye paralel gidip kaybolmam da dahil), bu sefer, artık gözümdeki değeri gittikçe azalan lonely planet rehber kitabından makul gözüken bir guesthouse bulup yerleştim. Hakkını yemeyelim, güzel bahçesi, temiz odaları vardı. Bahçedeki tek sorun ise sadece bir tek hamak olmasıydı. Diğer beton banklar hiç rahat değil. Haliyle hamağa kim yerleşirse, diğer misafirler kitap okuyor kisvesi altında, göz ucuyla, bu şahsın gaflette bulunup kalkmasını kolluyorlar. Yalan yok, ben de bekledim, ve sonunda bir kerelik de olsa yerleştim hamağa. Çişim gelmesin diye, dehidrasyon riskini bile göze alarak su içmeden yattım, sallandım. Sonrasında da mesane artık dayanamayacak hale gelene kadar direndim. Ama kitabıma konsantre olamadım. Çünkü sırasını bekleyen insanlar beni husursuz ettiler iblis bakışlarıyla. Hamaktaki insana hiç saygı yoktu maalesef. Bazı otobüs yolculuklarında da aklıma sık sık gelen, pantolon / şort altından belli olmayan, yetişkinlere özel bebek bezi fikri bu noktadan sonra ciddi bir girişim planı olarak aklımın bir kenarına yerleşti…

Pakse de güneye inenler için geçiş noktası. Şehirde görecek bir şey yok. Ama yakın mesafedeki Boulaven Platosu çok tavsiye ediliyordu. Şelaleleri, kahve yetiştirilen bölgeleriyle görülmeye değermiş. Oldukça geniş bir alana yayılan bu bölgeyi gezmek için en iyi yol 6$ verip motor kiralamak. Tam tur için 2-3 gerekiyor. Ben de guesthouse’da tanıştığım bir portekizli, bir isviçreli ile motor işine girmeye karar verdim. Tek sorun isviçreli arkadaşımızın daha önce hiç motor kullanmamış olmasıydı. Sabahtan gittik motorcuya. Tereddütsüz çıkardım verdim parayı, pasaportu da bıraktım. Sigortalı motorlar kiralanmış çoktan. Sigorta yok dedi. Ben de korkma dostum dedim, ve yanımdan hiç ayırmadığım muskamı tezgaha koydum, ve “benim sigortam bu” dedim. Anlamadı, ben de açıklamadım yardımcı olan arkadaşa. Aldık motorları, isviçreli çocuğa gazı, freni gösterdim. Viteslerde aşağı yukarı böyle değişiyor dedim (yaklaşık olarak anlamında değil, vitesler hakkaten aşağı ve yukarı hareketlerle değişiyor). Muskan var mı diye sordum. Anlamadı. İsviçreli dostumuzun sağlık sigortası sağlamdır, bir şey olursa helikopterle gelip alırlar, buna bişey olmaz diye düşündüm. Ve yola çıktık.

