27 Mart 2010 Cumartesi

Puerto Natales ve Torres del Paine Ulusal Parkı


Gideceğimiz hepi topu beş saat yoldu. Sınır geçmeyecekmişiz gibi yanımıza tomarla yiyecek aldık. Şili’nin de, ülkelerine meyve ve diğer gıda maddelerini sokmamak konusunda hassas olduğunu unuttuk. Haliyle, çoğu da sınıra varmak üzereyken, torbamızda ne varsa tükettik. Muz, havuç, krem peynir ve pek çok küçük sandviç ekmekleri, en son da sularını üstümüze damlata damlata kalan domatesleri yedik. Çok da iyi geldi. Şehre varınca hostel arayışımız başta iyi gitmedi. Beğendiğimiz bir yer bulamadık. Son denediğimiz mekan, Ho-la hostelleri (Latim Amerika’nın kaliteli hosteller birliği) üyesi olan Yagan House idi. Diğer yerlere göre bir miktar daha pahalı olsa da, hem sıcak bir ortamdı, hem de arka bahçesinde mangalı vardı. Burada kalmaya karar verdik. Kasabın hemen karşısında da olması kararımızı kolaylaştırdı. Bu noktada daha Hostelin sahibi Cristobal ile tanışmamıştık…

İlk günümüz yolda geçtiği için ve şehirde yapacak fazla bir şey olmadığı için, akşamında mangal yapalım dedik. Ben, çocuklara kolestrol, yağ, kırmızı et sağlıksız dediysem de, brokoli çorbası içmek istediysem de, Eda ve Tansu, gözünü kan bürümüş et yiyiciler olarak beni de bu sağlıksız diyetlerine dahil olmaya mecbur ettiler. Cristobal’le bu noktada tanıştık zaten. Mangalı kullanabilir miyiz diye kibarlıktan sorumuzu sorduğumuz anda, gözlerinde şeytani bir pırıltı gördüm adamın. Sesi titredi, siz durun, ben bu işin ustasıyım, ben yakarım, ne olur beş dakika bekleyin, ben gidip et ve kömür alayım dedi. Biz de kırmadık, bekledik. Hakikaten beş dakika sonra çıktı geldi kömür ve etleriyle. Bize de almamız gerekenleri salık verdi, gittik aldık geldik. Katıldık abiye mangalın başında, seyrettim nasıl yakıyor diye. Adam usta çıktı gerçekten de. Taktik: gazete kağıtlarını iki parmak kalınlığından kalın olmamak kaydıyla katlayıp şarap şişesinin etrafına fiyonk yapıyor. Bundan 4-5 tane olunca, şişeyi mangalın ortasına oturtuyor, etrafına kömürü yığıyor, sonra şişeyi yavaşça çekiyor, kağıtlar sabit kalıyor, ortadaki şarap şişesinin hacmindeki boşluğa bir parça yanan kağıt atıyor, sonra geri çekilip kırmızı Marlborosundan yakıp birasını yudumluyor. Taktik süper, ben de sonraki günlerde bu şekilde yaktım, çok da memnun kaldım. Evde deneyin (içerisinde değil, dışarısında). Mangal başında sohbet ederken Cristobal’e bizim memleketimizde de mangalın sevildiğini, ben de kendi adıma ne öğrendiysem, herşeyi bu konunun kurdu olan babamdan öğrendiğimi aktardım. Kendisi de bizi samimi bulunca vejeteryan müşterileriyle ilgili ileri geri konuşmaya başladı. Hep beraber gülüştük. Uzatmayayım, köy düğünü gibi, üç gün üç gece mangal yaptık, chorizo denen sosislerden, etlerden, kaburgalardan, tavuk kanatlarından, markette bulup sevindiğim ciğerlerden yedik bol bol. Biz de, artanlarımızdan tıkınan hostelin köpeği de semirdi vallaha…

