30 Nisan 2010 Cuma

Buenos Aires, Yaşandı Bitti

Buenos Aires macerası bitti. Yazımı Iguazu Şelalelerine gittiğimiz otobüste yazıyorum. Dönem ödevini son güne bırakıp da okul servisinde hala yazmaya çalışan düdüklerden oldum gibi olabilir. Ama böyle bir şey yok. Bu tamamen şehrin bize her an, olmadık yerlerde yapabileceği sürprizleri, şaşırtmacaları yazımdan eksik etmemek için, şehri terkettiğim dakikaya kadar direnmemden kaynaklı. Peki şehir bu direnmemi haklı çıkartacak ne yaptı? Pek bir şey yapmadı aslında. Ama yapabilirdi değil mi? Arayı biraz açtık, doğruya doğru. Öncelikle dürüst bir itirafta bulunayım, bir ay biraz fazla bir süreymiş bir şehirde duraklamak için. Zira, bir süre sonra, gezginden ziyade şehrin yerlisi gibisi oluyorsunuz. Elinizde migros poşetleriyle eve giderken (zaten tipten farklı değiliz), işten dönen Arjantinlilerden bir farkımız yoktu. Eda ve Tansu sona yaklaştılar seyahatte ve mizaçları gereği daha sakinler. Ama ben ara ara huzursuzlandım bu durağan hayattan. Ama onları bu enteresan şehirde yalnız bırakamazdım (Bir de Eda dairenin aylık parasını benden peşin almıştı). Anlayacağınız son zamanlarımız beklenen üzere sakin geçti. Ama buradan, yorumunu eksik etmeyen Hüseyin’e sesleniyorum: şu an itibariyle harekete geçmiş durumdayım, her ne kadar bunun sonu Senegal değil Peru olacak olsa da tempo artacak, söz vallaha.

Hazır otobüsteyken otobüsü de anlatayım azcık. Tilki olan Tansu ve Eda otobüslere uzun zamandır hakim oldukları için Cama denen yataklı otobüsten aldılar bileti. Kendilerine borçlu bulunduğum küçük bir meblağ yüzünden de, biri beni tutarken öbürü benim kredi kartımı kullandı biletleri almak için. Seyahat mafyası bunlar, bulaşmamak lazım. Ama otobüs güzel çıktı. Sıralar üçlü,koltuklar geniş akşamüstü krosan (burada çok şekerli yapıyor namussuzlar) arası sandviç, akşam da tavuk budu, patates püresi, salata, jambon, ekmek ve şaraptan oluşan menüye daldık. Sanki uçaktayım. Ben kendi yemeğimi bitirince Eda’nın yiyemediklerini de yedim. Arka koltukta oturan rahip adayı genç, yan masadaki tavuk budunu ve derisini nasıl kemirdiğimi görünce dehşete kapıldı, yüzü ekşidi, ıstavroz çıkardı. Ben de yüzüne bakarak kelime-i şahadet getirdim. Hahaha diye güldüm. Kafasını çevirdi. Sonra birbirimizle muhattap olmadık. Muavin ardı arkasına filmler koyduk, onları seyrettik. Kazara bir yerde denk gelirseniz Scorpion King II’ye seyretmeyin, yolda bile görseniz, parasını verin alın yakın. Sevaptır. Üçüncü filmimiz Transformers yarısından sonra donarak yavaş ilerledi,ve hala ilerliyor. Bu satırları çocuk Megathron’a küp sokarken yazıyorum. Halbuki Optimus, kendisini feda etmek adına, küpün kendisine sokulmasını istiyordu. Bu filmi de sevmedim zaten. Yazıyı bitirince de uyuyacağım, Eda demin yorgunum, karnım ağrıyor anlamam, yarın tam gün şelale var diye tehdit etti. Tırstım açıkçası, dinleneyim.

Evet efenim… Son zamanlarda ne yaptık. Ben her zaman yaptığım gibi yumurta kapıya dayanıncaya kadar bekledim, bir sonraki gideceğim ülke olan Peru’nun vizesini almayı bu hafta, yani son haftaya bıraktım. Eda’nın, bak senin için bulduk konsolosluğu dediği yer konsolosluk çıkmadı. Gerçeğine gittim. Kapıda Perulu olduğunu sandığım üç dört genç saldırdı üzerime foto şipşak, bende çektir diye. Aradan sıyrıldım. Gittim informasyondaki kıza, kendimden emin , ben dünyayı geziyorum ve büyüleyici ülkeniz için vize talep ediyorum dedim ve delici gözlerimle baktım kendisine. Küçük bir kağıt kesti verdi, evraklar bunlar, topla gel, 15 güne alırsın inşallah dedi. Benim gür ses hemen kangaldan finoya döndü. İncelen sesle ehehe, benim biraz acelem vardı da, çabuklaştırmak için ne yapabilir, maruzatımızı kime anlatabiliriz viyakladım. Acıdı halime, Kral Carlos’u çağırdı. Gençten elemana derdimi anlatınca, sen sıkma canını koç, ben gezenleri kollarım, hem çok okuyan değil çok gezen bilir dedi. Yarın gel dedi, bakalım. O akşam, uzun zamandır birlikte içmediğim Viski ve Tia Maria adlı kahve likörünü karıştırarak içtik. Doğaüstü bir içki. Deneyin görün. Kızlara içirmeyin, kendilerini kaybedebilirler. Alkolden değil, karışımın güzelliğinden. Kelle başı üçer tane çakınca kafa kalmadı. Ertesi sabah kalktığımda konsolosluğun vize bölümü çoktan kapanmıştı. Araya da haftasonu girdi. Ama ben hiç korkmadım. Pazartesi evraklarımı toparladım, gittim buldum abiyi. Herhalde acıdı bana. İşlemler bitince, sen 15 dakika bekle de vizenin damgasını koyalım dedi. Bugün mü alıyorum diye içten içe çok sevindim, ama bu benim için çok doğalmış gibi davrandım. Akabinde elini sıkıp çokça teşekkür ettim Carlos’a. Aynı gün vizeyi halletmenin gururuyla şaraplı kutlama yaptık akşamına.

