27 Aralık 2009 Pazar

Tokyo

Evet, sonunda Japonya’dayım. Ama Buraya nasıl geldim? En son Kuala Lumpur’a gidip ayarlarım herşeyi diye düşünmüştüm ve yazmıştım. Netekim de öyle yaptım. Pazartesi yolda geçti. Bir gece öncesinde de adaya veda niteliğinde bir gece olduğu için uyumadım. Sabah 06:30’da atladık araca ve akabinde diğer araçlara. Akşam Kuala Lumpur’a vardım. Gittim aynı yere (Bedz KL), bir yatak buldum. Ertesi öğlen aradım konsolosluğu umutsuzca. Aaaa dedi hanfendi, sana iyi haberlerim var, yarın pasaportunu al gel. E madem iyi haberin vardı, niye vermedin??? Öyle demedim tabi, sevindim. Tam alternatifleri düşünürken (ki bunların içinde Bali de vardı ve görmem için çok neden sıralanmıştı) vize çıkınca ikilemde kaldım. Bilet fiyatları da el yakıyordu zaten Bali için. Ben de rotadan şaşmayayım bari dedim. Kazara vizeyi alırsam diye Çiğdem Hanım’ın yardımıyla iki gün sonraya yerim hazırdı zaten Tokyo uçuşu için. Madem öyle kaçırmayayım dedim bu şansı. Hem yılbaşına Sydney’de olmak da var. Liseden arkadaşım Sezgi var orada. Yılbaşında orada olmak zaten ilk plandı. Yatak yemek içki bedava zaten. Sanki kendi evim gibi. Madem öyle dedim, acele et oğlum Efe. Malum, uçuş Singapur’dan. Koşturmam gerek.

Ertesi sabah erkenden kalktım, gittim konsolosluğa, yapıştırttım vizeyi. Çıktım hostele geldim. Çantayı hazırladım, kalanlarla helalleştim, yürüdüm Puduraya otobüs garına. 10:30 otobüsüne bilet aldım. 11:30’da otobüs dolunca kalktık tabi. Singapur sınırı dört saat kadar ama yine de geriliyor insan yetişemezsem diye. Ama yetiştik. Malezya’dan çıkışımı aldım. Singapur’a giriyordum ki bana sigara var mı diye sordular. Kendim kullanmıyorum ama Avustralyada ki arkadaşlar tutturdular Malezya’dan sigara getir diye. Kıramadım çoçukları. Attım çantaya üç paket. Onlar sorunca sigara durumunu, üç paket var ne olcak ki dedim. Ne mi olacak, sen şimdi şu arkadaki odaya geçeceksin kaçakçı dedi (öyle demedi ama ima etti). Geçtim, evrak falan doldurdular, ben bekledim. Ben bir kartondan fazla olursa sıkıntı olur diye hesap etmiştim. Yanlış düşünmüşüm. Evrak işi tamamlanınca gel peşimden dedi bir memur. Otobüs beni bekliyor. Otobüs kaçacak, uçak kaçacak, şimdi içeri de alırlar bunlar beni diye geçiriyorum içinden. Gümrük yetkilisi olduğunu düşündüğüm adamın yanına girdik. Sigara paketleri elinde. Sanki iki kilo eroin anasını satayım. Bilmiyor musun sen yasaları dedi. Bir paket bile olsa beyan etmen lazım. Vallahi bilmiyordum beyefendi dedim. Daha önce hiç suç işledin mi dedi. Kesinlikle hayır dedim. Biraz daha lüzümsuzca konuştu, ben de gülümseyip haklısınız dedim. Otobüs gitti gidecek. Aslında bunun cezası paket başına 200 Singapur Doları dedi. Ama sen saf birine benziyorsun, yanlışlıkla yaptığına eminim dedi. Gerçekten de öyle efendim dedim. Bu seferlik sadece vergisini alıyorum senden ama bir dahakine acımam keserim dedi. Ben de bir daha kesinlikle olmayacak diye yanıtladım ama içimden bir daha geleni öpsünler diye geçirdim tabiki. Ülkeye bak ya, üç paket sigara için bıdı bıdı ediyorlar. Sanki pahalı diye kaçak sokmaya çalıştık, çocuklar Malezya sigarası istedi diye attık ki çantaya. Ödedim 23 Singapur Doları vergiyi kredi kartıyla, çıktım, otobüs hala oradaydı allahtan. Singapur’a salimen vardım. Önceden kaldığım Inn Crowd’da dört beş saat kadar oyalandım. Gece kalmak hem pahalı hem de uçak erken diye gittim havaalanında yattım. Belim hala tutuk. Çok boşluk var sandalyeler arasında. Sabah kalktım bindim uçağa. Jumbo Jet çıktı uçak. Ne büyük uçakmış bunlar yahu. Hiç binmemiştim bunlardan birine daha önce. Ama konuyu dağıtmayalım.

Japonya ve Japonlar hep sempatik ve sevimli gelmiştir bana. Narita’ya kazasız belasız indik. Uçakta gerekli formları zaten doldurmuştum. Girişte vizesiz tak diye aldık 90 günü. Buraya kadar herşey iyi. Gümrük sırasına girdim. Elimde gümrük beyanı. Sütten dilim yanmış, yazdım 60 adet sigara var diye çantada. Başka da bir şey yok zaten. Sırada yorgun yorgun bekliyorum. Önümde iki kişi var. O sırada görevli memur bana doğru yürümeye başladı. Oh dedim, beni boşuna bekletmeyecek, o Singapurlu canilerden sonra bu çocuk çok kral çıkacak, sen geç, beklemene gerek yok diyecek diye bekledim. Beni hakkaten sıradan aldı, ama başka bir odaya götürdü. Sonra bir memur daha geldi. Gümrük beyan kartını aldı. İyice okudun mu dedi. Okudum dedim. Sonra bir dosya çıkardı. Bir daha oku dedi. Okudum, aynısıydı. Sonra okuduğum şeylerin resmini göstermeye başladı. Silah vs. var mı? Yok. Pornografi var mı? Yok, sabit diskte yeteri kadar yer olmadığı için evde bıraktım. Sonra uyuşturucu kısmında her birini vurgulayarak afyonundan girdi, eroininden çıktı. Marijuanasından ecstacy’ye devam etti. E yok kardeşim, napayım, gidip geri alıp mı geleyim. Hem zaten Singapur’dan uçmuşum, orada üç paket sigara için adamı öttürüyorlar, o saydıklarına kelle alıyorlar. Manyak mıyım ben? Sıra üst aramaya geldi. Önce pabuçlar çıktı. İki günlük yoldan sonra o ayakkabılar, çoraplar ellenmezdi ya, elledi saftirik. Ben de içimden beter ol falan diye sayıyorum tabi. Üst baş sağlam arandı. İki çantamın tamamını boşalttılar. Ben arada Barış Manço demeye çalıştım. Bir iki şarkı mırıldandım. Oralı bile olmadılar. Barış Manço’ya bile bu kadar tepkisizlerse birazdan plastik eldiveni de alır gelir bunlar diye gerildim. Ama çantalarım temiz çıkınca işbirliğim için teşekkür edip yolladılar. Japonlara – 5 yazdım girişte. Sanırım benim tip de günden güne kayıyor. Bir de Bangkok’tan aldığım şapkadan kurtulmam gerekecek. Herkes o şapkayla Kolombiyalıya benzediğimi söyleyip duruyordu zaten. Komutan Logar’ın “Pudra şekeri ha, alın götürün bu köpeği, bunu da mutfağa verin” dediği aklıma geliyor sürekli. Uzatmayayım, geç de olsa çıkmaya başardım. Trene 13-14 dolar gibi bir rakam ödedim. Laos’ta o paraya bir günümü kral gibi geçirdiğim aklıma geldi. Hayıflandım. Ama bura Japonya, hamama giren terler. Gerçi girişte sağlam terledik. Ben tabi kalacağım yerin detaylarını falan tam yazmadığım için iyi yürüdüm vardıktan sonra şehre. Sonunda bulup yerleştim oetlimi. Çağlayan da burada kalmış vakt-i zamanında. Ben de bir bildiği vardır deyip geldim aynı yere. Dorm seçtik ucuz (!) diye. Gecesi $30. Ahşap kutu ile kapalı yatağın etrafı. Çağlayan’ın dediği gibi, aynı tabut. Kapağı ne zaman açıp kalbime ahşap kazık çakacaklar diye bekledim elleri sarmısaklı, haçlı adamları. Gerçi sarmısağa bayılırım, ordan bir sıkıntı olmaz ama kalbe kazık, sakat iş. Üç günlük uykusuzluktan ve gerginlikten sonra kapağı hiç açmasalar diye iç geçirirken uyuyakaldım.

