29 Eylül 2009 Salı

Pokhara

                                                          









Dövmeci Hari'nin tükkanı...











Pokhara’yla ilgili bu kadar geç yazmamın sebebi, Pokhara ile ilgili yazacak fazla bir şey olmaması sanırım. Katmandu’dan Pokhara’ya 8 saatlik otobüs yolculuğunun sonunda vardım. Her bilet alışımda otobüs iyi mi falan diye soruyorum. Her seferinde de “ooo, efendim, iyi olmaz mı, geniş rahat, zaten sadece turistler var, durmaz fazla, çarçabuk varırsınız” cevabını alıyorum. Ve her otobüs küçük, dar oturma alanlı, ve de koltuklar tahta kıvamında oluyor. Tabiki minibüs caddesinde çalışan dolmuşlar gibi 50 metrede bir duruyorlar. Yolda mutlaka bir iki kere bozuluyorlar. Saatte katedilen ortalama mesafe ise 30-35 km. Kuyruk sokumumda kalıcı hasarlar bıraktı bu dolmuşlar. Nasıl oturursan otur, 2 saatten sonra kemikler sızlıyor. Neyse, şikayet yok…

Pokhara göl kenarında oldukça şirin bir kent. Gölün hemen arkasındaki cadde bütün aktivitenin olduğu yer. Oteller, barlar, restoranlar burada yer alıyor. Güzel, bahçeli, ve ucuz otele yerleşip biraz dinlendim burada. Aslında burda bir tek tembellik yaptım. Tayland’a uçmak için Delhi’ye dönmem gerektiğinden, ve istediğim tarihte yer olmadığından, sıkışık olmasın diye bileti iki gün ileriye aldım. Sonuçta Pokhara’da gereğinden fazla kaldım.

Hemen hemen hergün yağmur yağdı şansıma. Hava açık olduğunda arkada Himalayalar’ın muhteşem manzarası oluyormuş. Ben sadece resimlerde, ve de son gün otobüse binmek için otogara gittiğimde biraz gördüm (tabiki son sabah açıktı hava). Az görsem de muhteşemdi. Niye bu kadar yüksek bu dağlar anlamadım. 500 m’den yüksek olanlar dağ oluyordu yanlış hatırlamıyorsam. 7-8 kilometre yüksek olunca dünyanın çatışı deniyor zaten.

Hiçbirşey yapmadım da sayılmaz tabi. Kendisi de motor sahibi İngiliz arkadaşla günübirlik motor kiraladık bir gün. Etrafta dağ tepe bayır gezeriz dedik. Motorlar 150 cc. Kurye motorunun biraz daha kıytırığı. Ama bütçe buna imkan verdi. Arkadaşa dedim ki “sen önden git, ben unutup sağdan falan gitmeye kalkışırım maazallah”. Tamam dedi, çıktık yola. Gölün iki tarafında iki dağ var. Birinde Stupa, öbürünün tepesinde de manzara var. Stupa’ya doğru yola çıktık. Tabiki kaptırıp fazla gitmişiz. Yola, motora da alıştık çabucak. Sonra motorlu, yerli dostlarımız doğru yolu göstermek için bizi takip edin dedi. Yolları da biliyorlar, biraz da gösteriye döktüler işi. Bastıkça bastı allahsızlar. Geri kalmadık tabi. Sonra bir yerde durdular. Aha burdan böyle yukarı doğru devam dediler ama asfalt falan yok. Dimdik, taşlardan kayalardan oluşan bir yol var. İngiliz eleman motokros falan da yapmış önceden. Çıkarmıyız dedi, erkekliğe bok sürdürmedik tabi. “Ne var ki bunda, biz hep böyle yollarda gezeriz zaten” dedim. Başladık çıkmaya, zıplalaya zıplaya, kaya kaya vardık zirveye. Kask diye de yumurta kabuğu yarısı gibi bişey vermişlerdi zaten. Civciv gibi gezdim ortalıkta. Biraz manzaraya falan baktık ama hep puslu ortalık. Dedik öbür dağa çıkalım bari, sanki karşı tarafın havası farklıymış gibi. Adrenalin de fena gelmedi tabi motorum üzerinde. Biraz benzin takviyesi, tekrar yola çıktık. Burda da tepeye varınca asfalt bitti. Bu sefer öncekinden daha kötü ve daha uzun yola daldık. Taş, çamur, çukur, ne ararsan var (Aycan Bey’e cip safarisi için yeni yerler buldum, komisyon isterim). Bir iki kaydık ama tek parça bitirdik burayı da. Zaten yerlilerin bu manyak beyazların ne işi var motorla burada gibilerinden baktığı da dikkatimden kaçmadı ama. Tepeden manzara yine pusluydu tabiki. Döndük ve bu günü de böyle kapattık.

İkinci aktivite de fransız kızlarla ortak kayık kiralamak oldu (tamamen masrafı paylaşmak amaçlı). Kürek bile çektiler vallaha. Helal olsun dedik kızlara. Bir ara yüzelim dediler. Ben dövme yaptırdığım için suya ayaklarımı soktum kenardan. Evet, içkici-akşamdan kalma-dövmeci Hari abimizin sıhhi dükkanına fazla direnemedim ve ufak bir hatıra kondurdum sırtıma. Dağıtmayalım konuyu. Kızlar yüzdü ama bacaklardan birkaç sülük ayıklayıp, sonra tırsıp bütün vücutlarına sülük kontrolü yaptılar. Ben bakmadım ama. Bulutların arasından himalayaları görürmüyüm diye uzun uzun öbür tarafa baktım. Sonra da baktık kayığın kirasının bitmesine az kalmış, acele asıldık küreklere, arada kızların ucuz brendisinden de yudumlayarak, bol ter atarak vardık iskeleye. Bir günü de böyle yedik…

Delhi yolu uzun, gitme vakti geldi. Sınırın dibindeyiz ama dokuz saat sürdü sınıra varmak. Benim tren akşam 19:20 de ama sınıra vardığımızda saat 16:00 idi. Ben hafiften yusuflamaya başladım tabi. Sınırı geçeceğiz, şanslıysam en az iki saat daha yol var. Sınırdan çabuk geçtik allahtan. Nasıl sınır hala da anlamış değilim, o da ayrı konu. Beş kişi ortak cipe girdik makul fiyata (Sözleştik arkadaşlarla, seneye de iki kişi daha bulup kurbanda deveye gireceğiz). Hızlı başladık ciple. Yetişeceğim diye biraz sevindim. Nerdeeee? 10 km kala cip mefta. Zaten arada bir iki istop etmişti. İterek destek olmuştuk. Bu sefer itmek de fayda etmedi. Benim kalmış 40 dakikam. Bir de festival var. İpini koparan sokakta, yolda ilerlemek falan mümkün değil. Biraz kavga dövüş, bize rikşa bulun derken 15 dakika da öyle geçti. Bir rikşa buldular allahtan. Ama dediğim gibi festival zamanı. O güzelim sempatik yüzlerin hepsi yoluma atlamış canavarlar gibi gözükmeye başladı. Sesler boğuldu, kahkahalar filmlerdeki şeytani muhahaha gülüşleri gibi gelmeye başladı kulağıma. Uzatmayayım, vardık ama istasyondaki saate bir baktım. 19:35. Aha dedim, şimdi tuttuk ipin ucunu. Renk attı. Ertesi gece uçak var, Gorakhpur denilen pislik çukurunda (dilimi bağışlayın ama hakkaten öyle) saplandık kaldık. Yavaş hareketlerle ilerledim istasyona başka tren var mıdır diye. Tabelaya bir baktım, tren 1,5 saat rötarlı. Yüzüm aydınlandı. Hergün düzenli ettiğim duaların öbür dünyadan önce bu dünyada karşılık bulacağını daima biliyordum aslında. Hemen gevşedim tabi, hem parayı da kurtarmışım. Çıktım su, muz falan aldım kendime. Ama yorgunluktan da bayılacağım neredeyse.