Azcık da şehirden bahsedelim, di mi? Günlerden bir gün, şehrin daha önce gezmediğimiz tarafı olan liman tarafı, yani Puerto Madero’ya gittik. Ama turumuza Plaza San Martin’den başladık. Burası meşhur meydanlardan biri zaten. Buradan aşağı doğru devam edince kocaman saat kulesi yolunuzun üstünde. Etraf park, karşısı tren garı. Burada şehrin görüntüsü bizim Sirkeci’yi andırmaya başladı. Demek tren garı olan yerlerin etrafı birbirine benziyor. Daha çok seyyar satıcı, gözleri fıldır fıldır olan tehlikeli veletler. O arada da köyün delisi bir yaşlı kadın gelip, fotoğraf makinelerine dikkat edin dedi. Azcık huylandıysak da pek sallamadık. Denize doğru devam ettik. Bugün otobüse bindiğimiz otogarda hemen burada, tren garının bir aşağısında. Otogarları oldukça büyük, düzenli ve temiz. Hakkını verelim unutmadan. Yanından geçip limana vardık. Eski liman renovasyondan sonra oldukça fiyakalı hale getirilmiş. Her yer restoranlar cafeler ile dolu. Etrafta çok fazla şirket binası da mevcut. Biraz kafayı kaldırınca, oldukça kalburüstü insanların yaşadığını tahmin ettiğim, çok katlı binalar göze çarpıyor. Nehir kenarında yürüdükçe yürüyebiliyorsunuz. Tuğla binalar, eski vinçler, suda yelkenliler gemiler çok güzel gözüküyorlar. Ortada Kız Köprüsü (Fotoğrafı mevcut, tarifi zor, o yüzden bakın lütfen) var. Tam ilerlerken çok güzel bir yelkenli gördük. Eda dedi ki, kitapta okumuş, bu yelkenli dünyanın etrafını 17 kere dolaşmış. Giriş de iki peso, bir şey değil. Hemen çıktık üstüne, gezindik. Ben bu yelkenliyle okyanusları aşmanın nasıl olduğunu, kendimi dümenin başındaki kaptan olduğunu ve salak tayfalara miçolara emirler yağdırdığımı hayal ettim. Mutlu oldum. Buradan çıkıp biraz daha ilerledik. Bir baktık ki daha büyük ve daha güzel bir yelkenli. Eda dedi ki asıl dünyayı dolaşan buymuş, öbürü ehemmiyetsiz, kıytırık bir gemiymiş. O hayaller çatırdadı, kırıldı. Yeni yelkenliyle ilgili hayal kurasım gelmedi sonra. Ama allah için güzelmiş. Çıkışta akşam trafiğine kaldık. Büyük şehirlere yakışacak bir trafiği varmış hakikaten. Yürüsek daha hızlı giderdik ama ayaklarda derman kalmamıştı.

Geçen sefer daha çok tangocu fotoğrafı çekeceğim demiştim, söz vermiştim. Bir gün yolumuz tekrar La Boca’ya düştü. Burada dört beş tane mekanda oturup tangocuları ve yerel dansları seyredebiliyorsunuz. Biz geçen sefer sokaktan fotoğraflarını çektiğimiz tangocuların dans ettiği mekana oturduk. O gün kendimi hep aynı pavyonda aynı şarkıcıyı seyretmeye giden adam gibi hissettim. Gittik yine aynı tangocu kızın fotoğraflarını çektik. Ama bence en seksisi buydu gördüklerim arasında. Halk dansını yapan ikilideki kız da çok şirindi. Hemen Quilmes Red Lager birasından sipariş ettik. Bira Tango iyi geldi. Boca demişken, biz bir de uzun zamandır Boca Juniors maçı seyretsek mi diye düşünüyorduk. En son şansımızın olduğu gün de şehrin biraz dış taraflarında Gaucho (Bunların sığır çobanları, kovboyları) pazarı kuruluyormuş. Fikstüre de baktık, Boca sallantıda. Biz de gidelim bıçak falan bakalım dedik pazarda. Maç nasıldı bilemiyorum ama Pazar yeri bence çok güzeldi. Gerçi otobüsten ilk inince gördüğümüz tezgahlar bizi çok korkuttu. Bir saat belediye otobüsünde ayakta git, inince çin malı, bir milyoncu tarzı tezgahlar gör. Gel de panikleme. İlerledikçe Pazar güzelleşti, kalabalıklaştı. San Telmo’nun pazarına göre daha çok yerli, daha az turist var. Haliyle fiyatlar da çok daha gerçekçi. Biz Tansu’yla her bıçakçıya uğradık. Adamların mangal için bıçak setleri harika. Zaten bilen bilir, bıçaklara zaafım var. Burada çatalı, bıçağı, masatı ve deri kılıfıyla öyle enfes setler satıyorlar ki insanın dibi düşüyor. Bir ton başka ıvır zıvır da dolu ama ben pek ilgilenmedim. Platform kurmuşlar ortaya, danslar ediliyor, şarkılar söyleniyor. Yerel kıyafetli tipler dolanıyor. Pek çok midillici amca bu cüce atlara çocuk bindirip gezdiriyor. Pamuk helvacı, et sosis sandviç yapan ızgaracıları, elma şekercisi ile adeta bir mesire yeri, bir bayram havası var. Tansu’yla ufak birer bıçak seti edindik. Aynı set olmasına rağmen, akşam evde kınından çıkarıp çıkarıp kiminki daha keskin diye kıyasladık. Sonra oybirliğiyle benimkinin daha keskin olduğuna karar verdik.