Bizim vakit bir günle kısıtlı olduğu için şelaleri gezmeye karar verdik. Üç tane baba şelale var. Sırayla başladık gezmeye. Şelalelere anayoldan sonra toprak yola girerek gidiliyor. Yollar da kaygan. Arada isviçreliye de bakıyorum yapışmasın yere diye. Ama off road işini keyifle ve tek parça olarak bitirdik. Çağlayanlara varmakla bitmiyor iş. Her şelalede bir adam dikiliyor. Hem şelaleye giriş ücreti, hem park ücreti talep ediyor. Motoru yola koyayım diyorsun. Cııkk, olmaz diyor. Şimdi yola koysan, gidip tekmeyi basacak, ya da şelaleye falan almayacak. 40 kuruş için de kavgaya değmez. Her şelalede aynı hikaye. Ben de fazla uyuzluk yapmayıp verdim paraları. Pazarlığa da gelmiyor allahsızlar. İlk şelale küçük ve sevimli idi. Asıl baba şelale(ler) 2.siyidi. Sanırım 120-130 metre yüksekliğinde olan bu şelaleler acaip güzel ve derin bir vadiye doğru akıyor. Yukarıdan tamamı gözükmüyor. Baktım, isviçreli adrenalinin etkisiyle “buradan sonrası tehlikeli” yazısının arkasına doğru devam ediyor. Ben de devam ettim. Portekizli kız yüksekten hazzetmiyormuş, onu kelebeklerle oynasın diye bıraktık. Yokuş aşağı gidiyorsun ve rutubetli toprak aynı buz gibi kayıyor. Ağaç dallarına, köklerine tutunarak indik biraz. Burdan da güzel gözükmüyordu şelale. Yol da var aşağı. E biraz daha inelim dedik. Daha da dikleşti. Son durduğumuz noktadan manzara süper, ama eğimli toprakta ancak ağaca tutunarak fotoğraf mümkün. Çünkü aşağısı Bungee yaptığım yükseklikte. Tek fark, buradan aşağı uçarsan ip yok. Hafif başım döndü, azcık ayağım da kaydı ama ağaçlar yardımıma yetişti. Artık yüksek yerlerden sakınmaya karar verdim kendimi. Burdan da salimen ve nefes nefese çıktık. Son nokta ise etrafı mesire alanı gibi olan, yaklaşık 30 metre yüksekliğindeki şelale idi. Aktığı yerde öyle bir su kaldırıyor ki, beş dakikada sırılsıklam olduk. Biraz güneşte kuruyup karanlık basmadan geri yola çıktık. Yolda ananas ve tropik meyvelerden oluşan enerji desteği aldık. Günü kazasız belasız bitirdik. Ertesi gün de Laos’un en güneyi olan Si Phon Don’a (4000 Islands) geçtik.

Pakse’den tanıdığımız Oi Hanfendinin bungalovlarına yerleştik. Nehrin ortasında pek çok adacık bulunan bu bölgeye 4000 Islands deniyor. Rakam biraz şaibeli. Biz küçük olan Don Det’e geçtik. Mutluluğun soyut değil, somut bir kavram olduğu bu adada yapılacak en güzel iş, bütün gün hamakta yatmak, sıkılınca da tebdili mekanda ferahlık vardır deyip, yerde uzanmak, akşam olunca günbatımına karşı Beer Lao yudumlamak, sonunda da uyumak. Elektrik sadece akşamları beş saat kadar mevcut. Ben kaybettiğimi düşündüğüm kafa lambamı son gün bulduğum için geceleri tuvalete telefonla gittim. Son gece hariç, dört gün boyunca kaldığım mekanın 100 metre dışına çıkmadım. Bir sürü insanla tanışıp eğlendim, dinlendim. Kafa toplamak ya da kafa dağıtmak için ideal olan bu adaları her Güneydoğu Asya gezginine tavsiye ederim. Özellikle günbatımları, hamaklı dinlence ve gevşek hayat buranın cezbedici özellikleri. Kaldığınız yerlerin basitliğini yadırgamıyorsanız, bu adalar görülmeye değer.

Dört günün sonunda Kamboçya’ya geçme vakti geldi. Sınırın dibindeyiz zaten. Benim vize hazırdı ama sınırdaki rüşvet döngüsünden dolayı strip kulübüne gider gibi birer dolarları hazırladım. Laos’dan çıkış damgası, bir dolar. Kamboçya’da sağlıktan sorumlu arkadaşın ateşinizi ölçmesinin bedeli, bir dolar. Giriş damgasının basıldığı noktadaki son rüşvet, iki dolar. Kamboçya’ya giriş, priceless… Aynı bizim gümrükler gibi: tarife belli! Sakin bir yolculuktan sonra Phnom Phen’e varıp göl kenarında bir guesthouse ayarladım. Burada enterasan şeyler yeniyormuş. Denemek lazım…