Üç paragraf yazdım, daha Japonya’ya gelemedim. Nereden başlasam. -5 yazmıştım ya başta. İnsanlarla muhattap oldukça, soru sordukça, konuştukça +1, +2 olarak puanlar geri gelmeye başladı. İlk trene binişte, metrodan çıkışta, sokakta kime ne zaman bir şey sorduysam işi gücü bırakıp yardım ettiler. Çoğu güleryüzlü. Başlamışken devam edeyim. Çoğunun elinde sürekli bir kitap. Saygıda hiçbir zaman kusur yok. O soğuk havada bile yaşlısı genci hareket halinde. Yürüyorlar, bisiklete biniyorlar, köpek gezdiriyorlar. Bir huzur havası hakim. Hengame olması gereken Tokyo bile huzurlu (12 milyonluk bir başkente göre bence). Öyle korna çalan, yürüsene hemşerim diyenine rastlamadım. Kurallara uyduklarını söylememe gerek yok sanırım. Temizlik desen, böyle temiz yer görmedim. Hayat tarzına gelince… Arada diyetisyenin biri çıkıp Japonlar şunu bunu yedikleri için uzun yaşıyorlar diyor ya. Güzel yemek yiyorlar, o apayrı. Ama herşey bir bütün. Bizim danalara hergün pilav, taze balık, yosun yedirsen ne olur ki? Stresten, millete sinirlenmekten yine geberir 50 yaşında. Anlayacağınız üzere puanlar toplana toplana baya bir artıya geçti. İnsanları gerçekten çok canayakın. Keşke daha uzun gelebilsem, daha çok tanıyabilsem bu kültürü diye düşündürtüyor insana.

Tokyo’dan bahsedeyim biraz. Havaalanından otele tonla para ödemiştim trene. Bu başlangıçmış, başıma geleceklerin habercisiymiş. Öyle çok da hissetmiyorsun. Üfleyerek öptüğü için Japonya, anlamıyorsun ne olduğunu. Günün sonunda bir bakıyorsun cepte 215 yen kalmış. Ancak son metroya yeter. 4-5 dolara da yemek var. Üç öğün yesen, iki de gazoz içsen, gitti 20-25 dolar. Ve tabiki metrosu Tokyo’nun. Yediği para çok ama her kuruşu helal olsun. Ne metro yapmış adamlar. İlk günün yarısını yerin altında geçirdim nereden nereye ve nasıl gideceğim diye. Ama bağlantılarla aktarmalarla her yere gitmek mümkün. Kaç hat var, tahmin bile edemiyorum. Bizim Türkiye tanıtım reklamında semazenler, Boğaz köprüsünün üstünden atlayan atlı ve Kız Kulesi’nin yanında Taksim - 4.Levent metrosunun da kısa bir görüntüsü var ya. O görüntüyü oraya ekleyenlerin (muhtemelen hükümetle alakalayı ya) gelip Tokyo Metrosunu bir görmelerini çok isterdim. Yeraltında restoranlar cafeler dükkanlar. Ayrı bir hayat sürüyor aşağıda. Kazara şehre bir şey olsa yer altında üç sene daha yaşanır rahatlıkla.

Şehir çok büyük. İlk iki gün yeteri kadar gezemedim. Arada iki günlüğüne Kyoto’ya gidip geleceğim. Dönüşte bir buçuk günüm daha olacak Tokyo’da. Biraz daha fazla görme şansım olacak. Şu ana kadar Akhabara’yı (Electric City de deniyor) gördüm. Bir sürü elektronik dükkanının yanında bilgisayar oyunları, slot makineleri, çizgi roman mağazaları, maid cafe dedikleri cafeler de mevcut. Şu maid cafeleri tam çözemedim. Hizmetçi kıyafetleri giymiş kızlar size efendisiymişsiniz gibi davranıyorlarmış. Lonely Planet’ta gördüm, @home cafe diye meşhur bir tane varmış. Gittim. Bir apartmanın en üst dört katı bunların. Kapıda sıra var. Gittim vatandaşa sordum ne iş diye. Sadece oturmak için 700 Yenmiş ($8). Artı yediğin içtiğin. Hem hizmetçimin resmini de çekemiyormuşum. Ben de sahip – hizmetçi ilişkisini çözemeden ayrıldım buradan. Bir dahaki sefere. Akabinde gittim Asaka’da tapınak gezdim. Akşamüstü cıvıl cıvıldı. Tapınağın etrafında konuşlanmış çeşit çeşit dükkan. Işıklar, insanlar. Noel ve yılbaşı zamanı olması daha da kalabalıklaştırmış sanırım şehri. İlk günü kısa kestim. Dört buçuk aylık tropikal ülkelerden sonra kış da çarptı beni. İçeri dışarı, sıcak soğuk derken biraz salladı bünyeyi soğuk. Otele girmeden Seven Eleven’dan bir küçük Sake, bir kalıp beyaz peynir aldım. İçim ısınınca da gidip erkenden girdim tabutuma.

Ertesi sabah en çok merak ettiğim yerlerden biri olan Tsukiji Balık Pazarına gittim. Dünyanın en büyük deniz ürünleri pazarıymış. Eskiden pazarlıkların yapıldığı soğuk oda kısmı da açıkmış herkese ama artık değil. Birkaç kendini bilmezin “o balığa o para verilmez kardeş” deyip müdahele ettiğini tahmin ediyorum. Ben de ayakaltında istemezdim bir sürü adam. Asıl pazarda bile kötü hissediyor insan kendini. Tam bir kare çekeceksin, adam elinde kasayla geçip omuz atıyor. Gözleri ise, görmüyor musun iş yapıyoruz burada, kıracam makineni şimdi ha gibilerinden bakıyor. Sorry sorry diye diye aralarda geziyorsun. Ama ne Pazar arkadaş. Ne balıklar, ne yengeçler, ne kabuklular, ne kalamarlar, ne ahtapotlar. Donmuş dev ton balıkları, kılıçbalıkları. Donmuşları, sanki kalasmış gibi, marangozların kullandığı elektrikli testere benzeri aletlerle kesiyorlar. Çözülmüşleri kılıç gibi buçaklarla doğruyorlar. Ayrıca hayatımda belgesellerde görmediğim envai çeşit şey var bu pazarda. Biz denizden babam çıksa yeriz diyoruz. Atıyoruz. Japon babasını tutsa, getirip mezata satacak. Akşama da yiyecek gerçekten. Ben saygıyla eğiliyorum bu ırkın karşısında, denizle ilgili olan şeylerde.