Bazı akşamlar dışarı çıkmayı da ihmal etmedik tabiki. Yeri geldi denk geldiğimiz Türk arkadaşlarla sabaha kadar içtik. Yeri geldi ölümüne Parrilla (EEETTTT) yedik. Bir gün hatta yemek sonrası Palermo’da bir meydanda takılırken, tatlı niyetine üçü on pesodan kurabiye aldık. Bu paraya kurabiye mi olur diye söylendik, ama tonton teyzenin ev ekonomisine katkıda bulunnak istedik. Kurabiyelerden sonra Puerto Natales’ten tanıdığımız, Alaska’dan Ushuaia’ya kadar motoruyla bir senede gezerek gelmiş olan Oliver’la karşılaştık. Aynı masada bir saat oturduktan sonra biz üçümüz komik birşeyler olmamasına rağmen kahkalarla gülüyorduk. Biz bu kahkaları Heinekene verdik. Oliver’da Heineken içmişti, ama o gülmüyordu. Aman allahım, yoksa o kurabiyeler kekikli miydi? Anlayamadık. Bu gizemli olayı olduğu gibi bırakmaya karar verdik. Günlerden bir gün de kayıp yerel arkadaş Tomas ortaya çıktı. Hep beraber onun bize daha önce tavsiye etmiş olduğu restorana gittik. Siparişlerimizin çokluğu karşısında şaşırsa da masada bir şey kalmayınca daha çok şaşırdı arkadaşımız. Yanına da dört şişe şarabı götürünce herkes pek bir neşelendi. Tomas kardeşimize kendi şehrinde bilmediği bazı yerleri anlattık. Çok çok daha şaşırdı. Burada sakatata limon sıkıyorlar, ben de buna şaşırdım. Izgara böbrekte uykulukta falan oldukça güzel oluyor, deneyin. Oliver ve önceden tanıdığımız başka iki alman arkadaşla karşılaştığımız bir başka akşam var ki, onu bana sormayın, baya bir bulanık.

Eveeeetttt… Saatler dakikaları, günler saatleri kovaladı ve Buenos Aires burada bitti. Sidney’den sonra yaşanılabilecek hissiyatı yaratan bir başka şehir burası oldu benim için. Yemeği, içkisi, hayat tarzı, insanların canayakınlığı ile ben çok sevdim. Az da ispanyolcam olsa burayı fethetmeye çalışırdım herhalde. Bir daha fırsatım olursa, Güney Amerika’da tekrar gelmeye çalışacağım yerlerin başında Buenos Aires gelecek kesinlikle. Ama yollara düşme vakti geldi artık. Hüseyin’i daha fazla kızdırmadan hareket etmek lazım. Şelalelere ayağımı sokayım, hemen haberdar edeceğim sizleri…

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ve Buenos Aires

Şehre varışımızı ve yaşamaya başlamamızı biraz detaylandırarak gireyim yazıya. Daha apartmanıza girerken, geldiğimiz memleketten ve şehirden şüphe ettirecek bir kişiyle karşılaştık. Esmer gür saçları, favorileri, bıyığı, boynundaki zinciri ile Hamza Abi. Daha sonra öyle adlandırdım kendisini. Bizim Apartmanın görevlisiymiş, tam nerdeyiz biz diye düşünürken İspanyolca girdi muhabbete. Yerimizi kavradık orada, çak Huliyo deyip geçtik. Köşede 6 Peso’ya pizza satan pizzacıya gittik Tansu’yla yerleşir yerleşmez evimize. Kurt gibi açız. Milletin elinde numara bekliyorlar. Kıçımızı yırttık, anlatamadık derdimizi, alamadık numaramızı. Ama dükkanı da terketmedik. Köşede omuzları düşürüp beklemeye başladık (neden böyle yaptık bilmiyorum). Adamlar sonunda acıyıp “gel hadi gel, ne istiyonuz bakiyim” dediler, yüzümüz güldü, tezgaha koştuk. Kapatmak üzerelermiş aslında. Bir jambonlu (islami usüllere kesilmiş, dana jambon), bir margarita bir de napolitana söyledik. Yanına da 2 litrelik kola. Sanki ramazan sofrası… Yorulmuşuz, bira almaya halimiz kalmadı. Sonra da televizyonun karşısına geçtik. 7,5 aydır yatağa yatıp film seyretmemiştim. İki film birden yaptım. Star Wars’ların yenilerinin son ikisi. Bu kadar kötü olduklarını unutmuştum. Bizim genç padawan Tansu’ya TV guide bulma ödevini verdim, daha iyi filmler bulmak adına. Benimle yaşayacaklarsa belli kuralla uymaları gerektiklerini izah ettim. Anladılar… Evet, girişimizi böyle yaptık bu güzel kente…

Muhitimiz güzel, çabuk alıştık. Biraz yerleşik hayata başladık, doğruya doğru. Elde bira, balkonumuzda takıldık. Karşı apartmanda yaşayan üç öğrenci kızın, günbegün ve kademeli olarak, önce ilk perdesi kapandı, sonra öbürü, derken panjurları yarıya indi, sonra tümden kapandı. Sanırım Tansu’nun zoom objektifi takıp makineye, lokal insanların hayat tarzını yakından inceleme sevdası da bunda etkili olmuştur. Mahallede balkonda takılan tek tipler biziz zaten. Başka kimse yok dışarıda. Kıllanan adam gibi, sabah kahveyle, akşam birayla sokaktan geçenlere korku saldık, ve salmaya devam ediyoruz. İlk birkaç gün dinlenceden sonra, şehri de ufak ufak gezmeye başladık. Ev Recoletta’da, biz de kaybolan kedilerin evi araması gibi, küçük daireler çizerek başlayıp, dışa doğru devam ederek, şehri tavaf etmeye başladık.