Tren de geldi sonunda. Bekleme listesinde olduğumdan önceden, istasyondaki görevliye sordum yerim neresi diye. AB-1 falan gibi şifreli bir şey yazmıştı bizim biletin üzerine. Tren geldi ama vagonlara bakıyorum geçerken, bizim vagon yok. Sor sor bilen yok. Kimse de yardımcı olmuyor. Tren beş km uzunluğunda falan olmalı. Bir ileri bir geri koşturduktan sonra benim vagona en yakın olduğunu düşündüğüm vagona atladım, çöktüm bir yere. Görevliyi bekliyorum. Sonra çıktı geldi. Kibarca “excuse me” falan dedik. Adam kendi dilinde acelen ne lan gibilerinden bir şey söyledi herhalde, etraftakiler gülüştü. Gözüm karardı, kalk kafa at dedim. Sonra “The Darjeeling Limited” filminde elemanların trenden atıldığı sahne aklıma geldi. Ertesi akşam da uçak var. Sakinleştim, sahte bir gülümseme takınıp bekledim. Bütün vagonu dolaşıp en son bana geldi düdük makarnası. Verdik bileti adama. Baktı. Haaa dedi, bu vagon yok, senin yerin artık bu vagon. Dedim ki ben daha iyisinin parasını verdim, nasıl yok. Yok işte yaratayım mı gibilerinden baktı. İyi dedik, bari bir yer göster. Bulduk bir yer. Çantayı zincirledim, o yorgunlukla şu ana kadar tranlerdeki en iyi uykumu uyumuşum.

Delhi’ye varınca, ilk iki günü ürkek geçirdiğim bu şehre bu sefer sanki ülkenin kralıymış gibi rahat tavırlarla girdim. İlk kaldığım otele gittim. Artık yerlisi sayılırız. Dedim ben gece gideceğim, kaça verirsin odayı. İlk günkü ücreti söyledi. Düşündüğüm kadar ilerleme kaydetmemişim sanırım. Ben de dorm odasına (sadece gün içinde takılacağım nasıl olsa) 100 rupi verip yerleştim. Akşam da rikşacıyla son günüm olduğundan hafif bir pazarlık yaptım. Hatta varınca 27 rupi fazlasını verdim ve adamı da mutlu ettim (keşke vermeseymişim, havaalanında param kahveye yetmedi, ben de portakal suyu içtim). Havaalanında etrafa bakarken bu binayla dışarıdaki Hindistan’ın ne kadar farklı olduğunu düşündüm kendi kendime. Uçak vakti geldi bindim. Hala çok yorgundum. İlk defa uçak yolculuğunun daha uzun olmuş olmasını arzuladım. Ama değildi….

24 Eylül 2009 Perşembe

Bungeee








Basın flickr linkine, görün kurbanlık koyunun resimleri ve videosunu...








Geceden pek uyku tutmadı. Döndük durduk yatakta. Ne işin var 160 metrelik asma köprünün üzerinde, ayağında iricene paket lastiğiyle. Bir de atlayacaksın nehrin dibine. Allah akıl fikir versin. Biraz ter attım gece ama ama 3-4 saat de uyumayı becerdim.

Sabahın beişnde ayaklandım, her zaman olduğu gibi. Gittik otobüsü bulduk. Üç buçuk saatlik eziyetten sonra son kısmı yürüyerek katettik. Bir gün önce yağmur yağmış, toprak kaymış. Açmaya çalışıyorlardı. Yaklaştıkça bir köprü belirdi uzakta. Vadinin üzerinde çelik halatlarla gerilmiş, ortada ufak bir platform. Normalde üzerinden geçerken bile baş döndürecek bir köprü. Stres biraz arttı tabi.

Geçtik karşıya, iki gruba ayrıldık. Biraz anlattı şöyle atlayın falan filan diye. Ben dinlemedim. Zaten son seferimiz gibi gözüküyor. Ne gerek var kafayı gereksiz bilgilerle doldurmaya. Sallanacaksın gideceksin aşağı doğru. İkinci grupta olunca bekleme süresi arttı. Bekledikçe de stres. Önceden yememek lazım ama ilk gruptan gelenler de açık büfeden pilavı, eti, patatesi doldurmuşlar yiyorlar. Ne kadar sürer bizim atlamamız diye sordum. Yarım saat en az diyince abi, gittim bir tabak yaptım. Sanki 160 metreden atlamayacakmış gibi hızla indirdim mideye. Yarım saat sonra çağırdılar hakkaten, hazmettiğimiz falan da yok. Bu seferde mide sağlam kalacak mı gibi ikinci bir stres unsuru eklendi. Millet bir bir başladı zıplamaya. Biraz arkalarda saklanıp idare ettik ama sonunda isim çağrıldı. Kahramanca atıldım, gittim yerime. Bağlandık güzelce. Ama yalan yok, surat kar gibi. Kameramanın nasılsın sorusuna pek iyi değil cevabını verdik. Sıra geldi sonunda. Lastiği taktı ayağımıza, yavaşça yürüyoruz. Akıl işi değil vallahi. Parayı da bayılmışız. Dönüş yok. Üçten geriye sayınca uç dedi. Benim kalp 200 atıyor. Az daha bekle lan işte diye geçiriyorum içimden. Adamın umrunda mı, her gün 50 kişi yolluyor aşağıya. Bitse de yemek yesek kıvamında. Kenara getirdi bizi, hemencecik de sayıverdi. Aklımdan neler geçiyor ama. Borcum olanları hatırladım, son bir et sote yiyemediğim için içlendim, kitaplarımı yağmalayacak arkadaşlarımı düşündüm, sinirlendim. Liste uzun aslında ama hepsi yazılmaz.

3,2,1 dedi o iblis (aklında pilav ve patates var biliyorum), içimden ona da salladım okkalı bişeyler. Zaten bıraktı bizi, paket lastiği ağırcana, baş da dönüyor. Ben de ileri doğru atıldım kurt gibi. Ondan sonrası biraz bulanık. Nefesi tutmuşum, nehir hızla büyüyor. Gidiyoruz aşağı ama hala ip yok piyasada. Sonra hafiften gerildi namussuz ama inmeye devam. Kelim suya değdi, ve ve geri doğru zıpladım. Bir iki sekmeden sonra durduk, ama tıpkı kablosu dolanan telefona döndürdüğümüz gibi dönmeye başladık. Zaten başaşağı duruyoruz, dönmeye devam. Alçalttılar sonra, adamın biri bambu sopayı uzatıyor ama yakalayana aşk olsun, kafa kıyak. Sonunda tuttuk sopayı. Çekti aldı bizi. Çözdüler ama dünya dönüyor. Kalp aynı hızda atmaya devam.