Burayı baya bir gezip çıktım. Karnım da acıktı. Baktım ilerde sıra var. Orada Singapurlu olduğunu sonradan öğrendiğim elemana ne iş dedim. Vallaha benim rehber kitap en uzun sıra neredeyse, git bekle, orada ye diyor dedi. Ben de girdim sıraya. Sırada beklerken resimlerden seçebiliyorsun ne yiyeceğini. Numarasını söylüyorsun. İçerisi bar gibi. İnsanlar otururken arkalarından zor geçecek kadar dar. Ama kapıda bir kuyruk, akıllara ziyan. Ben resimden pilavüstü çiğ ton, havyar, ve bişey daha olan tabağı seçtim. Biraz pahalıydı ama ne kahvaltıydı. Mide bayram etti. Hergün yerim ben bu yemeği. Bu pazarın sokak kedisi olmak varmış dünyada. Tabiki Japon yemeklerini öğrenmeye karar verdim bugün.

Karnı doyurup Ginza’ya gittim. Burası New York 5. Cadde, Bağdat Caddesi arası bir yer. Haftasonu ve tatil zamanı olması itibariyle tıklım tıklımdı. Güzel giyimli insanlar pahalı dükkanlardan alışveriş edip kaliteli mekanlarda yemek yiyorlardı. Ben ne güzel giyimliydim, ne de alışveriş edecek param vardı. Uzatmadım burayı gezmeyi, Harakuju’ya devam ettim. Burası kendini kaybetmiş gençlerin absürd kıyafetler giyip takıldığı, bu kıyafetleri temin ettiği, daha çok batılı tarzda yemekler yiyip eğlendiği bölge. İlginç olabilir dedim. Oldu. Orta lise çağında ne kadar genç varsa kostümümtırak kıyafetlerle geziyordu ortalıkta. Ananız babanız yok mu sizin diyesim geldi. Sonra baktım bazıları anaları ve babaları ile de geziyor o kılıkta. Vallaha hoşgörülü millet bu Japonlar. Bu gençlerin harçlığı bol olduğu için misket ya da İtalya 90 Dünya Kupası’nın (19 sene oldu mu ya) futbolcularının stickerlerinin beşlik paketlerinden alacak halleri yok ya (5 futbolcum kalmıştı, tamamlayamamıştım kitabı). Bunlar da parayı kostümlerine harcıyor. Para onların hayat onların. Neyse, burayı da böyle kapattık. Akşama Kyoto yolcusuyum. Daha otele gidip çantayı alıp, Tokyo istasyonuna devam edip, iki saat orada takılıp, otobüsle Kyoto’ya geçeceğim. Yedi saatmiş, kötü değil. En ucuz otobüstü. Otobüsün de en ucuzunu aldım ama gidiş dönüş 10,000 Yen vallaha. 100 dolardan fazla. Belki kazara da olsa planladığımdan kısa olması iyi oldu Japonya’nın. Yoksa batacaktım. Kyoto’da da tempo yoğun olacak. Çok güzel şeyler okudum duydum bu kent hakkında. Yorgunluktan gözlerimi açabilirsem güzelce gezip göreceğim. En kısa zamanda yazacağım.

22 Aralık 2009 Salı

Penang ve Langkawi


Bu kentte de biraz şehir turu yapıldı haliyle. Little India ve Chinatown burada da mevcut, ama yazmaya gerek bile yok zaten. Her zaman ki gibi renkli mahalleler buralar. Yemeklerden de bahsetmiştim. Hint Lokantalarını çok başarılı buldum şahsen. Ama öncelikle kaldığımız yerde çalışan Eddie isimli, Çin kökenli, ellili yaşlarda olan abiden bahsetmem gerekecek. Bu güleryüzlü abi herşeyi bilen tiplerden. Canayakın da olunca gittik ilk gün sorduk kendisine, nerede iyi yemek yeriz diye. Kısık sesle, sır veriyormuş gibi “ok, bak şimdi, burdan aşağı doğru kaptırın gidin, şu sokaktan sola dönün, Kapitan’da yemek yiyin, hem lezzetli hem ucuz” dedi. Dinledik kendisini, pişman olmadık. Ertesi sabah Kahvaltı için tabiki Eddie’yi bulduk. “ok, hiç uzağa gitmeye gerek yok, ilk sokaktan sağ, adını hatırlamıyorum ama bilmemne cafesinin yanında çin lolantası var, direk oraya gidin” dedi. Gittik, yerel insanlar afiyetle tıkınıyor. Biz de aynısını yaptık, yine pişman olmadık. Alşamüstü Eddie’yi bulduk. Bu sefer güzel kızlar nerede Eddie Baba diye sorduk. Yaklaştı ve her zamankinden daha kısık sesle “Bu iş Penang’da illegal, ama çok iyi bir biliyorum” dedi ve sırıttı. Biz de Eddie’ye yanlış anladın abi, biz bar / mekan anlamında sormuştuk dedik. Tabiki yine bir yerler tarif etti bize. Gittik, ve eğlendik. Çok yaşa Eddie diyorum, başka bir şey demiyorum.

Bu kentte olduğum sıralarda hala vize peşinde olduğum için, ve işler de ağırdan ilerlediği için oldukça acelesiz takıldım Penang’da. İkinci ya da üçüncü gün de arkadaş gel gidip Ulusal Parkı gezelim dedi, bu kadar şehir yeter. İyi dedim, atladık otobüse. Biraz aksiyon lazım. Vardık baktık, yürüyecek pek çok yol var. Biz Monkey Beach isimli plaja yürümekte karar kıldık. Üç km mesafede olması ve çok tırmanışlı olmaması makul gözüktü. Gerçi parka girmeden de bize maymunlara dikkat edin uyarısı yaptılar. Anlayamadım. Bu sevimli hayvanlardan ne zarar gelir ki? Elalemin yemeğine falan dalıp, kapıp kaçıyorlarmışmış, biraz agresiflermişmiş. Ben kulak asmadım. Uzak akrabalarımızdan bize zarar gelmez diye düşündüm. Başladık yürümeye ama cillop gibi pabuçlar otelde çantada tabi. Ben yine terliklerle tropikal orman yürüyüşü yapıyorum. Tam doğa tipi biri değilim sanırım. Fena gitmedik ama, ve sonunda plaja vardık. Çok fazla maymun da yoktu ortalıkta. Birkaç haşarı yemek var mı gibilerinden yaklaştı. Baktılar yemek yok, gittiler. Plajın en sonunda biraz daha kalabalık bir grup vardı. Onlara yanaştık. Benim Avustralyalı arkadaş zaten maymunları sevmediğini yineleyip duruyor. Manyak mısın olum, bak ne sevimli yaratıklar bunlar diye ikna etmeye çalışıyorum elemanı. O durdu geride, ben biraz daha ilerledim sevimli dostlara doğru. Ama kalabalık oldukları için ben de bir yerden sonra geri döndüm. Rahatsız etmek olmaz aile yemeğinde. Dönüşte üç dört tane tane daha vardı sahilde. Bunlar gayet masum oturuyorlardı. Ben de fırsat bu fırsat deyip bir iki kare fotoğraf çekmeye karar verdim. Bir fotoğraf, iki fotoğraf falan derken ve makineden bakıp üçüncü fotoğraf için ayar çekerken, o sevimli çitanın suratı virüslü filmlerde ki salgını başlatan maymunun suratına döndü, bir hışımla kalktı ayağa, dişleri göstererek beni kovalamaya başladı. Elde kamera, ayakta terlikler, bir taraftan da popoyu ne zaman ısıracak diye geriye bakarak, kuma bata çıkarak 30 metre kadar kaçtım. Bungee yaparken bile bu kadar korkmamıştım. Neyse ki durdu şerefsiz maymun bir yerden sonra. Bırakın sülalesini, belki ortak atalarımızı kapsayacak kadar, 5-6 milyon yıl gerilere kadar giderek sövdüm sülalesine bu maymunun. Tavuğuna kış dedik sanki. İki fotoğraf çektik sadece. Maymunla maymun olmamak lazım dedim kendi kendime ve artık maymunları sevmediğime karar verdim. Terlikleri geçirip ayağa geri döndük. Sinirimi bozdu pis maymun. Yine de doğa yürüyüşü oldukça iyi geldi ayaklara bacaklara ciğerlere.