Recoletta’nın mezarlığı meşhur. Görülmesi gereken yerlerin başında. Fotoğraflarda güzelliğini görebilirsiniz. Çok fazla fotoğraf koymamaya çalıştım, mazallah bu kadar haç resmiyle misyoner damgası yiyip, sakata gelmek de var. Ama mezarlık gerçekten çok ilginç. Kendi içinde bir şehir. Sokakları, meydanları, büyük ve küçük ev gibi mezarları, camları, heykelleri, bakımlısı bakımsızı derken sizi içine çekiyor. Anlamadan üç saate yakın geçirmişiz içinde. Arada Eva Peron’un mezarını bile tarif ettim birilerine. Biraz elle kolla oldu ama buldular sanırım. Düz git, sola dirsek yap, sağa dön, siyah mermerli ve bol çiçekli olan… Kaptırınca kendini anlamıyorsun ama çıktığın zaman dışarı, bir derin nefes alıyorsun. Ne de olsa mezarlık… Hemen kapısının önünde park var. Gerçi Buenos Aires’in yer yerinde park var, ve de çok güzeller. Her parkta çimenlerin üzerinde takılan gençler, yürüyüş yapanlar, köpek gezdirenler, daha kalabalık olanlarında müzik yapanlara rastlıyorsunuz. Arada köpek sevdiklerini de vurgulayayım. Ne kadar çok köpek sahibi ve haliyle köpek var, anlatamam. Kaldırımlarda yürüyüş, Hindistan benzeri bir gerginlik veriyor insana zaman zaman. Orada inek burada köpek pisliğine dikkat etmek zorundasınız. Recoletta’ya dönersek, mezarlığın etrafında bol miktarda cafe ve restoran konuşlanmış. Turistlerden de rağbet gören bir bölge. Biz de Onur’un tavsiyesini dinleyip bir timeout dergisi almıştık. O gün müydü değil miydi hatırlamıyorum ama dergiden bulup Cumana adlı restorana gittik. Geleneksel yemeklerden tavsiye edilen güveçlerden sipariş ettik. Eda’nın şansına sosisli kurufasulye, Tansu’ya etli türlü, bana da balkabaklı et düştü. Dadından yiyemedik. Sonra ekmek söyleyip sıyırdık. Üzerine de 10 Peso’ya Mate sipariş ettik. Döndere döndere içtik acı Mate’yi. Yerlilerinin dümeni kıyak zaten. Bazen gelip bir Mateye saatlerce işletmeyi işgal ediyorlar. Biz en azından yemek yemiştik, terbiyesiz adamlar. Bir ikinci kere de sadece mate içmeye gittik, ama ilk seferinde çok yediğimiz için vicdan azabı çekmedik hiç. Saatlerce oturduk yine acı mateyi döndere döndere.

Sonra bakalım neler yapmışız. Bir pazar günü San Telmo’ya gittik. Ben ilk transit geçişimde bir gün geçirmiştim Bu bölgede. Tecrübeliydim. Eda ve Tansu’yu tuttum ellerinden götürdüm San Telmo’da ki Defensa sokağına. Bu sokak baya bir uzun, ve girişinden sonuna kadar, aklınıza gelebilecek her türlü ıvırın zıvırın satıldığı tezgahlar açılıyor Pazar günleri. Şehrin en eski kesimi olan San Telmo yerlisi yabancısı ile doluyor, cıvıl cıvıl oluyor. Haftaiçide uğramıştık zaten, iki halini de biliyoruz. Sakin zamanında da antikacılar, marjinal butikler, plakçılar, incik boncukçular vs. var. Haftasonunda bunlar arka planda kalıyor, tezgahlar ve sokak gösterileri ön plana çıkıyor. Sokak göstericileri arasında davullarını çalan gençler, gitarını çalan amca, tangocu yavru bayanlar ve dans partnerleri, klasik müzik yapan sanat okulu öğrencileri (öğrenci kimliklerine bakmadım ama öyle yakıştırdım. Blog benim değil mi? İstediğimi yazarım), hayali arkadaşıyla danseden başka bir yaşlı amca var. Kek, empanada (poğaça benzeri, içi dolu hamurişi, kapalı kenarı işlemeli), sandviç vs. satan tiplerde geziyor ortalıkta. Haftasonu hem eğleniyorlar, hem de ufaktan ceplik yapıyorlar. Yürümesi çok kolay değil bu yolda, ama bir o kadar da keyifli. Bir de Parillacı (etçi var), orda lomo sandviçe hiç acımayın. İki tarafını da azcık kızartsın yeter. Eti lokum gibi. Meydana ulaşınca, yine tezgahlar var etrafta, ama bunların yanında cafeler de var, sürekli devam eden tango show’da var. Akşama buralarda da devam etmek mümkün. Burası şehrin hippi şubesi zaten. Şarabını birasını açmış bileklik satan vatandaşlarda burada hep. Ara ara kekik kokusunu yine duydum, sanırım.

Bir Perşembe de Plaza de Mayo’ya, uğradık. Bu ülkenin 30000 civarı kayıp insanı var. Ve yıllar geçmesine, arada kendileri de yitip gitmesine rağmen, kalan anneler hala gelip burada seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Dikilitaşın etrafında yürüyorlar pankartlarıyla, hoperlörle yapılan yoklamaya “burada” diye cevap veriyorlar, yakalarında kayıp çocuk ya da çocuklarının resimlerini taşıyorlar. Adaletsiz kalmak ve yavrularının mezarlarını bilmemek suratlarına yansımış zaten. Yine de ara ara gülümsüyorlar çizgili yüzleriyle. Eda bu kısmıyla ilgili daha güzel bilgiler verdi, ona da bir bakın derim. Plaza de Mayo’dan hemen yakındaki Florida caddesine geçiş yapıp burada da takılmak ilginçti. Görüntü anında değişiyor. Burası da Beyoğlu gibi, sadece yayalara açık, uzun cadde. Daha modern. Dükkanlar, alışveriş merkezleri, pasajlar, tezgahlar, restoranlar vs.ler var. Bir uğramakta fayda da var. Şehrin en etkileyici yeri değil ama görmek iyidir. Biz ara caddelerden birindeyken (oldukça kalabalık cadde yine de, şehrin tam göbeği), duyduğumuz bağırtıya döndük. Amcanın birisi nasıl bağırıyor. O sırada 15 yaşındaki iblis yanımızdan ışık hızıyla koşarak geçti. Cüzdanı elden mi kaptı, cepten mi bilemem ama 10 küsur şeritlik caddeyi kırmızıda, çarpılmadan aşmayı başardı. Gariban yaşlı amca takip edemedi tabi. Siniriyle oturdu kaldı. Her yerde oluyor bunlar ama yakınen görmek sinir bozucu. Bizde bırakın cüzdanı, cepte para bile yok. Yine de ceplerin fermuarlarını şöyle bir kontrol ettik, gayri ihtiyari…