İnsanoğlu nankör, burdan salimen çıktık ya, 160 metrelik tırmanış gözümde büyüdü. Biz de akıl nerde, lastik terlikleri giymişiz gelmişiz sabahın beşinde. Akıllı batılıların hepsinde kıyak pabuçlar. Bu yüzden gelişmiş adamlar herhalde. Ufaktan tırmanışa başladık, terlikler kayıp duruyor, çık çık bitmiyor anasını satayım. Üç moladan sonra vardım yerime. Ama gevşemişim. Soluklanıp büfeye koştum. Dedim atlayıştan dolayı fazla yiyemedim, biraz daha alabilir miyim (parasını vermişim peşin)? Kötü baktı ama ok dedi. Fazla bişey de kalmamış. Biraz sebze ve portakal desteğiyle süzülüp giden enerjimi geri depoladım. Sonra da diğer atlayanlara, korktunuz mu, ne var ki bunda, bence tırmanış daha pisti falan dedim. Ama suratımı köprüde görenler bence pek inanmadılar…

Dönüşte de kahramanlık yaptık bir arkadaşla, otobüsün üstüne çıktık. Normalde çanta falan oluyor yaslanacak, ama bugün yok. Metal çubukların üzerinde, nepalin dağ serinliğinde üç saat tepede ilerledik. Sırtı çürüttük geldik. Akşama da bayıldım zaten. Ertesi gün yaptığım işin gerçekliği kayboldu kafamda. Rüya gibi oldu. Bir daha yapar mıyım bilmiyorum. Ama hala hayatta olmak güzelmiş… Kitapları da anca Kolombiya’da kaçırılırsam alırsınız tilkiler…

21 Eylül 2009 Pazartesi

Katmandu








Tur otobüsü... ya da büyüyünce olacak!







Gecikmeli posttan Katmandu’nun tadını çıkardığım anlaşılmıştır herhalde. Yerleştiğimiz bölge turistlerin en çok tercih ettiği yerlerden biri olan Thamel. Etraf restoran, bar, dükkanlar ve türlü aktiviteler sunan acentelerle dolup taşmış durumda. Burdaki sataşmalar Hindistan’a göre daha az, ama yok değil. Ama pek çok gezginin de belirttiği gibi burası Hindistan’dan sonra bir nefes alma noktası/durağı.

Biz de nefes alalım diye ilk gece arkadaşlarla akşam sefası yapmaya karar verdik ve canlı müzik yapan bir bar bulduk. Bulduk demek yersiz, bunlardan da çok var. Birini seçtik diyelim. İlk akşam farkına varamadık tabi, ama daha sonra gittiğimiz yerlerde devamlı olarak aynı 20 parçanın canlı olarak çalındığına şahit olduk. Sanki hükümet bu repertuarın dışına çıkan genç yetenekleri hapse atıyormuş gibi bir durum hakim Katmandu’da. Şarkılara örnek vermek gerekirse Eric Clapton’dan “Wonderful tonight”, Beatles’dan “Let it be” ve Eagles’dan “Hotel California”… Sanırım kalan 17 şarkıyı da kafanızda şekillendirebilirsiniz. Yine de bir ay sonra iyi geldi yayılıp oturabileceğiniz minderlerde iki birayı üstüste içebilmek. Bir aylık perhizden sonra yaramadı desem yalan olur. Burada biralar da 650 ml. Olarak geliyor. İki tanesi de bizdeki iki büyük, bir küçüğe tekabül ediyor. Biraz da bar yemeğiyle takviye ettik. Akşam iyi bir uyku için birebir ilaç oldu.

İkinci gün Katmandu’nun Durbar Meydanı’na doğru gidelim dedik. Gittik de. Burada ilginç bir uygulama var. Bu meydan aslında halka açık ama turist olarak girdiğiniz zaman (maalesef beyaz ten ve fotoğraf makinesiyle araya karışamıyorsunuz) arkanızdan bir memur koşup geliyor, bilet satılan gişeyi gösteriyor, 300 Nepal Rupinizi alıp bir bilet veriyor. Eğer ilerleyen günlerde buraya bir daha gelmeyi düşünüyorsanız (sadece içinden geçip başka bir yere geçmek için bile olsa), başka bir ofise gidip fotoğrafla yedi güne kadar, fotoğrafsız dört güne kadar kadar giriş izninizi ücretsiz(!) uzarabiliyorsunuz. Millet elini kolunu sallayarak geziyor, size her giriş çıkışta koşup yetişip bilet soruyorlar. Halka açık meydanda güzel tapınaklar var ama asıl yapıların olduğu yere girmek için de ilave 250 rupi talep ediyorlar. Biz de girmedik. Biraz kapıdan bakıp kaçak iki fotoğraf çekmekle yetindik. Bu durum bir yerden sonra sinir bozucu oluyor, adım attın para, nefes aldın ekstra para. Çok büyük rakamlar değil belki ama üstüste bindimi de yekünde para tutuyor. Bu sebepten daha seçici olmaya başlayıp belli yerleri görüyorsunuz sadece. Akşamüstü de her yerde bir tane bulabileceğiniz “Monkey Temple” denen Budist tapınağına tırmandık. Buraya gitmek için ise bisikletten bozma arkasında iki kişilik oturacak yeri olan ulaşım aracını seçtik. İyi fiyat verdi diye yaşlı amcada karar kıldık, ama iki tane hafif yokuşta inip aleti itmesine yardım ettik sonrasında. Bizi bıraktığı yer de baya uzakmış. Ucuz etin yahnisi kara oldu anlayacağınız. Zorlu tırmanıştan sonra Katmandu manzarası güzel geldi. Bu günün akşamında, tebdil-i mekanda ferahlık var deyip bir gün önce gittiğimiz barın karşısında bulunan Namaste Bar’a gittik. Aaaa, bir gün önceki grup bugün burada çalıyor. Marmaris’te beş kişiden oluşan iki grup rapçi takımı vardır. Sahil şeridinde nerede oturursanız oturun mutlaka yarım saatlik gösterileriyle sizi bulurlar. Bir hafta kalırsanız, iki ayrı grubu minimum üçer kez olmak üzere ayrı ayrı seyredebilirsiniz. Buradaki durum da benzerdi. Aynı parçaları aynı sırada çaldılar diye hatırlıyorum, ama emin değilim. Zira ucuz biraya biraz fazla hızlı davranmış olabilirim.