Şimdi sizlere Penang seyahatime damgasını vuran BH’den bahsedeceğim. Bizim Avustralyalı arkadaş, memleketinde tur rehberliği yaparken BH denen Malezyalı abiyle tanışıyor. Kaynaşıyorlar. BH de gelince ara beni diyor. Arkadaş da aradı. Ben tabi adamla ilgili tamamen fikirsizim. Bir sabah geldi aldı bizi arabasıyla. Hadi bizim arkadaş tanıyor, ben tam dış kapının dış mandalı. Merhaba dedik tanıştık. BH 60 yaşında, çin kökenli Malezyalı bir abi. Ama cin gibi. Her halinden akıllı adam olduğu belli. Bizi rehber kitapla gezen turistin haberinin olmadığı, olsa bile kendi başına gidemeyeceği yerlere götürdü. Önce Arkeoloji müzesini ziyaret ettik. Çok büyük bir müze olmasa da ilginçti. Müzenin bulunduğu bölgeye ilk yerleşenler Hintlilermiş. Resmi tarihte pek bahsedilen bir şey de değilmiş bu. Ama kalıntılar, sanat eserleri vs. hep bu doğrultudaymış. Gezdirirken de bildiklerini paylaştı bizimle BH. Arabada yemek muhabbetleri başladı. Bizim arkadaş mideye düşkün, ben zaten öyle, BH de en az bizim kadar meraklı. Bir lokantaya götürdü bizi. Çin yemekleri yapıyormuş burası. Herkesin bilmediği fakat lezzeti harika olan bir yermiş. Masayı donattı hemen. Bir tür yosun, bir çeşit tofu, acaip soslu bir balık, domuz rosto geldi. Yarım saat sonra tabaklar boş gitti. Balığın kellesini beynine gözüne kadar yedim. Adam baktı biz zaten yemek dışında başka bir şey konuşmuyoruz. Bunları susturmanın en iyi yolu budur diyerek ve eşini de alarak bizi üç gece harika yerlerde yemeğe davet ettiler alıp götürdüler. Her akşam başka bir mutfak seçmeye de özen gösterdiler. Bir akşam hint, bir akşam malezya, bir akşam deniz ürünleri derken en az üç kilo koydum göbeğe. Nasıl yediysem, her akşam gidip erkenden uyudum çünkü kıpırdayacak hal kalmamıştı. Her yediğimi yazmaya kalksam vakit yetmez vallahi. BH ve eşi Ivy ile böyle dost olduk. Her türlü konuyla ilgili sohbet ettik ve çok şey paylaştık. İlginç hayat. Aklıma hiç altmış yaşında Malezyalı bir dostum olacağı gelmezdi. Ama tanıştığıma bir o kadar memnunum bu aileyle. Ben de bir gün sizi gezdireceğim, yedirip içireceğim dedim onlara. Hakkaten de tutacağım sözümü bir gün.

Penang kültürel seyahatten çok ziyafet havasında geçti. BH bizi doyurmadığı zamanlarda sokak lezzetlerini denedik. Penang’ın yemekleri ile ilgili çok ve pozitif şeyler duymuştuk. Çoğu doğruymuş. Daha önce de söylemiştim, beklemede olduğum için acelem yoktu. Burada uzun uzun takıldım, tadını çıkardım. Baktım bazı arkadaşlar Langkawi isimli duty free adaya devam ediyor. İyi dedim, ben de geleyim. Nasıl olsa bizim plan badem oldu.

Atladık feribota, otobüse ve bir feribota daha, vardık Langkawi’ye. İner inmez feribottan girdik duty free dükkana. Baktık fiyatlar makul, bir şişe Captain Morgan Spiced Rum alıp attık çantaya. Feribotta tanıştığımız çiftle taksiyi paylaşıp Pantai Cenang plajına yollandık. Gecko Guesthouse’ı bulduk. Gecelik 15 ringgitmiş. Ortam da güzel. Yerleştik buraya. Unutmadan şunu da söylemem lazım; Malezya’da enterasan insanlarla tanışmakta sınır yok sanırım. Feribot sırasında da yaşlı bir Malezyalı abiyle sohbet etmeye başladık. Adam meşhur bir mimar çıktı. 1959-1965 arası Oxford’da okumuş. Öğrenciliği sırasında 250 dolara Avrupa’yı gezmiş. Malezya’da Camilerden tutun da hapishanelere kadar pek çok meşhur yerin mimarlığını yapmış. Hatta hayatını anlatan bir kitap da yayımlanmak üzereymiş. Şanslı adamım herhalde. Feribotta da yanyana oturduk. Uzun uzun sohbet ettik. Hatta kitabını imzalayıp hediye etti bana. Birkaç imla hatası varmış, tek tek bulup kalemle düzeltti. Yakında Türkiye’ye gidecekmiş bir haftalığına. Ben de biraz fikir vermeye çalıştım. Adaya varınca helalleştik. Zaten iş için gelmiş, acelesi vardı. Bu abiyi de tanıdığıma oldukça memnun oldum.

Adaya dönersek, burası lokaller arasında da popüler. Malezya’nın pek çok yerinden insanlar geliyor. Tayland sınırına da yakın. Malezya ve Tayland arasında gidip gelenler de uğruyor birkaç günlüğüne. Turistlerin yarısı İsveçli olmalı bu arada. Hükümetleri para falan ödüyor herhalde vatandaşlarına buraya gelmeleri için. Bu kadar İsveçli İsveç de yoktur. Finlilerde mevcuttu tabi. İskandinavlar seviyor olsa gerek burayı. Neden sevmesinler ki? Plajı güzeldi bu adanın. Denizi sıcak. Gelgitlerle genişliyor daralıyor gün içinde kumsal. Güneşi de sağlam yakıyor adamı. Burnum hala soyuluyor buranın güneşinden sonra. Sahilde bir de Babylon var. Akşamları canlı reggae çalıyorlar. Güneydoğu Asya’da reggae sevmeyen ülke yok herhalde. Bu kanaate vardım bir kez daha.