Arada Eda’nın nasıl beleşe kapattığını anlayamadığım bir şehir turu yaptık. Minibüsle şehri gezdik. La Boca’da Tango seyrettik. Renkli sokakları gezdik. Gece sakatmış, turumuz zaten gündüzdü, sallamadık pek. Bunların yanısıra müze ziyaretleri de yaptık ki, kültür seviyemizi de belli bir oranda stabilize edelim, aşağı düşürmeyelim. Bazı tabloların heykellerin karşısında uzun uzun durdum, yorumlamaya, gizli mesajları kavramaya çalıştım. Olmadı. Bazılarında kısa kısa durdum, hiç anlamadım. Kendisi de bir sanatçı olan Tansu kardeşim, zaman zaman teknikleri anlattı. Çok enteresan gelmedi. Özellikle soyut resimler karşısındaki tavrım kendisini derinden yaraladı. Müze çıkışı küstük. Sonra barıştık. Sonrasında gezerken, şehrin anıtlarını ve buraya anıtları dikilmeye değecek işleri yapan büyük adamların hikayelerini kafama kazıdım. Vay be deyip takdir ettim. İyi kazımamışım, unuttum, yazamıyorum. Ama hepsi internette var. Eda bizi bol bol yürüttü, zinde kaldık. Tansu’yla gün geldi, bir bira içsek şurada diye, yalvarmak durumunda kaldık Eda’ya. Kültür paragrafı kısa kalsa da kültürümüz kısa kalmadı ama.

Bir iki akşam da güzel et yedik haliyle. Palermo Hollywood’da ki ki Las Cabras’tı galiba mekanın adı. Çok beğendik. Zaten kurt gibi açtık, menüden bunu bunu getir dedik kıza. Bir garip baktı. İlk tabak sakatat tabağıymış. Genişten tahtanın üzerine koyup getirdiler. Böbrek, ciğer, bağırsak ve bir de hala ne olduğunu bilemediğim organa bir daldım, akıllara ziyan. Arada şarabı da yudumlamayı ihmal etmiyorum. Boğazımda kalmasın diye. Asıl et tahtamız sonrasında gelince, dönen gözler doymaya yakın olan mideye baskın geldiler, ete de aynı hızda hücum ettik. Bir ona bir ona, bir ona bir ona derken tahta neredeyse boş kaldı, mideler neredeyse patladı. Tabakta bir tek kan muhteviyatlı, koyu kırmızı renk sosis kaldı. Onu da önceden sevememiştik zaten, o gün de yiyemedik. Üstelik o gece ananemi dinledim, ekmeksiz yiyip bitirdim hepsini, şişmeyeyim, bitirebileyim diye. O kadar et ve bir şişe şaraba kelle başı 35 Peso (10 US$ = 15 TL - Bora Bey’e teşekkürler, saygılar) ödedik. Aslında biraz daha aza tekabül ediyor ama ben yuvarlayayım. Bu mekanı Arjantinli arkadaş Tomas’tan öğrenmiştim. En son şöyle gezecez, böyle eğlenecez diye atıp tutuyordu, sonrasında sırra kadem bastı herif. Tavuğuna kışt mı dedik ne? Çözemedim. Ama yine de sağolsun, et lokantası başarılı çıktı. Eve yuvarlanarak döndük vallaha o gece.

Palermo tarafında gece hayatı da güzel ayrıca. Pek çok eğlence mekanı bu bölgede yer alıyor. Biz burada her akşam çıkıp dağıtmadık, ama bir iki ufak ziyaret de yapmadık değil. Gece burada geç başlıyor. Biraz araştırmayla hangi günler, hangi mekanlar güzel, bulmak mümkün. Hafta içi çıktığımız bir gece, rastgele bir yere girdik. Orada bir numara yoktu. Bir Perşembe doğru yeri bulduk, iğne atsan yere düşmezdi. Vallaha bu Arjantinliler eğlenceyi seviyor arkadaş, yalan yok. Biz pek tasvip etmedik, sadece gözlem yapıp dostlarımızı bilgilendirelim diye biraz gezdik o kadar. Bu gözlemlerimin sonucunda, Arjantinli kızların şu ana kadar gezdiğim ülkeler içinde, oransal ve orantısal açıdan en takdire şayan olanları olduğuna kanaat getirdim. Bunlar karışmış, güzel olmuşlar. Bazı yerler karışmış, eciş bücüş olmuşlar. Çözemedim, anlayamadım. Bu ara nottan sonra mekanlara dönersem, eğlenceli şovlara da denk geldik. Bir mekanda kabare şeklinde başlayan gösteri rapçi gençlerle devam etti. Marmaris’te var bunlar gibi bir iki grup genç. Otellerde barlarda ha bire takla atıp duruyorlar. Votka toniği çok kaçırırsanız seyretmeyin, başınız dönüyor, mideniz bulanıyor. Daha entersesan şovlara da denk geldik ama detaylara gerek yok. Fırsatı olanlar Buenos Aires’e bir uğrasın derim… Sidney’i de çok övmüştüm, ama burayı da oranın yanına eklerim. Azcık ispanyolca ile fethedilebilecek ve buna değecek bir şehir. Günahıyla sevabıyla şehir gibi şehir vallaha…Yaşa BA!!! Şimdilik bu kadar. Daha vakit var buralarda. Devamını getiriceğim…