Üçüncü gün ise altı kişi ufacık minibüsvari bir arabaya doluştuk. Bizim memlekette sanırım Mazda’nın vardı bu arabaları. Arkalarına “büyüyünce otobüs olacam”, “büyüyünce kamyon olacam” falan yazarlardı bunların. Belki anımsarsınız. Konuyu dağıtmayalım, şöför artı altı kişi hoplaya zıplaya Himalaya manzaralı Nagarkot bölgesine gittik. Ama bulutlardan bir şey göremedik. Hava hep kapalı geldiğimizden beri. İkinci durağımızda 10$ istediler girişte. Taj Mahal sanki. Kimse ödemek istemedi, biz de yola devam ettik. Yol dediğim aldatmasın. Otoban dedikleri yerler bile (Katmandu’ya geliş yolu gibi) bizim Datça yolunun en dar yerleri gibi. Şehrin yolları zaten çukurlar, toz ve biraz asfalttan oluşuyor. Üçüncü günü de kazasız belasız atlatıp, değişiklik yaparak akşam bira içmeye karar verdik.

Son olarak, aklıma kimin tam olarak soktuğunu bilmiyorum, gelirken planda yoktu, 160 m lik bungee jumpinge yazıldım. Aslında yıllar geçtikçe yüksek yerlere eskisi kadar sıcak bakmıyordum ama parasını ödeyince atlamak kaçınılmaz oldu. Dünyanın en baba yerlerinden biriymiş burası bu işi yapmak için. Öyle dediler. Akıl işi değil ama bakalım öylemiymiş ve bakalım burdan sağ çıkar mıyım???

17 Eylül 2009 Perşembe

Nepal Yolu

Tahmin edeceğiniz üzere sabah erken kalkıp otobüsün kalktığı yeri buldum. Kahvaltı da dahilmiş. İki tost ekmeğinin arasına bir tane yumurta kırıp getirdiler, bir de sütlü çay. Eh, bilete dahil, sokağa atacak halimiz yok. Afiyetle yedim.

Otobüs geldi, benim numara 32. Bindim. Arkaya kadar yürüdüm, 32 yok. Sordum. Şöförün kabini var, koltuğunun etrafında da minderler. Adam orayı gösterince kan beynime sıçradı. Çıkıştım tabi. Sen sessiz ol gibilerinden arkaya aldı beni. O kabine altı tane Japon sığdırdı adam. Eskiden magirus dolmuşlarda çocukları para konulan ortadaki yere oturturlardı İstanbul’da. Japonlar o pozisyonda 12 saat yol gittiler. Görünce benim kalbim sıkıştı. Günahı boynuma ama orda gitmeye kalksaydım varamazdım sınıra.

Güzel yerime oturduktan sonra yola koyulduk. Sekiz saat sürmesi gerekiyordu yolumuzun, ama oniki saat sürdü. Gorakhpur şehrinde gösteri yürüyüşüne denk geldik (kesin komünisttiler!). Adamlar yol kesti vallaha, geçirtmediler bizi. Sınıra yaklaşınca da baktık Habur sınır kapısı gibi. Bir türlü varamıyoruz. Kamyonlar bekleşiyor. Yolu da kapatmışlar. Dört saat rötarla ulaştık sınır kapısına. Ben işlemler sabah sanıyordum, akşamdan geçecekmişiz sınırı. O yoldan sonra formları doldurduk, allahtan fotoğraf varmış, yapıştırdık, 25$ verdik. Başladık beklemeye. Güleç memur sağolsun, oldukça ağırkanlı şekilde yapıştırdı vizeleri. Pasaportları verirken de herkesin adını doğru telaffuz etmeye çalıştı. Bu da biraz zaman alıyor tabi. Herkes yorgunluktan ölmüş, memurun isimleri doğru telaffuz edip, “welcome to Nepal” demesini bekliyor. Allah için sempatik adamdı. Geceyarısı bile mizah anlayışından hiçbirşey kaybetmemişti.

Otel diye bir yere soktular bizi. Köpek bağlasan durmaz. Ama otobüs, kuyruk, gösteri falan derken, düşen düştüğü yerde kaldı. Tahmin edeceğiniz üzere sabahın altısında yerel Kathmandu otobüsü geldi. Minibüs daha doğru. Ben de boy 1,50 olmasına rağmen dizler sığmıyor. 280 km yolu da dokuz saatte katettik. Bayıldık bayılacaz derken Katmandu’ya vardık. Daha önce gidenlerimizin yazdığı üzere, Hindistan’dan sonra nefes aldık biraz. Turlayıp oteli de bulduk. Sonra baktım her yerde bar var, bira var. Kanım ısındı buraya şimdiden…

Varanasi Varanasi







Ganj'da erken saatler...








Her anlamıyla yoğun bir şehir bekliyordum ama yaşamak başka birşeymiş bu kenti. Trafik daha önce de gördüm Hindistan’da, ama burdaki gibi ilerlemeyeni değil. Nasıl kalabalık anlatamam. Ben eski şehrin olduğu bölgede kalmaya karar verdim. Otel adını da Udaipur’da bir arkadaştan almıştım. Bulduk oteli. Eski şehrin olduğu bölgede sokakların genişliği iki metre (Delhi'de benzer durumdan sözetmiştim, burda her yer daracık). Sağlı sollu her yer dükkan dolu. Önünüzdeki insanlar vitrine bakmaya karar verince beğenmeden devam etmelerini diliyorsunuz. Tabi bu dar yolları inekler ve mandalarla da paylaşıyorsunuz. Kedi değil yahu bunlar. Koca koca hayvanlar. Sağından solundan geçmek bile dert. Bir kere boynuz yedim zaten Pushkar'da, artık üfleyerek yiyorum. Dolambaçlı yollardan dolayı oteli ara sıra bulup dinlenmeyi becerdim yine de.

Ganj Nehri’ne gelince… İlk gün nehir boyunca yürüdüm. Hatta baya yürümüşüm, arka mahallelerde son buldum. Bütün hayat bu nehire endeksli. Bu nehirde yapılmayan şey yok herhalde. Yıkanıyorlar, diş fırçalıyorlar, ölüleri yakıp nehre külleri döküyorlar, yakılmayacak ölüleri direk nehre gönderiyorlar, çamaşırlar zaten burada yıkanıyor, hatırı sayılır pislik de nehre akıyor. Mandalar nehirde keyif çatıyorlar, ama hemen yanlarında yıkanmak serbest. Nehirde gerçekleşen pek çok aktivite bize garip geliyor, ama yerlisi insanların da bizlere bakıp “amma pimpirikli bunlar” dediklerini düşünüyorum çoğu zaman. Ganj’a girip hasta olmadıklarına göre bir sorun olmasa gerek. Ben ne olur ne olmaz fazla bulaşmadım bu nehre.