Adada yapılacaklar haliyle gündüz deniz kum, akşam sahilde bir iki bira. Sonra Babylon Bar. Bakkaldan alınca bira iki ringgit. Bir iki tane edinip sahilde yuvarlıyorsunuz. Tuvalet ihtiyacı çok ciddi bastırınca gidip Babylon’a oturuyorsunuz. Burada da bira beş ringgit. Adada günler böyle geçti. Şansıma kaldığımız yerde de iyi insanlar vardı. İyi kadro olunca baya eğlendik. Benim vize işi belli olmadığı için gidecek yerim de yoktu henüz. Görmek istediğim yerlerin çoğunu gördüm zaten. Doğu kıyısının da mevsimi değil. Ben de burada beklemeye aldım kendimi. Konsolosluktaki bayan da çok ilgili sağolsun. Bana mail atmıştı Salı günü. Hemen cevapladım. Cuma günü de aradım durum nedir diye. Almadım attığın maili, bir daha atar mısın dedi. Ne diyeceksin? Attım bir daha. Durumumu bir kez daha anlattım. Gün içinde sana mail atacağım dedi. Akşamüstü baktım, yollamamış. Araya da haftasonu girdi. Kaderde üzülmek varmış dedik. Yapacak bir şey yok. Haliyle şu anda plansız bir halde ne yapsam diye karar vermeye çalışıyorum. Noel ve Yılbaşı da gelmek üzere. Tümden mi çıkarsak plandan Avustralya ve Yeni Zelanda’yı. Gidip biraz Endonezya mı görsek… Bakalım. O hanfendiye bir şans daha vereceğim sanırım. Ama yanıt alamayacağıma da eminim. En iyisi gidip Kuala Lumpur’da duruma bir göz atmak. Olmazsa da ordan devam edecek bir yer bulunur.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Pangkor Island

Adaya yolculuk oldukça rahat oldu. İlk önce otobüse atlıyorsun, iki saatte Ipoh kasabasına varıyorsun. Sonra biraz sağa sola sorup Lumut otobüsünü buluyorsun. İki saat sonra da oraya varıyorsun. Otogar adaya kalkan feribot iskelesinin hemen arkasında zaten. Yarım saatte bir feribotlarda var. 10 Ringgit verip gidiş dönüş feribot biletini alıyorsun, biniyorsun araca. İkinci iskelede iniyorsun. Taksiler minivan şeklinde. Hepsi pembe. Ve başka ulaşım imkanı olmadığı için bu araçlara mahkumsunuz. Biz de adanın batı kıyısındaki Teluk Nipah tarafına gideceğimiz için atladık bir taksiye. Birkaç yer bakındıktan sonra Nani adlı dünya tatlısı Hanfendi ve birsürü yeğeninin idare ettiği otele yerleştik.


Kaldığımız yerden beş dakika kuzeye yürüdüğünüz taktirde sakin ve huzur dolu plaja ulaşabiliyorsunuz. Adada yapılabileceklere gelince… Pek bir şey yok. Ama aradığınız buysa 2-3 gün gayet güzel geçiyor. Gündüz ılık deniz ve plaj. Akşamları da otelin piknik tipi masalarında oturup muhabbet, gitar ve bira. Zaten bir tane market var bira satan. Biz iki gece Sakhara adlı birayı denedik. %10 alkol oranı, garip tadı ile adam başı ikişer büyük kutu herkesi yamultmaya yetti. Ben böyle bira hayatımda içmedim. Zaten uzak durmak lazım böyle şeylerden. Bir akşam da taze balıklara daldık. Oldukça makul fiyata ızgara balıkları yuvarladık. Bol sarmısaklı sosuyla ve çok taze olmasından dolayı harikaydı balıklarımız. İki gün anlamadan geçti gitti. Deniz güneş oldukça iyi geldi. Buradan da Penang’a geçme vakti geldi. Sabahtan feribot, sonra iki saat otobüs bekleme. Üç buçuk saat otobüs. Bir feribot daha derken Georgetown’a vardık. Banana New Guesthouse’a yerleştik. Penang’da yemekler çok lezizmiş diye okudum, duydum. Bu kentte sadece tıkınmaya karar verdim. Biraz kilo alalım. Göbekten çok kaybettik…

10 Aralık 2009 Perşembe

Cameron Highlands


Otogara gittik, biraz bilet bakındık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Birine soruyorsun, bir dakika diyor, telsizle birşeyler konuşuyor. 35 Ringgit ama hemen kalkacak, yoksa diğer otobüse daha çok var diyor. Biz biraz turlayıp hem ucuz (23 Ringgit) hem de hemen kalkacak otobüs bulduk. Otogar katlı bina. Biz en alt katta otobüslerin kalkacağı yerden bineriz diye hesaplarken, bileti satan kadın beni takip edin dedi. İyi dedik, düştük peşine. Otogardan çıkıp baya bir yürüdük. Sonra bize eliyle biraz ilerideki Hint Lokantasını gösterdi. Aha dedi, oranın önünde bekleyeceksiniz. Beş dakika sonra beyazlı yeşilli otobüs gelip sizi alacak. Yapacak birşey yok, iyi dedik gittik lokantanın önüne. Bekleyen başkaları da var, bir sakatlık çıkmaz herhalde dedik. On dakika sonra tarif edilen renkteki otobüs geldi ama durmadı. Uzaklarda nokta büyüklüğünde görülebilecek hala geldiği zaman sola yanaştı. Bekleyen diğer insanlara ve lokantaya sorduk. Evet, sizin otobüs o dediler. Çantaları sırtlanıp otobüse doğru ilerlemeye başladık. Bir daha hareket eder gibi oldu. Panikledik, ama durdu tekrar. Kan ter içinde vardık. Verdik biletleri. Ben tam sırt çantamla çıkıyordum otobüse, vatandaş tuttu bizim çantayı, yerimde saydım. Yasakmış, bagaja koydum. Antika şöför bize denk geldi tabiki. Varmamız gereken yere az kalmıştı, adam otobüsü araba mezarlığı gibi bir yere çekti, otobüs değiştirdik. Bozuldu mu, yoksa başka bir üçkağıt mı var çözemedik. Tam oradan çıktık gidiyoruz artık derken, çekti sola durdu bir daha. Malezyalı bir genç gitti, kendine yiyecek birşeyler alıp döndü. Kırk kişi bekliyor otobüste. Sonra şöförümüz ev alışverişini de yolda yaptı. 3-4 ayrı yerde durduk, otobüsten inmeden satıcılarla pazarlık etti. Anlaşamayınca yürüdü, anlaşınca satın aldı. Ama sonunda varmayı becerdik Tanah Rata adlı kasabamıza. Gitmeyi planladığımız Father’s Guesthouse da otogarda minibüs bekletiyormuş gelenleri karşılamak için. Atladık minibüse, hem beleş, hem yokuşu da tırmanmadık. Dorm odası 10 Ringgit, Beer Chang 5. Cennet gibi mekan. Kuala Lumpur’un havasından sonra 1400 metre rakım lokum gibi geldi.

Akşam hava baya serinledi. Kaldığımız mekanın da restoran gibi bir bölümü var. Benim avustralyalı arkadaş Adam da isveçli genç bir çiftle tanışmış. Kaynaştık hemen. Adam’ın gitarı vardı. Gitarı eline alan kerkes çalabiliyor. Kıskandım. Ben ıslık çalarken zorlanıyorum. Muhabbet baya koyulaştı. Sonra İngiliz Dan ve Çek eşi Jana da katıldılar. Dan de sanırım vakti zamanında kullandığı uyuşturucuların etkisiyle enterasan boş bir bakışa sahip. Ama dünyadaki en absürd anılar da bu vatandaşta. Hayatının hatırı sayılır bir kısmı gezerek geçmiş. Bol hikayelerle ilk geceyi böyle kapattık. Ertesi gün yürüyüş yapmaya karar verdik.