9 Nisan 2010 Cuma

Ushuaia


Şehrin girişinde minübüsü durdurdular. Şoförümüz birtakım evraklar verdi. Aklıma, vakti zamanında almayı düzenli olarak unuttuğum, TIR’ların şehiriçi izinleri geliverdi orada. Kimbilir bizim şöför arkadaşlar ne zorlanmışlardır o evraklar olmadan. Barikatı aştıktan sonra şehir gözüktü. Zirveleri karlı olan dağ şeritlerinin arasında, Patagonya için büyük sayılabilecek bir şehir Ushuaia. Şehrin otobüs terminali sahil yolundaki benzinciymiş. İnince bazı hostel sahipleri elimize broşürlerini tutuşturdular. Biz o sırada kalacağımız yeri kafamızda az çok planladığımız için, broşür verenlere, biraz da tepeden bakarak, küçümseyerek teşekkür ettik, yolumuza baktık. Kalmak istediğimiz yer, Latin Amerika çapında hosteller zinciri olan Ho-La hostellerinin Ushuaia üyesiydi. Adı mühim değil (aslında mühim de –Freestyle), hostele varınca, üye kartımızla resepsiyona sığındık. İlginçlik burada başladı. Resepsiyonist elemana dormda yeriniz var mı dedik, görebilir miyiz diye sorduk. Var dedi, nesini göreceksin, bildiğin dorm odası işte dedi. Bir yutkunduk. En son hostelde de kalorifer petekleri vardı, ısıtma yoktu dedik, burada var mı? Isıtma yerden zaten, napacaksın dedi. Bir daha yutkunduk. Ama yorgunuz ve mekanın da resimleri ve bünyesinde barındırdıkları hoşumuza gitmişti. Her şeye karşın, dahası söylediği az olmayan meblağa rağmen, muhattap olduğumuz …’nın evladına tamam dedik. Yanlış olmasın, küfürü adamın son söylediğinden önce ettim. Adama tamam dedikten sonra “Biriniz bu gece TV odasında koltukta yatacak, yarın odaya geçer” deyince, kan beynimize sıçradı. Bütün bunlardan sonra kibarca, bunu önceden söylemen gerekmez miydi dedik ve çıktık. Ama yedi aydır böyle rezillik görmemiştim. O kadar yol yürüdükten sonra tepemiz attı. İlk gece kıytırık ama ucuz bir yer bulup yattık. İkinci gece de sahilde bize broşürü verilmiş olup da bizim sallamadığımız, Yakush adlı Hostele, kuyruğumuzu sıkıştırarak geçişimizi yaptık. Çok kral mekandı vallaha…

Ushuaia’da vaktimiz boldu, bu sebepten ötürü hiç acele etmedik. İlk bir iki gün hostelde takıldık. Mutfağında her ihtiyacımız olan malzeme vardı, et soteler, makarnalar, etler ve kızartmalar yaptık. İlk hamlemiz süpermarketi keşfetmekti. Biralarımız ve litrelik viskimizi tedarik ettik hemen. Gayet içilebilir viskimizin bir litresi 14 peso idi (= 4US$ = 6 YTL). Sanırım karıştıralım diye aldığımız bir buçuk litrelik Zemzem Kola viskiden daha pahalıydı. İlk gece viski adeta kaymak gibi kaydı. En son mutfak kısmını temizlemek için bizi mutfaktan attıklarını hatırlıyorum, sonra girişteki koltuklara yerleştik, biraz da orayı hatırlıyorum. Ertesi gün odada kalan gençler bana niye koltukta uyudun diye sordukları zaman cevap veremedim. Zira o kısmı bulanık. Yatağa bir ara geçmişim ama nasıl emin değilim. Demek ki neymiş? Viskinin kafa yapma potansiyeli fiyatıyla orantılı değilmiş, içindeki alkol oranıyla alakalıymış. Ertesi gün Tansu’ya dedim ki, bak oğlum Tansu, dün yalvardın viski viski diye, ama gördüğün üzere benim bünyem bu ucuz içkiyi kaldırmadı, gel kardeşim biz bu akşam 15 pesoluk Bols Votka’dan alalım dedim. Kendisine bu şekilde içimi döktüm. O da kabul etti. Ama bu votkayı sadece dışarıdaki serin havaya bir önlem olarak, ısınmak amacıyla tüketmeye karar verdik. Abartmadık.

Bir iki gün bu yavaş modda devam etti. Dünyanın sonunda ne varmış diye araştırdık. Birkaç salak penguen kalmış mevsimin sonunda. Bir fener, biraz kuş, birkaç tembel denizaslanı mı dedikleri, sirkte çalışan fokların amcaları olan hayvan varmış. Biz paramızın karşılığını alabileceğimizi düşündüğümüz turu aldık. Yukarıda saydıklarımın hepsini görebiliyormuşuz. Bir kahve ve dört küçük kurabiye de ücrete dahilmiş. Tura gideceğimiz gün, üç tane krakerle doymayacağımızı bildiğimiz için, müdavimi olduğumuz marketten soslu dilimli dana dilini alıp ekmeğin arasına yerleştirdik. Güzelce sandviç yaptık. İyi bölememişiz, ikinci ekmeği kuru kuru yedik. Hatta son lokma boğazımdan geçmedi, balıklara attım. Ortada balık da yoktu, ekmek dalgalarla sürüklendi gitti, bir tane balık gelmedi. Küfrettim. Limandan ayrıldık. İlk hedef çok uzak değilmiş. 20 dakika sonra fener gözüktü. Yanındaki adada da hayvancıklar. Turist kafilesi teknenin neresi hayvan görüyorsa o tarafa yükleniyor. Bu kendi halindeki gariban hayvanları çekeceğiz diye meraklı iki küçük çocuğa ve bastonlu bir amcaya dirsek attım, öne geçtim, allah affetsin. Zaten ne olduğunu anlamadan kaptan bastı gaza, hüzünle baktık geriye. Sonra Eda Hanım’ın yazısında yıllardır merak ettiğini yazdığı fenerin yanından geçtik. Bir numarası yokmuş. Sopa gibi bir fener. Neymiş efenim, dünyanın sonundaymış. Ben zaten turun parasını Eda ve Tansu’dan borç almıştım. Kendilerine bu parayı vermeyeceğimi, zira turun kof çıktığını belirttim. Üzüldüler ama mecburen kabul ettiler. Sonra şaka şaka dedim, 20 peso verecem söz dedim, sevindiler. Penguenler baya uzaktaymış. Bir saat daha yol gittik. Şaka bir yana, mevsiminde 40.000 kadar penguen oluyormuş. Yavrular büyüyünce gitmişler. Şu aralar 400-500 kadar kalmış.