Bir sonraki sabah gündoğumunu seyredeyim diye tekne turuna yazıldım. Erkenden kalkmayı becerdim. Baktım aşağıda bizim kayıkçı bekliyor sabahın beşinde. Karga bokunu yemeden yollara düştük yine. Diyorum seyahat askerlik gibi diye, kesin inanmıyorsunuz. Neyse, vardık tekneye. Baktım benden başka kimse yok. Sonra kızkardeşim (10 yaşında) boyunda ve kilosunda bir çocuk bindi bizim kayığa, esas kayıkçı kayboldu. Çocuk ben ne olduğunu anlamadan boyunun üç katı küreklere asıldı. Nehir hem çok yükselmişti, hem de akıntı hızlanmıştı. Çocuğun bir yere ilerlediği yok. Kime kızacaksın ki burada. Otel müdürüne mi, tekneyi çocuğa verene mi, sabahın köründe kürek çeken ufaklığa mı. Hindistan’da çocuk yaşta çalışanların sayısını tahmin edemiyorum. Lokanta’da bulaşık yıkayanlar, otellerde temizlik yapıp, koltuklarda uyuyarak yaşamını sürdürenler, sokakta hediyelik satanlar… Saymakla bitmez. Acı ama burası da onların coğrafyası. Bazen tam kavrayamadığımı düşünüyorum bu düzeni. Kayığa dönersek, akıntıyla aşağı biraz salınıp gün doğumunu seyrettikten sonra çocuğa çek kıyıya kardeş dedim. Akıntıya karşı zaten gidemezdi. Kuzu kuzu otele döndük. Müdüre ne iş deyince, ilk defa oldu böyle bir şey cevabını aldım. Yarım saat sonra da otelde kalan çiftten bir gün önce aynı şeyin kendi başlarına geldiğini öğrendim. Müdür için hislerim biraz daha yoğun olsa da burda sadece (ve kibarca) pislik diyeceğim.

Ben çıkışınca akşamüstüne bonus tur kazandım. Bu sefer yetişkin kayıkçılarla akıntıya karşı biraz ilerledik. Akşam seferi sakin başladı. Bir iki ölü manda nahoş kokular eşliğinde yüzüyordu. Olcak iş mi, vay be diye düşünürken bir baktım bir adet ceset de yüzüyor yosunların arasında. Mavimsi, yeşilimsi, beyazımsı bir renk almış. Anlatması güç ama insan bir garip oluyor. İnsanlar arkada banyolarına devam ediyorlar bu arada. Garip ruh hali biraz sürdü tabi. Daha sonra arkadaşlarla konuşurken mafya için Varanasi’den daha güzel şehir olmayacağına karar verdik. Haraçta sorun mu var, kes Vinod Kumar’ı, salla Ganj’a. Kimse de dönüp bakmaz bu ceset de niye. Komşunu sevmiyor musun, vur kafasına odunu, ayağına taş bağla, salla nehre. İtalyanlar burada olsalar çok severlerdi burayı, ve işlem tamamlanınca kısık sesle “your friend is sleeping with the fishes” derlerdi herhalde maktulün dostlarına…

İkinci garip olgu ise ölülerin yakılması. Bu işlemin yapıldığı yere gidip seyredebiliyorsunuz. Alan durumuna göre birden fazla ölü aynı anda yakılabiliyor. İnsanlar ölmüş yakınları ile bekliyorlar. Sırası gelen göçmüş yakınını aşağı taşıyor. Yakılıp küle dönüşmüş cesetler ise Ganj’a bırakılıyor. Boşalan yerde odunlar yeniden diziliyor, ortasına ölü yerleştiriliyor, üzerine biraz daha odun koyuluyor ve akabinde tutuşturuluyor. Kötü anlatımımı mazur görün, çünkü bu süreç nasıl anlatılır hakikaten bilmiyorum. Seyrederken bile donup kalıyorsunuz. Biraz dalmış gibi boş gözlerle bakıyorsunuz sadece. Isıyı ve kokuyu hissediyorsunuz, daha da garip oluyorsunuz. Ne düşündün diye sorsalar, bir şey düşünmedim derdim. Duygusuz ya da hissiz biri olduğunuzdan değil bence, gerçekten düşünceler bile duruyor çünkü. Yüz sabitleniyor ve sadece bakıyorsunuz. Değişik bir tecrübe. Sonrasında da ölümün dünyanın farklı yerlerinde farklı algılanmasının ilginçliğini düşünüyorsunuz. Bu kısmı çok iyi anlatamadım, ama üzerine bir iki gece uyumama rağmen ben de hala anlamadım…

Yakılma faslından sonra biraz kara mizahla devam edeyim en iyisi. Internet için gittiğin dükkanda elektrik gelsin diye bekliyordum (gelmedi tabi). Yanımda da bir isveçli çift. Dükkan sahibine sorular soruyoruz. Fındık faresinin biri koşarak geçti yerden. Ben gördünüz mü gördünüz mü diye sordum. Evet gibilerinden baktılar. Dükkan sahibi istifini bozmadı. Aradan beş dakika geçmedi bu sefer isveçliler bana baktı gördün mü gibilerinden. Bir baktık dükkan sahibinin masasının üzerinde belirdi bizim ufak yaratık. Para sayarken parmağını ıslatmak için kullandığı ufak kaptan su içiyor. Memlekette kafaya süpürgeyi 50 kere yemişti. Sonra gayet sakin döndü gitti. Dükkan sahibi de sanki biz anlat Şehrazat demişiz gibi başladı hikayeye. Uzun zamandır burdaymış, ufakmış. Pasajın karşı tarafında kıyafet dükkanı varmış adamın, ama kıyafetlere zarar vermiyormuş kerata (burda güldü adam)… Bir de masada kalem mi dedi ne dedi, bir şey varmış, bazı sabahlar gelince onun yerini değişmiş buluyormuş. Çok da oyuncıuymuş küçük faremiz. Kardeş kardeş yaşayıp gidiyorlarmış. Hayvana zarar vermemesini çok olgun bulmama rağmen, bu arkadaşın batılı insanlara hizmet verdiği dükkanında sergilediği yaklaşımın ticaret hayatında kendisine aynı pozitiflikte dönmeyeceğine kanaat getirdim kendi kendime. Gülüp geçiyorsunuz sonuçta. Kapan getirecek halimiz yok ya internet cafeye de...

Uzatmayayım. Varanasi gibi zor bir şehir için iki gün kafi gelir demişlerdi. Ben üç gün kaldım. Sırada var Nepal. Buradan ayrı vasıtalarla gitmeye kalksam üç aktarma uğraşacaktım. Ben de makul fiyata sınıra kadar gidebileceğim, bir gece otelde konaklayabileceğim, ve akabinde de Katmandu’ya otobüsle devam edebileceğim bir bilet edindim. Otelin pislik müdürü de 30 rupimi komisyon olarak attı cebe. Ama hata bende, geçe kaldık yine. Bu da değişik bir yol olacak gibi ya, hayırlısı...

12 Eylül 2009 Cumartesi

Udaipur

Yataklı otobüs enterasan birşeymiş. İstanbul’da çalışan iki katlı belediye otobüslerinin alt katı biraz basıktır ya, bu otobüste de altta koltuklar, üstte de yataklar var. Yataklı yerlerin camları var, kapatıp bir güzel uyuyorsunuz. Ben değil tabi. Ben en arkaya düştüm. Cam yerine bir perde, binmeye çalıştığımız yerde uyandırmakta güçlük çektiğimiz bir Hintli kardeşimizle karşılaştım. Uyandırıp geçtik yerimize sonunda. Kafa terste kalıyor. Şöför de bir gitmeye başladı ki anlatamam. Belki çok hızlı değildi ama ben görmüyorum ki. Bizim yatak yüksekte kalıyor. Her sollamada üst taraf yola doğru yaklaşıyor sanki. İki saat kadar kıvranıp kaderime razı oldum. Uyudum.