Cameron Highlands’de bir sürü yürüyüş yolu var trekking severler için. Ben sevmem:) ama yeni pabuçları deneyeyim dedim. Orta zorlukta ki 9A – 9B patikasını keşfetmeye karar verdik. Sabah kahvaltıda roti (Hint hamur işi) yemeye indik şehre. Burada Bir başka muhteşem şahıs olan Liz’le tanıştık. Bizim yediğimiz yerde yardım ediyormuş. Oturdu bizim masaya. Konuşmaya başladık. O anlattıkça bizim ağızlar daha da açıldı. Yaş 76, sene 56’da fransızca öğrenmek için çıkmış evden. Bir daha da geri dönmemiş. 2-3 senede bir annemi görmeye gittim dedi. Siz nerdensiniz diye sordu. Ben türküm dedim. Sene 65’de 3 hafta gezmiş. Arkadaşlar İsveçli olduklarını söyleyince İsveçce konuştu biraz. Hatta onların yaşadıkları kentte de yaşamış zamanında. İsveçli ressam bir sevgilisi varmış. Biz sordukça anlattı. Yedi yıl Hindistan’da, on yıl Endonezya’da, onbeş yıl Avustralya’da, beş yıl Ibiza’da, iki sene Japonya’da yaşamış. Bunlar hatırlayabildiklerim. Afrika’yı gördün mü diye sordum. Land Rover’la 13 ülke gezdik zamanında dedi. Arkadaşlardan biri Güney Amerika dedi. Bir buçuk sene de oralarda gezinmiş. Galapagos’a da donanma gemisiyle gitmiş her nasıl becermişse. Uzun lafın kısası, (fotoğrafını da göreceksiniz flickr’da) Liz bize hayatta hiçbirşey yapmamışız gibi hissettirdi. Söyledik bunu da kendisine. Kaç yaşındasın? 30. Daha önünde 46 yıl var, sen de yaparsın dedi. Yeter ki kendini o boktan şehir hayatının içine sokm??? Bu hatun hala günde üç saat kaldığı otelin köpeklerini falan gezdiriyor. Hayran hayran ayrıldık Liz’in yanından, o köpeklerine gitti, biz ormanımıza yollandık.

Yolda yokuş yukarı engelli koşu yapan okul çocuklarına takıldık biraz. Onları seyrederken ben yoruldum. Sonra bizimle toplu fotoğraf çektirmek istediler. Çektirdik. Devam edip ormana daldık. Orman harikaydı. Salına salına gezdik. Bol bol çiçek böcek fotoğrafları çektik. Biraz ter attık. Dönüşte de sağlam bir tırmanışla bitirdik. Bayılıyorduk neredeyse. Herkes kurt gibi acıktı. Bir önceki akşam yediğimiz Kumar’ın yerine koştuk. Lezzet mükemmel. Dana gibi yedik. Sonra da üç kilo meyve alıp otele döndük. Bol Beer Chang, bol meyve, kalabalık grup, muhabbet ve gitarla akşamı geçirdik. Hava da serin serin, çok güzel. Ertesi gün de bu bölgenin meşhur çay bahçelerinden birini ziyaret etmeye karar verdik masada.

Sabah tarife aynıydı. Liz’in mekanına gidip kahvaltı ettik. Liz’le muhabbet ettik. Gözlerin ne güzel dedim. Eskiden daha güzellerdi dedi, güldü. Sen biraz genç ben de azcık daha yaşlı olsaydım senin peşini bırakmazdım dedim. O da, sen de benden kurtulamazdın dedi. Sonra bir öpücük aldım kendisinden. Liz’le kahvaltıdan sonra otobüse atlayıp Çay bahçesine giden yolun sapağında indik. Hava kapalı, sisli ve puslu idi. Ama yoldaki manzara şahaneydi. Çay bahçeleri o kadar geniş bir alana yayılmış ki, ucu bucağı gözükmüyor. Çay yapraklarını toplayan Endonezyalı işçilerle biraz muhabbet ettim, şakalaştım. Fotoğraflarını çektim. Poh marka ünlü çayı üretip satan firma burada bir de cafe açmış. Cafede demli bir çay götürdüm. Üretim alanını ziyaret edip geri dönüş yoluna koyulduk. Üç saattir yürüyoruz zaten. Otostopa yeltendik. Bir kamyonet bizi azaptan kurtardı. Yokuş yukarı olan yolun sonuna, yani otobüsten indiğimiz sapağa kadar götürdü bizi. Otobüs için dönüş biletimiz vardı fakat otobüsün geleceği yoktu. İlk otostoptan cesaret alıp bir daha denedik. Sonunda bir kamyonet ve bir araba durdu. Beraberlermiş. Kamyonetin arkasına atladık. İçerideki sevimli çocukla şakalaşa şakalaşa yolu bitirdik. İndiğimiz yerde hatıra fotoğrafları çektirdik. Gerçekten çok canayakın bir aileydi. Vedalaşıp Kumar’ın yerine yollandık. Mutton (kuzu), pilav ve sebzelere daldım. Yemekten başım döndü. Dönüşte yine üç kilo meyve alıp ufak bir tepenin üstünde yer alan ve uzaktan Pysco filmindeki evi andıra Father’s Guesthouse’a yollandık. Gitar, muhabbet ve Beer Chang üçlüsünden şaşmadık. Aslında istikamet Penang’dı ama İsveçli dostlar Pangkor adasında Avustralya’da tanıştıkları iki İsveçli arkadaşlarıyla buluşacaklarmış. İyi dedik, biz de geliriz o zaman, acelemiz yok. Zaten bizim vizeden haber de yok. Son akşamdı malum, tanıştığımız insanlarla helalleşip ertesi gün adaya yollanmak üzere gidip uyuduk. Küçük ve sakin bir adaymış. Balık felan da yeriz. Ayağımızı suya sokarız. İyi olur.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kuala Lumpur