Katamaran teknemiz kumsala kadar yanaştı. Burada da bir savaştır başladı fotoğraf çekmek için. Teknemiz baştankara yaptı. Herkes öne yüklendi. Araya atlayan tipler kaç fotoğrafımı mundar ettiler. Burada da bir 15 dakika kadar kalabildik. Ama paytak paytak yürüyen penguenler oldukça komikti. Suda bu kadar kıvrak olan bu hayvanların karada bu kadar sarhoş gibi olmaları çok ilginç hakikaten. Zor yürüyorlar vallaha. Buradan da çabuk ayrıldık maalesef. Bu sefer durmadan limana devam. Gün de ufaktan batıyor. Önce idrak edemedik tabi, içerde beleş kahvemizi içerken, ama dışarıya bakma fırsatını bulunca, anladım ki, ben hayatımda böyle gökyüzü ve günbatımı görmedim. Sanki bir tuale vurulmuş fırça darbeleri gibiydi , sanki mangaldaki kor taneleri gibiydi gökyüzü (gerçekten, inanmıyorsanız fotolara bakın). Dev dalgalara ve dondurucu rüzgara rağmen geminin önüne koştum, zıplaya zıplaya, dona dona limana kadar da içeri gimedim. Tansu ve Eda içeride kaldılar TV’deki penguen belgeselini seyrettiler.

O gün biraz üşütmüşüm. Ertesi gün, şu an müze olan hapishaneye gittiler bizim arkadaşlar. Ben kendilerine rahatsız olduğum için eşlik edemedim. Üzüldüm. Hostelin sıcak asma katında kah yazı yazarak, kah kitap okuyarak geçirdim günümü. Son günümüzde ise araba kiralayarak daha da güneye indik. Harberton denen uç noktaya kadar ilerledik. Yolda muhteşem doğanın, kocaman fakat kuyruksuz ve yılışık köpeğin arkadaşlığının, sonbahar renklerinin cümbüşünün tadını çıkarttık. Bir gece önceden arta kalan kuru köftelerimizden yaptığımız ekmek araları hayatımızı kurtardı. Hızımızı alamayıp keklere pastalara da daldık dünyanın en güneyindeki Cafe’de. Hakkı Amcam yola çıkmadan bana bir sakal atmıştı, dünyanın en uzak köşesinde benim için de bir kahve iç diye. Arkadaşlarıma gururla kahveyi ve kekleri ısmarladım. Arkadaşlarım da ben de teşekkür ediyoruz Hakkı Amca’ya. Dönüşte de manzaranın tadını çıkararak, yavaştan kullandım arabayı. Sonra sıkıldım, nasıl olsa bizim değil araba diye, biraz da rallicilik oynadım arabayla (Engin Kaban’dan esinlenerek…).

Arabaya benzini alıp teslim ettik. Hostelde yine coşup, türlü yemekler yaptık. Edindiğimiz arkadaşlarla son gecemizi de zevk-ü sefa içinde geçirdik. Ertesi gün de, artık hafiften kabak tadı vermeye başlayan Patagonya’dan şehir gibi şehir olan Buenos Aires’e uçtuk.

Eda’nın internetten bulup beğenip kiraladığı 3+1 eve taksiye atlayıp geldik. Ev 1-3 çıktı. Bir salon varmış. Dormdan çok farklı bir ortam değil. Tek fark etrafta bir sürü yabancı hatun yerine, evli Türk arkadaşlarımın olması. Onu da onlar düşünsün artık…

3 Nisan 2010 Cumartesi

Punto Arenas

Buraya gideceğimizi duyan insanlar çok gerek yok aslında demişlerdi. Fazla bir şey yok demişlerdi, doğruymuş. Atladık geldik, bir gün kalır geçeriz dedik. Arayıştan sonra ucuz bir hostel bulduk. Makul gözüktü. Havalar serin, ama kırmızıya boyanmış kalorifer petekleri akşama sıcacık bir yatak vadetti bize, biz de sevindik. Akşamüstü şehiri azcık gezip geri dönünce anladık ki, petekler yerde duruyormuş, boruları, bağlantıları yokmuş. İlk akşam titretti vallaha. Sabaha gittim sahibine dedim ki, ısıtıcı koy bari, yok ki dedi. Hosteli yeni açmışmış, inşallah nisanda tadilatla bağlatacakmış kaloriferi. Ama ekstra birer battaniyeyi çok görmedi en azından da ikinci gecemiz göreceli olarak daha ılıktı.

İlk gün öğleden sonra çıktık turladık, fazla bir numara yok hakkaten. Zaten sezon sonu. Sakinleşmiş. Gidip penguen falan mı görsek dedik ertesi gün için. Sorduğumuz şirket bir tek pazarları tekne kaldırdıklarını söyledi. Hergün gidenler de çok para istiyorlardı. Biz de Ushuaia’da yeteri kadar vaktimiz var diye çok zorlamadık açıkçası. E napalım napalım derken, Barış’ın sitesinde okuduğumuz Kral Yengecinden tadalım bari dedik. Buranın kıyak restoranını aradık bulduk. Menü’ye baktık, paraya kıyamadık. Aramızda hemen fısıldaştık, istişare yaptık. Utanmadan balık lokantasındakilere balık halinin yerini sorduk. Ben olsam git kendin bul derdim, bu arkadaşlar haritada yerini gösterdiler. Aradık bulduk. Üç dört tane küçücük dükkan vardı. Sonunda son dükkandaki yaşlı teyzenin tezgahından iki kiloluk levreği 12 YTL’ye tekabül eden bir rakama alıp temizlettik. Teyzeye teşekkür edip yol üzerindeki marketten soğan, sarmısak, patates, limon, ekmek, iki litrelik şarap ve pisco (bahsetmiştim, değil mi?) edindik. Balık pişene kadar limonlu piscoyla, sahteci hostelin soğuğuna inat, içimizi ısıttık. Balık pişince de şaraba başlayıp ısıyı içimize hapsettik. Zaten tek masa var, yanda yemeğe benzemeyen birşeyler yiyen çift var. Acıdık, patatesinden bol, balığından az bir tabak verdik. Sevindiler. Keşke daha çok verseymişiz, ertesi gün, Engin’den aldığımız tiyoya istinaden, yiyebildiğin kadar ye restoranında canavarlaşmaya karar verdik çünkü. Şarap bitti, pisco bitti, uyuyana kadar sıcaktı ama sabaha karşı titretti sahte kaloriferli oda.