Udaipur (varmayı başardım) beni yanıltmadı. Jaipur’a indiğimde baştan hoşlanmamıştım. Buraya indiğimde ise baştan sevdim. Hatta şimdi geriye dönüp bakınca Hindistan’da şu ana gördüğüm kadar en huzurlu yer. Göreceli olarak daha sakin ve düzenli bir kent. En azından benim gördüğüm bölgeler…

Şansıma da eski ama yeri güzel bir otelde son buldum. Hücre odasına benzeyen tek kişilik oda yerine daha ucuz olan dormda, 100 Rupi’ye kaldım. Hem ferah, hem temiz, hem de insanlarla laklak ediyorsunuz. Tam paket, cüzzi fiyat. Manzarası süper idi (Fotolardan bakabilirsiniz!). Yemekleri ise hiç fena değildi. İnsan daha ne ister ki…Bu arada Hindistan’da hiç yoğun olmayan yerlerde bile nasıl yemek çıkartıyorlar anlamıyorum. Kalabalık menüleri var. Bir şey seçiyorsunuz, o içinde hiçbirşey yokmuş gibi gözüken mutfağa biri giriyor, bir şekilde istediğiniz yemeği yapıp getiriyor. Genelde de iyi oluyor. Ellerine sağlık aşçı kardeşlerimin.

Huzurlu yeri bulunca ilk gün avlunun gölgesinde gölgelendim. Akşam da çatıda kitap okudum. Otobüsün sallamasını ve stresini bünyemden attım. İkinci gün gidip Saray’ı gördüm. Hesap güzel adamlarda: giriş 50 Rupi, fotoğraf makinesi 200 Rupi. Sıradayken de yanımızda yeni bir sıra oluşturdular, en gerçek sıradaki bizler kaynak yapıyor durumuna düştük. Sıcaktan kavrulmuşuz, haliyle biletçi abiye biraz sert çıkıp bileti aldık. Asıl kaynakçılar cıkcık gibilerinden söylendi. Ben bileti aldığımdan kaçtım.

Saray’a gelince; şu ana kadar pek çok saray gezdim, haliyle birbirlerine benzer olmaya başlıyorlar bir süre sonra. Bazı kısımlarından manzara çok güzeldi. Bir de insanı sinir eden şeylerden biri, içeri girip başka bölüme 10 Rupi, başka bir bölüme 25 Rupi gibi ekstra ücretler istemeleri. Ben de vermedim, çok bir şey de kaybetmedim sanırım. Akabinde de bir tapınak ziyareti yaptım. Burdaki babalar da foto ücretini 50 Rupi belirlemişler. Bir iki tanesini beleş çekmeyi becerdim.

Udaipur da Pushkar gibi biraz dinlence oldu aslında. Yeteri kadar dinlendiğime göre, ve Hindistan’da vakit daraldığına göre, bir sonraki durağım olan Varanasi’ye yola çıkmak gerekti. Biletleri aldım. İlk gece 15 saat, ertesi gün alakasız bir kentte 7 saat beklemeden sonra (otellerde pahalıydı, ben de gündüz için girmedim otele) da sonraki trende 15 saat daha. Varanasi’de otele girdiğimde sırtımı hissetmiyordum. Ama ilk sefere göre de daha rahat ve kaygısız yolculuk ettim (alıştık mı ne bu ülkeye?).

Şimdi Varanasi’deyim dostlar. Sanırım burası en ilginç duraklarımdan biri olacak. Biraz istirahat de ettiğime göre sokaklarda kaybolmaya hazırım. Bakalım Ganj’da ne tür şeyler yapıyormuş Hintli kardeşlerim…

8 Eylül 2009 Salı

Hindistan - Ara Özet

Hindistan yolunun yarısını tamamladıktan sonra bir ara özet yazmak iyi olur diye düşündüm. Ara özet herşeyi anlatmış olur da bir son özet yazamazsam şimdiden özür dilerim.

Havaalanı çıkışı hava çarpmasınından biraz bahsetmiştim sanırım. Hava düzenli olarak, ve ara ara çarpmaya devam ediyor. Çok terleyen dostlara tavsiye edebileceğim bir ülke değil. En iyi mevsimde geldiğimi söyleyemem tabiki ama uzun seyahatin bir yerlerinde kötü havaya yakalanacaksam, bunu Asya olarak belirlemiştim kendi kendime. Benim ölüp de sıcak dediğim yerlerde Hintli dostlar “ne sıcağı” diyebiliyorlar. Sanırsam ki Mayıs falan cehennemi yaşatabilir bu diyarda.

İkincisi, ben Marmaris’te büyümüş ve sık sık giden biri olarak turiste sataşılmasını bildiğimi sanırdım. Ama burdaki sataşmaları tarif etmek zor. Önceki 15 rikşaya defol git gibilerinden yaklaştığınızı gören 16. rikşacı da gocunmadan yanaşıp, “hello, where you go my friend” diye yaklaşmaktan çekinmiyor. 1,1 milyar insanın, 300 milyonunun rikşacı olduğunu tahmin ediyorum bu memlekette. Biraz agresif gününüzde hakkaten bir ikisini indiresiniz gelebiliyor. Ama ülkenin fukaralığını görünce de diyecek fazla birşeyiniz olmuyor. Diğer satıcılar da farklı yaklaşmıyorlar. “No, thank you” lafının üzerine, “why not?” diyerek bir de gerekçeli açıklama isteyebiliyorlar. Ama fukaralığı belirtmiştim sanırım. Herkes küçük pastadan pay almaya çalışıyor. Fukaralığı daha da açmak gerekirse, halka açık herhangi bir yerde hayatını idame ettiren insanları görebilirsiniz bu ülkede. Köprüaltı, tren istasyonu, nehir yatağı… Farketmiyor. Ne yiyip ne içtiklerini merak ediyorum bazen, ama bu soru sokaktaki herkes için geçerli. Biraz fazla düşünüp hislenmeye başlarsanız, burayı olduğu gibi kabul etmezseniz, Hindistan’ın altından kalkamayabilirsiniz…