Birkaç arkadaşla sabahtan kalktık, kaldığımız hostele yakın otobüs durağına gittik. Buradan Malezya’da, yarımadanın güneyindeki Johor Bahru kentine gitmek mümkün. Bu kentten de Kuala Lumpur’a otobüs bulmak kolaymış. Fiyatlarda Singapur’dan alacağınız direk biletin yarı parasına geliyor. Johor Bahru Bileti 2,5 Singapur doları gibi bir rakam. Yalnız biz bir ayrıntıyı atlamışız, bayram tatilinde yola çıkmışız. Durakta bir baktık sıranın sonu yok. İpini koparan (biz dahil) Malezya’ya gitmeye çalışıyor. Bir ingiliz, bir alman, bir ispanyol bir de ben girdik sıraya. Biraz ilerleyince anladık ki biz yanlış sıradayız. Diğer sıra daha çabuk giden ekspres otobüslerin sırası. Uyanık İspanyol kızla alman eleman hafiften geçişi yaptılar öbür sıraya. İngiliz ve benden oluşan odun ekip paldır küldür dalmaya çalışınca bilinçli bir Singapurlu bayan işimize taş koydu. Burası farklı bir sıra bayım, geçiş yok maalesef dedi. Biz de mecburen “oooh, kusura bakmayın” dedik. Sonra ingilizle biraz safa yatıp napsak diye tartıştık. Mecburen öbür sıranın arkasına geçip tekrar beklemeye koyulduk. Ama sıra çabuk ilerledi. Benim derdim İspanyol kızın bir önceki akşam pişirdiği İspanyol omletinin kalanlarının kahvaltı olarak mideye indirilmesiydi açıkçası. Kız poşete koyup gelmişti sabahtan. Ama onları kaybettik. Aç aç bindik otobüse. Çıkışa gelince indik otobüsten, çıkış damgasını vurdurduk. Sonra tekrar otobüs sırasına girdik. Baktık bizim arkadaşlar sırada ilerdeler. Bu sefer yumuşak geçişle yanlarına kaydık. Omlete kavuştuğum için mutlu oldum. Otobüse atladık, Malezya sınır kapısında tekrar inip binaya girdik. Buradaki binada konser salonu gibi bir yer. Kocaman ve modern. Uzun bekleyişten sonra 90 günlük girişimizi alıp bir daha otobüs.Bu sefer İspanyol kız tam kayboldu. Sıraya önceden girmişti. Omletle birlikte sırra kadem bastı. Hala da açım. Trafikle cebelleşip Otogara vardık. Bir yemek, sonra Efendi adlı garın efendisi arkadaşla biraz geyik ve sıkı pazarlıktan sonra 27 Ringgit’e (1$ = 3,2 Ringgit civarıydı yanlış hatırlamıyorsam) kıyak bir otobüsten bilet aldık. Dört saatlik rahat yolculuktan sonra Puduraya otogarına vardık. Burası şehrin göbeğinde. Chinatown beş dakika, Golden Triangle adlı bölgedeki Guesthouselara 10 dakika yürüyüş mesafesinde.

İlk önce arkadaşların bize tavsiye ettikleri Dragon Inn adlı guesthouse baktık. Eski bir sinema olan bu binanın yatakhanesi hastaneyi andırıyordu. Sevmedik, çıktık. Sonra Alaattin’in cini kılıklı, uzun boylu, iki kulağı küpeli bir vatandaş makul bir fiyata oda var deyince düştük peşine. Basit bir oda gösterdi, adam başı 15 ringgit olunca ve yorgun olunca kabul ettik ilk gece için.

Sonra sokağa çıkıp yemek yedik. Alman çocuk içki içmiyormuş. Garip geldi. İçmeyen alman. Hayra alamet değil. İngiliz ve ben hafif bir tebessümle baktık şanssız çocuğa. Yemekte bir bira kırışmıştık İngilizle. Sonra yine Singapur’da ki arkadaşların tavsiyesine uyup Reggae Bar’a bakalım dedik. Alman gitti yattı, biz de gittik bara. Burdan sonra yalan yok, bira viskiden pahalı olunca ve viskiyi de cömertçe katıverince arkadaşlar bardağımıza, viski kolaya dadandık. İki de komik hollandalı kız vardı. Muhabbet ettik biraz. Saat sabah üç gibi bizi bardan attılar. Attılar derken, bar kapandı, yanlış anlaşılmasın. Baktık ingiliz arkadaş kaybolmuş. Ben de kızlarla 1-2 bira daha içtim sokaktaki mekanlardan birinde. Sonra otele gittim. Sabah olunca duydum ki bizim ingiliz arkadaş otele giriş kodunu (bize kağıda yazıp vermişlerdi, kağıt bendeydi, kağıdı bulamasam ben de giremiyordum) hatırlayamadığı için sokakta uyuyakalmış. Birileri görüp otele haber vermiş de kapıyı açmışlar. Ben türk olduğum için bana birşey olmadı ama. Sonraki gün daha iyi bir yere gidip yerleştik. Bedz Kuala Lumpur isimli mekan azıcık pahalı olsa da (30 ringgit) baya güzel Hostel. Kullanıma açık mutfak, free wi-fi vs. var. Oldukça temiz ve çok acaip duşları var. Duvardan değil tavandan şelale gibi geliyor vallaha su. Hem de sıcak. Burada da iki İrlandalı kız vardı. İngiliz arkadaş, ben ve iki İrlandalı yine Reggae Bar’a gittik. Birkaç viski kola içtiğimi itiraf etmeliyim sanırım. Yine bar kapanana kadar ordaydık. Uzun lafın kısası iki günü böyle yedim. Singapur’da pahalılıktan hiçbir yere gidemeyince acısı Malezya’da çıktı.

Tam anlamıyla doğru mevsim olmadığı için Kuala Lumpur’da hava hep kapalıydı. Ara ara yağmur yağdı. Ama hava hiç açmadı. Petronas Kulelerine çıkmaya niyetlendim. Sabahın kör karanlığında kalkıp sıraya girmek gerekiyordu. Bir iki gün denedim. Kalkamadım. Sonra dedim ki kendi kendime, boşver Petronas Kulelerini, git Kuala Lumpur Kulesine çık (Menara Tower). 270 metreden manzara çok daha baba olur. Sonuçta Petronas’ta tepeye çıkmıyorsun. Aradaki köprüye çıkıyorsun. Hem kulede 360 derece manzara var. 270 metreden şehre daha da hakim olursun. Ben de dolana dolana gittim kuleyi buldum. 38 Ringgit ödedim yanlış hatırlamıyorsam. Yanında bir de şişesi kule şeklinde bir su veriyorlar. Mana veremedim. Kendi suyum olmasına rağmen bu suyu bitirip şişeyi de çöpe salladım. Hatıra diye bir sene yanımda su şişesi gezdirecek halim yok. Asansör bir dakikadan kısa sürede çıkarttı bizi tepeye. Mide kulak bir garip oldu. Kuleden manzara güzel gerçekten. Bir tur atıyorsun her yeri görüyorsun. Ama camlı olmasından dolayı biraz bulanık. Camlar da pırıl pırıl değildi. Güzel fotoğraf çakmeme engel oldu. Uzun uzun bakındım şehre. Oturdum biraz da insanlara baktım. Sonra bir arap geldi. Eşiyle bir fotoğraf çekmemi istedi. Hatunun sadece gözleri açıktı. Fotoğrafı napacaksın ki dedim kendi kendime. Ayrıca Petronas kuleleriyle aynı karede olmak istiyordu. İçerisi karanlık, dışarısı aydınlık, dedim güzel çıkmaz. Anlamayınca iki kere bastım düğmeye, verdim makineyi kaçtım. Sonra sıkılıp aşağı indim. Girişte diğer bir iki yere de beleş bilet veriyorlardı. Bunlardan biri de minyatür hayvanat bahçesi. Nedenini tam çözemedim, ama madem beleş gidip bir bakayım dedim. Çoğunluk yılanlardan oluşuyordu. Örümcek, kertenkele, iguana falan vardı. Fena bir yer değil. Sonra adamlardan biri geldi elinde papağanla. Bana vermeye çalıştı papağanı. İstemem dedim, al al diye ısrar etti. Herhalde herkes papağanı tutabilir miyim diye soruyor. Adama anlatamadık papağanı tutmak istemediğimi. Hindistan’da da kobracı zararsız bu al bak diye yılanla peşimden kovalamıştı. Masum papağan kobrayla kıyaslanmaz ama ne lüzumu var ki bu hayvanları mıncıklamanın.