Ertesi gün de özlediğimiz tat olan menemenle açtık günü. Şehirde görülecek yer olarak mezarlık tavsiye ediliyor. İlginç olduğu söyleniyor, yazılıyor. Gittik mezarlık ziyareti yaptık. İlk gördüğümüz kısmında, ön tarafı takriben 80x80x50 cm kadar olan camekanların, arka tarafında da mezar odasının bulunduğu betonarme blok mezarlar vardı. Yapma çiçekler, ve kaybedilen sevilenlerin sevdiği, hayatıyla özdeşleşmiş eşyaların, hatıraların sergilendiğini camekanlar insana garip hissettiriyor. Ölüm ve mezarlarla ilgili yazmak gerçekten zor oluyor. Hindistan’da Varanasi kentinte de ölü yakma törenini seyretmiştim fakat anlatmakta güçlük çekmiştim. Burası için de tarif zor. Zincirlikuyu’dan geçerken içeri girmeseniz bile, yoldan gördüğümüz “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” yazısı bizi nasıl geriyorsa, ölümle ilintili her yer ve her şey de aynı şekilde insanı geriyor, nefes almayı zorlaştırıyor. Ama bir taraftan da hayatın basitliğini, gereksiz detayları sallamamayı hatırlatıyor. Ben de ilk sıkıntılı hali üzerimden atıp, mezarlığın mimari ve kültürel farklılıklarına yoğunlaştım. Ölenle ölünmez oğlum Efe dedim. Bu bizim bildiğimiz tarzdan çok farklı olan mezarları fotoğrafladım.

Yatık haçlar, mermer haçlar, ev şeklinde mezarlar, küçücük çocuk mezarları (küçük tabutlar insanı bir farklı üzer ya, bu da onun gibi) derken tamamını turlayıp, neredeyse üç saat geçirdik mezarlıkta. Çıkıp derin bir nefes aldık. Gerginliğimizi alsın diye hostele uğrayıp birer pisco attık. Hava da soğuk, yardımcı olur. Açık hava acıktırmış. Gidelim açık büfede ne varsa süpürelim o zaman dedik. Gittik. Ben bir teknik hata yaptım, iç bakla ve piyaz gibi fasulye görünce bunlarla kendimi çok tıkayıp, et bölümüne üç tur dönemedim. Ama Tansu sağolsun, kanımı yerde koymadı, dört tur döndü. O aldığın ne diye sordum, anlamadım, anlamayınca da koy dedim adama dedi. Kafamı ileri geri sallayarak bu şık hareketi onaylayıp takdir ettim. Keşke az piyaz yeseydim dedim kendi kendime. Ama olsun, fasulyeden de yeteri kadar protein alınır diye teselli ettim kendimi. Ama aklıma hemen hayvansal proteinlerin çok önemli olduğu, bu yüzden vejeteryanlığın aslında çok da iyi bir şey olmadığı aklıma geldi, hislendim (Lahanacı Seher’e saygılar). Dombili Köfte, Baykuş Hasan olduk, yuvarlanarak hostele döndük. İçmeye bile yer kalmadı. Erkenden, battaniyelere sarılıp sarmalandık, uyuduk.

Sabaha yolumuz uzundu. Ushuaia’ya gidecektik. Sandviçler dürüldü, meyveler yıkandı, savaşa giden yeniçeriler gibi azığımız hazırladı. Ucuz otobüs firmasının otobüsü açılsın diye bekledik soğukta. Sağlamcı Eda bizi 45 dakika önce çıkardı Hostelden, beş dakikalık yol olmasına rağmen. Ofis açıldı, otobüs bugün yoktu ki dediler. Hemen öbür firmaya koştuk. 3000 peso fazla bayılıp biletimizi aldık. Puerto Natales’ten beri sürekli karşılaştığımız uğursuz Brezilyalı kızı yine gördük. Sülalemin bütün bıyıklıları adına deyip, otobüsün arkasına geçtim. Sınır işi kolay oldu. Yalnız ikinci sandviçimin yarısında varınca, hızlı yedim, tadına varamadım öğlen yemeğimin. Gümrükçü kız bizim meyveleri bulunca aptala yattım. Yasak olduğunu söylediği gün gibi aşikardı. Ben işaret parmağımı kulağıma doğru tutup, kafayı salladım. Bir daha tekrarladı. Ben de benim hareketi tekrarladım. Hadi bu seferlik geç dediğini, önde oturan arjantinli çocuk sonradan söyleyince anladım. Sokacağımız iki elma iki muz. Sanki tohumunu ekip faunasına zarar vereceğim. Ama Arjantin gevşek ülke, seviyorum burayı. Hedefe varmadan son bir detay öğrendik. Otobüsten minübüse aktarıldık. Buradan sonra katırlarla devam edeceksiniz dediler, bir de üçer peso gardan çıkış parası talep ettiler. Biç üç kişi sekize başladık sevindik. Çantaları abuk sabuk yerleştirdi adam, sonra birini aşağı salladı. Çanta Arjantinli çocuğunmuş, noluyor dedi. Adam da burada işler böyle işler diye karşılık verdi. Çocuk ben de buralıyım dedi. Şöför de sen Buenos Aireslisindir, anlamazsın sen dedi. Çocuk bizden turist oldu. Neyse, düşe kalka vardık dünyanın sonuna. Ne varsa sonunda…