Temizlik konusuna gelince… Burası tam olarak, misafirliğe kendi terliklerini götüren, evde sehpanın tozunu sürekli alan, elmasını deterjanla yıkayan, askerde ilk hafta tuvalete gidemeyen, umumi tuvalete girdikten sonra musluğu kendi kağıt mendiliyle açıp kapayan insanlar için bir yer değil (ananecim, burayı sana tavsiye etmiyorum. Gözlerinden öperim ayrıca:)). Kazara yemek yediğiniz yerlerin mutfağını görürseniz kafanızı çevirmeye çalışın. Yoksa yemek yemek zorlayabilir. Bazen sokakta lezzetli şeyler görüp kafayı azcık aşağıya çevirince alttan akan suları (şu ana kadar muhteviyatını düşünmeyi reddettim) görünce de yiyesiniz kalmayabiliyor. Niyetiniz alışveriş etmek ise , bu amaca hizmet eden popüler sokaklarda bile vitrinden ziyade yürüdüğünüz yola bakmakta fayda var. Öküz-inek pisliği (haliyle kutsal hayvan. İspanya’da gösteriyle öldürüyorlar, burada sadece seviyorlar ve dokunmuyorlar) üzerine basmanızın olağan olduğu bir ülke. Nükleer enerjiden bile etkilenmediği söylenen hamamböcekleri ise bence buranın en masumane yaratıkları. Bu ülkede kedi-köpek-hamster dışında hayvanları sevmek şart. Yolda gördüğüm birkaç fare ölüsünün bile pislikten eşek cennetine göçmüş olabileceğini düşünmeden edemiyorum. Canlıları da çekinmeden fink atıyor. Bak kerataya nasıl da koştu deyip geçiyorsunuz. Bazen dükkanlarının önünü süpürürken gördüğüm vatandaşların pisliği faraş kullanmadan yan tarafa attığını görüyorum. Yan taraf ta, aynı işlemi yarım saat sonra yapıyor. Herhangi bir çöpü de sokağa atmayan enayi zaten (çöp kutusu varmış gibi). IT ve mühendislik konusunda coşmuş olsalar da, Nükleer silahlara sahip olsalar da, çok insanın hayatının yıllar sonra bile değişmiş olması mümkün gözükmüyor gibi…

Amaaa… Herşeye rağmen şaşırtmaya devam eden bir ülke. Ben gelmeden, bilenler “ya çok seversin, ya nefret edersin” demişlerdi. Ben seven taraftayım sanırım. Bir taraftan merhaba, nerelesin derken bir şey satmaya çalışan insanların yanısıra, pazarlıksız, sevecen yaklaşan insanları görünce sevemeden edemiyorsun bu ülkeyi. En güzel kısmı insanları bence bu ülkenin. Bu sabah otelimin 14-17-18 yaşlarındaki çalışanları fırdöndü etrafımda. Hepberaber çektirdiğimiz bir fotoğraf ise doğumgününde araba hediye almış birisinin gülümsemesinden daha içten gülümsetti dostlarımı… Burada küçük şeyler çok mutlu edebiliyor insanları. Sıkılmıyorlar, şikayet etmiyorlar ve kolay mutlu oluyorlar. Bizim taraflarda mı birşeyler yanlış gidiyor yoksa?

Jaipur - Pushkar









Bunlardan iki tane var. Tanesi 345 kg çekiyor. Çalmak istesen çalamazsın ağırlığından. İyi çeyiz olurlar...












Bu iki kenti beraber yazmaya karar verdim. Jaipur’a vardığım andan gittiğim ana kadar pek kanım ısınmadı nedense. Hepi topu da iki gece bir dolu gün geçirdim Jaipur’da. Sanırım çok fazla şehir kargaşasının içinde olduğumdan yadsıdım burayı. Vardığımda saat geçti ve baya yürümek zorunda kaldım. Kuytu ve sevimsiz bir oda buldum. Sonrasında adamakıllı bir internet cafe bulamadım. En son otelin yavaş internet cafesine şu ana kadar ortalamada ödediğim paranın iki katı para ödedim. İkinci akşam da fırtına koptu. Ortalığı sel götürdü. Yemek yiyebilmek için, dizime kadar içinde neler yüzdüğünü bilemediğim suyun içinde yürümek durumunda kaldım. İçinde yürüdüğüm nehrin yerinde, gündüz vakti, bizim kedi kadar fare ölüsü görmüştüm. Suların bu iri cenazeyi uzaklara taşımış olduğunu düşünmeye çalştım her adımda. Anlayışla karşılarsınız ki, bu şehirden çabuk kaçtım.

Kentin kendisine gelince de, duvarlarla örülmüş “Eski Şehir” in içi ticaretin merkezi. Çok büyük ve belli caddelerde belli sektörel dükkanlar konuşlanmış. Şehrin sarayı, Jantar Mantar (gözlemevi), ve Hawa Mahal (rüzgar kulesi) de suriçinde yer alıyor. Şehre pembe şehir deniyor ve pek çok bina kırmızımtrak ya da pembemsi renkte boyanmış. Bu mekanlara girmek için hallice rakamlar ödedim. Bizim kitap 2007 edition, iki senede pek çok yerin giriş ücreti ikiye katlanmış gözüküyor (gerçi bu Hindistan’ın ziyaret edilmesi gereken pek çok yeri için geçerli). Bence saraydaki en etkileyici objeler, tanesinin 345 kg geldiği hesaplanan, Guinness Rekorlar Kitabı’nda dünyanın en büyük gümüş objeleri olarak geçen vazolar.Bunların bekçileri ise fotoğrafımızı çek dedikten sonra, bahşiş bekleyen kırmızı sarıklı, palabıyıklı abiler. Çıkışta üç tane kobracıya (ne ilginç meslek, değil mi?) denk geldim. Fotoğraf parasını 200 rupiden açıp yirmiye kadar düştüler. Ama kurunun yanında yaş da yandı, maaşlı bekçilere sinirlenip serbest meslek sahibi kobracılara aslında makul olan parayı vermeyi reddettim. Ama söz, yakında hiçbir masraftan kaçınmayıp bir kobra resmi çekeceğim.

Bir dolu günün ardından Jaipur’dan kaçıp otobüsle üç saatlik mesafedeki Pushkar’a yola çıktım. Burası daha bir kasaba havasında olduğu için göreceli olarak daha sakin bir yer. Biraz nefes alma şansım oldu. Normal şartlarda bir gölün etrafına kurulu, ama bu sene kurak geçtiği için göl kurumanın eşiğinde. Şehirde pek çok tapınak mevcut ama buralara da çanta, fotoğraf makinesi gibi eşyaları almıyorlar. Pushkar’dan fazla fotoğraf yok maalesef. Madem öyle, ben de bu şehirde biraz tembellik edeyim dedim. Arada çarşısında turladım. Güzel ve kalın bir kitabı (Shantaram) 250 rupiye aldım. Dinlendim bu kasabada. İkinci akşamımda da viskinin kalanını devirdim. Arada, insanlarla yolun ortasında konuşurken bir inekten boynuz yedim. Hayvanların hisleri kuvvetlidir derler, bir süredir aklımdan kebaplar, şöyle iri bir parça bonfile falan geçiyor. Hissetti herhalde. Buradaki misyonumu tamamlayıp Udaipur’a geçeceğim. Yataklı otobüsten biletimi aldım. Otobüste yatağın nasıl olabileceğine dair hiçbir fikrim yok. Udaipur ile ilgili güzel hisler besliyorum. Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla çok beğendim. Umarım beklediğim gibidir…

4 Eylül 2009 Cuma

Agra








Sanki ben yaptırtmışım gibi gururla gülümsedim...