Başka bir gün de gittim şehri turladım. Küçük Cami’ye girdim. Adamın biri koştu geldi. Dedi giriş yok bu saatte (öğlen iki saat kadar giriş yok gayrimüslimlere). Elimi omzuna koydum. Dedim relax brother, elhamdülillah müslümanız. Vay abi dedi, buyur geç, istediğin kadar da fotoğraf çek. Namaz da kılacak mısın diye sordu sonra. Tam alakası var mı yok mu bilemedim ama seferiyim dedim. Anlamadı sanırım. Şimdi biraz işim var, yatsıya gelirim dedim. İnanmadı. Neyse, adama allah razı olsun dedim ve turladım camide biraz. Çıkıp şehir turuna devam ettim. Çıkarken de ellerinde fotoğraf makinesiyle bekleyen bazı beyaz adamlar bana bu nasıl girmiş ki gibilerinden baktılar. Muhattap olmadım. Yanlış dine mensup olduklarını, bunun cezasını zaten cehennemde çekeceklerini anlatmak, arkadaşları üzmek istemedim. Akabinde Merdeka Meydanı’nda biraz takıldım. Sonra gittim büyük camiye. Mimari bizim bildiğimizden çok değişik tabi. Fotoğraflarda da göreceksiniz. İlginç geldi. Ön tarafta büyük giriş olduğunu çıktıktan sonra anladım. Ama arka taraftan girerken de camiye, Selamın Aleyküm brother cümlem görevlinin buyur kardeş demesine ve bana yolu göstermesine yardımcı oldu. Terliği arkada bırakıp biraz kıllandım ama yapacak bir şey yok. Camilerde çalınan pabuç hikayeleri çok yabancı değil bizim millete. Neyse, milletin giremediği, namaz kılınan kubbealtına da aynı şekilde girdim. Kubbe güzeldi. Aslında tam kubbe değil. 18 köşeli köşegen diyelim. Biraz da açık alanda turladım, küçük müslüman kardeşlerimizle şakalaşıp fotofraflarını çektim. Çocuklar her yerde çocuk. Hala temizler. Dil din ırk ıvır zıvır farketmiyor onlara. Biraz şakalaş, azcık soytarılık yap, senden kralı yok.

Camiden sonra da hemen arka taraftaki parklara doğru yürüdüm. Burada bir kuş parkı, devamında kelebek parkı, çiçek bahçesi vs. vs. baya bir yer var. Ben kuş parkına geldiğimde zaten bitap vaziyetteydim. Kaç para dedim bu iş. 42 Ringgitmiş. Yuh dedim.

Ama hemen şöyle bir şey söyleyeyim ara paragrafta. Kuala Lumpur’da çok fazla görecek bir şey yok. Heryerde olduğu gibi bir Little India, bir Chinatown var. İlk gün zaten Chinatown’da kalmıştım. Sokakta kıyamet gibi tezgah var. Ivır zıvır satıyorlar. Kalabalık. En büyük aktivite Petronas kuleleri ve Menara kulesi. Bunlar da benim daha sonra kaldığım şehir merkezindeler. Burada baya yürüme fırsatım oldu. Gayet yüksek ve modern binalar, alışveriş merkezleri bu alana yayılmış durumda. Starbucks, KFC vs. her yerde. Burası da ziyadesiyle batılı bir havada. Bu bölgede sağlam eğlence mekanları da var. Özellikle Beach Bar Club mı ne var. Giriş 30 papel. Ben de paraya kıyıp girmedim. Reggae Bar’da üç tane viski kola içilebilir o paraya. Hem de geceyi kurtarırsın (Araya yine eğlence mekanı bilgisi kattım, farkındayım). Kuala Lumpur’a geri dönersek, dediğim gibi, 2-3 gün kafi bu şehre. Kiminle konuştuysam da onlar da hemfikirdiler. Görecek çok fazla orijinal yer yok. Zaten buradan Malezya’nın diğer noktalarına devam ediyor insanlar çarcabuk.

Kuş parkına döneyim, Kuala Lumpur’da durum böyle olunca 42 papeli verip girmeye karar verdim. Ekstradan bir aktivite ve belki de dehşetengiz kuşlar vardır. Giriş biletini alırken çocuktan sayamaz mısınız diye şaka yaptım (veletlere baya ucuz), anlamadı, kazık kadar adamsın, yaşından utan dedi. Moralim bozuldu. Ben de gidip papağanlarla biraz konuşurum dertleşirim diye düşündüm. Hava yine kapalıydı ve karanlıktı. Ama park güzel. Türlü türlü kuş uçuyor, yürüyor. Ben yarısını ilk defa gördüm. Tavuskuşunu daha önce Gülhane Park’ında görmüştüm zaten Gerçi ben çocukken Gülhane Park’ında 10-15 taneden fazla hayvan yoktu herhalde. Bir ayı (ursus muydu?), birkaç tavuk, bir aslan, bir kartal falan vardı diye hatırlıyorum. Neyse, flamingoları da Miami Vice’dan çıkardım. Sevdiğim kuşlar olan papağanları kafeslemişler. Kızdım. İlerledim. En güzel kuşları fotoğraf bölümü diye açık bir bölüme koymuşlar. Baykuşlar, kartallar, papağanlar. Acaip güzel hayvanlar. Gerçi ayaklarından zincirliler. Ama yapacak bir şey yok. Hoppaaa, bir baktım fotoğraf için 8 ringgit yazmışlar. Yine sinirlendim. Çekmedim fotoğraf falan. Biraz da deve kuşlarına baktım devamında. Sonra çıktım parktan. 42 ringgitime değmediğini farkettim. Öyle dehşetengiz kuşlar da yoktu. Kuala Lumpur’da da nem %98’e sabitlenmiş. İki litre su içip beş litre terledim gün boyunca. Başım dönmüş vaziyette geri döndüm, klimalı hostele attım kendimi.

Sonuçta 5-6 gün harcadım Kuala Lumpur’da. Madem o kadar matah bir yer değildi, ne halt yemeye kaldın diyeceksiniz. Şöyle ki ben biraz rahat adamım, Avustralya’ya gitmeyi planlıyorum 2 haftaya, daha elimde vize yok. Kuala Lumpur’da hallederim demiştim kendi kendime. Öyle kek gibi 2-3 gün git gel yaptım konsolosluğa. Hergün bir şey eksik ben de. Sürekli git gel. Kapıdaki güvenliklerle ahbap oldum. Benim bütün seyahat planını detaylarıyla biliyorlar. Ama asıl vizeyi verecekleri ikna etmek lazım. Sizin orda kalmaya niyetim yok abla diye derdimi anlatmam gerekti bu görevlilere. Daha Güney Amerika var, aha bak bilet burada falan dedim. Aslında bekleme süresi uzun. Ben biraz şirinlik yaptım, çabuk vermezseniz Menara Kule’nizden atlarım diye tehdit ettim. Umarım anlamıştır durumun ehemmiyetini oradaki bayan. Sen şimdi git biraz Malezya’yı gez dedi, biz sana e-mail atacağız dedi. Yapabileceğim tek şey beklemek. Ben de çuvalla parayı verip (allahtan kredi kartı alıyorlardı), başvuru formunu ve evrakları teslim ettim. Sonra da boyundan büyük gitarıyla yola yeni çıkmış Avustralyalı arkadaş Adam’la Cameron Highlands bölgesine doğru yola çıktım. Yüksek ve serin bölge iyi gelir, zihnim açılır diye hesapladım. Çay bahçeleri de varmış. Şöyle bir davşan kanı içerim. Her giden övüyor burayı. Father's Guesthouse da kıyak yermiş diye duyduk. Oradan da Penang’a geçmeyi planlıyorum. Otobüs mü? Bunda da boş yok. Ama öbür yazıya anlatırım artık…