İlk günü dinlence ve keşif uçuşlarıyla geçirdim. Hindistan’da keşifler o kadar da uzun sürmüyor aslında. İstanbul’u ziyaret eden turistlerin genel olarak Eski Yarımada civarında konaklamaları gibi, burada da genelde kalacağınız bölge az çok belli ve isole oluyor. Zaten şehirlerin Bayrampaşa'sına gitmeye ne zaman ne de lüzum oluyor. Günlük işleri hallettikten sonra otelin manzaralı çatısına döndüm. Gölgeye oturmama rağmen terlemeye devam ettim (Ne sıcak memleket burası yahu). Masamın gölgesinden faydalanmak isteyen, kırklarına merdiven dayamış Hollandalı çift de bana katıldı. Laf lafı açtı, ve bana bir de meşhur Hint Birası Kingfisher ısmarlayınca yeni dostlarım, masadan hiç kalkasım gelmedi. Biraya hücum eden ve içlerinden dört tanesinin içine düşüp, benim de alıp yere atmamla sonuçlanan kara sinek ölümlerini saymazsak, Taj Mahal’e karşı bira içmek baya eğlenceli oluyormuş. Baya uzun ve koyu sohbetten sonra da helalleştik dostlarla. Güzel muhabbetle beraber tabiki döviz bürosuna gitmeyi unuttum. Sabaha hallederim dedim kendi kendime…

Gün doğarken bir başka oluyor tavsiyeleri de kulağımda Taj Mahal için. Telefonu kurdum 05:30’a, uyudum. Bu aralar telefon da bir garip, hava onu da çarptı. Kalktığımda 06:30’du. Gerçi bu sefer günahsız olabilir, çünkü emin değilip snooze düğmesine birkaç kere basıp basmadığımdan. Gecikmeli kalkınca acele çıktım, gişelere kadar yürüdüm. Tabiki sadece rupi alıyorlarmış. Başladık geri geri yürümeye, akabinde de bir rikşacı buldum. “Exchange office, bank??” dedim. “Yeş” dedi. “Open??” dedim “yeş” dedi. Başladık turlamaya, ama her yer kapalı. Sonra bir yere sordu, “Open ten minuteş” dedi. Az biraz bekledik ama adamlar da hayır demek olmadığı için açılacağı falan olmadığını da anladık. Hala açılacak diyor adam. Allahtan bir Citibank gördüm. Durdurdum abiyi, gittim çektim parayı ATM’den. Geri döndüm, dedim bas Taj Mahal’e… Bizim gündoğumu zaten badem olmuş, çabuk gitmeye bakalım. Biraz zaman geçti, baktım bizim rikşacı hala “open ten minuteş” gibi bişeyler geveliyor. Hala döviz bürosu arıyormuş ben Taj Mahal dememişim gibi. Bazen insanın dalası geliyor, ama adam da 37-38 kilo. İyi de niyetliler özünde. Nefesi tuttuk, ona kadar saydık, sinir geçti. Kapıya da vardık bu arada. Bir sürü yerde olduğu gibi, Hintliye 20 rupi, bize 750 rupi giriş. Bileti aldık, sıraya girdik. Çantaya bakalım dedi, açtık gösterdik. 10 inçlik netbook’a olmaz dedi. Elektronik eşya yasakmış. Emanet odası varmış, oraya yönlendirdi. On dakika oraya yürüyüş, güvenilmez dolaba eşyamızı bırakıp 20 rupi veriş, on dakika da geri yürüyüş. Güneş de yakmaya başladı. Saat zaten sekizi geçiyor, turistlerde (Çok yerli turist de oluyor ki bunlar tam kabus, Adam’s Family gibi gruplar, kalabalık fotoğraf falan çektiriyorlar) doluşmaya başlamış. Başa gelen çekilir, girdik.

Baba kapıdan girince, Taj Mahal’i gördüm. Baktım bir numarası yok, biz de bundan güzel bir sürü yapı var. Yok yok, şaka şaka, olur mu öyle şey yaa. Mermerden yapılmış bu devasa mosole karşımda parlıyor. Boşuna yeni yedi dünya harikasından biri seçilmediği her halinden belli. Şahane bir yapı. Ben de kıvrıla kıvrıla, aralardan sıyrıla sıyrıla yaklaştım. Sonra da batı tarafında gözleme devam ettim. Güzel kareler yakalar mıyım diye kuytularda gezerken asker mi polis mi bilemediğim vatandaş seslendi. Aha dedim, kesin yasak yere geçtik. Bu tarafa falan dedi. Yapacak birşey yok, yürüdük. Sonra baktım herkesi çıkartıyorlar. Önce bomba ihbarı diye düşündüm. Burayı müslümanlar bombalamaz, islami yapı. ETA ve IRA da lokal çalışıyor. Başka bir şey olmalı bu paniğin sebebi. Sordum bir tanesine anlamadı. İngilizce bilen bir tanesi VIP misafir geleceğini, öğleden sonra tekrar gelmemiz gerektiğini söyledi. Daha sonra da bu şahsın Namibya Başkan’ı olduğunu öğrendim. Ne kadar önemli olabilir ki bu kişi? Namibya nerde ki? Her kimse ülkesinin, kendisinin ve de 1. dereceden akrabalarının kulağını ziyadesiyle çınlattım. Hayatımda bir kere geldiğim yere bu adamla aynı gün geldim, o VIP olduğu için ben atıldım. Olacak iş değil. Bilete parayı alırken de söylemiyor üçkağıtçılar. Zaten aksilikler sabahtan beri üstüste geliyordu. Çıktım ben de bir hışımla, bir masala omlet, bir de kahve, keyfim düzeldi…

Zaman kıymetli, ben de Agra Kalesi’ne gittim. Taj Mahal hadisesinden sonra biraz az ilgi gösterdim haliyle ama kırmızı duvarlarıyla oldukça büyük bir yapı olan kalenin, işçiliği kuvvetli mermer alanları da güzeldi hani. Uzaktan Taj Mahal manzarası da bomba. Sonrasında da fotoğraflamı sabote etmeye çalışırken tanıştığım isviçreli bayanın peşine de takılınca Baby Taj Mahal’i ve Taj Mahal’e karşıdan bakan parkı da görme şansım oldu. Rikşaya çil çil paraları sayıp tam gün tur almış kendine. Ben de yarısını verip bu ücretin güzelce gezdim. Parktan manzara tam istediğim gibiydi. İnsan yok, kalabalık yok, hem de görüntü harikulade…
Arkadaşımla yolları ayırıp ben bir gün için geçerli biletimi yakmamak için Taj Mahal’e geri döndüm. Olaylara olumlu bakmak lazım, çünkü akşamüstü de ayrı güzelmiş. Gitmem faydalı oldu. Hala çok kalabalık olsa da etraflıca gezme şansını buldum. Adam sevdiğine ne mezar yaptırtmış be, helal olsun dedim. Neden olduğunu bilmesem de ezelden beri hep burayı görmek istemiştim. Sindire sindire inceledim, fotoğraf çektim, ve nihayetinde tebessüm ederek ayrıldım. Maceralı fakat bir o kadar da güzel bir gündü diyebilirim.

Rajasthan’a geçme vakti geldi. Bu sefer şansımı otobüste deneyeceğim. Hem sağlıklı uyku için ufak bir şişe Hint viskisi de edindim (Mc Dowell’s marka). Akşam bebekler gibi uyur, yarın da yola düşerim:)








McDowell's!!! İçimi rahat, boğazı yakmıyor. Umuyorum buranın metil alkol katkılı kaçaklarından değildir. Daha görecek çok şey var, kör olmamak lazım..
(Yerseniz, ben içmedim, döküldü:)