Zaman konusunda sıkıntımız olmadığından ikinci günümüzü kasabada geçirdik. Balıkçı teknelerinin olduğu limanda yürüdük. Fotoğraflar çektik. Kendimi sanatıma verdim. Akşam oldu, hostele mangalın başına döndük. Zaten güneye indikçe hava serinledi. Bir sonraki gün ulusal park “Torres del Paine” ziyaretimizi yaparız diye planlarken, Eda bir diğer gezgin arkadaşımız olan Engin Kaban’ın kasabaya geleceğini haber verdi bize. Kendileri haberleşmişler. Onunla buluşalım diye karar aldık. Park seyahatimizi bir gün sonraya erteledik. Hem de mangala bahane oldu bir gece daha. Ertesi gün Engin’le buluştuk, couchsurfingcileri ulusal park onusunda bilgilendirmek amaçlı olan toplantıya katıldık. Bir buçuk saatlik bilgilendirme toplantısında, anlatan çocuk, bir saatini beceremediği komiklikler ile geçirdi. Gülmedik. Fazla da bilgilenmedik. Toplantının akabinde beş senedir bu bölgede rehberlik yapan Cem arkadaşımızla da tanıştık. Ondan da fikirler aldık. Sonunda turlara para yedirmemeye, dört Türk olduğumuz için araba kiralamaya karar verdik. Biri dünyaya bedelken, dördü neler yapar değil mi? Hatayı da burada yaptık.

Hemen arayışa girdik, üç dört ticarethane gezdikten sonra Patricio Abi’nin, üç kapılı 4x4 aracında karar kıldık. Sıkı pazarlığa girince İsrailli olup olmadığımızı sordu. Türk olduğumuzu söyledik, sevindi, bizi sevdi. İmzamızı atınca da bizi oturttu, elindeki ufak lazeri haritada gezdirerek bize gerekli tüyoları verdi. Helalleştik çıktık. Süpermarkette üç günlük alışveriş yaptık, ama içinde yok yok. Hesapta parkta kalacağız iki gece üç gün. Alışveriş sırasında bir türk gezgin olan Gülcan’la karşılaştık. Türkçe duyunca şaşırdı, sizin ne işiniz var burada dedi. Biz doğasever gezgin insanlarız, parka geldik dedik. O akşam Cem’in doğumgünüydü, Gülcan’ı da doğumgünü kutlanacak bara çağırdık. Kasada ödeme yaparken de Engin’le aynı couchsurfing evinde kalan Melike ile karşılaştık. Onunla da şarap üzerine konuştuk. Akşama bara gel dedik. Gelmedi. Çıktık marketten, elde on torba, Patricio’nun dükkanının önündeki arabamıza geldik. Bagajı açtım, torbaları güzelce yerleştirdik, kapattık. Arabanın kapısına yöneldim heyecanla. Anahtarı soktum çevirdim, kapı açılmadı. Allah allah? Bir iki deneme daha. Açılmıyor… Aldı mı bizi bir panik, sonra kaldırımdan ileriye bir baktık, bizim araba ileride duruyor. Aynı model aynı renk arabayı zorlayarak aç, üç günlük yemekleri koy, üzerini de kilitle. Var mı böyle bir salaklık. Var. Ben hemen Patricio’nun dükkanına koştum. Camdan arabayı gösterip bu senin araç mı dedim. O da bizim aracı gösterip, bizimkinin öbürü olduğunu belirtti. Biliyorum usta, bu da senin mi diye yineledim. Evet de ne alaka dedi. Tuttum kolundan indirdim, bagajı aç dedim. Açınca anladı durumu. O an az daha kontratı yırtıp arabasını geri alacak gibi baktı sempatik Patricio. Oldu bir kere, biz ettik sen etme dedim. Affetti. Dikkat edin, akıllı olun diye tembihledi. Tamam dedik kaçtık. Stresimizi mangal başında şarap içerek attık. Sonra da bara devam ettik. Eda, Tansu, Efe, Engin, Gülcan, sonradan bize katılan Cem ve Serkan ile yedi Türk olduk. Melike ve Cem’in abiside kasabada. Dokuz Türk bir şehirde, dünyanın dibinde. Yedi aydır bu kadarını görmediğim için başımıza her an bir şey gelebilir diye korktum. Gelmedi. İçtik, helalleştik, sabah beşte kalkacağımız için saat iki gibi barı terkettik.

Sabah güç bela kaldırabildim Eda ve Tansu’yu. Ben bir kadeh şarap ve barda bir birayla (o da ayıp olmasın diye) bütün geceyi geçirirken, ertesi gün koca bir yol ve park ziyaretimiz olduğunu unutan bu çift kafayı çektiler tabi. Engin de bunlara uydu. Sayelerinde biraz rötarlı çıktık yola ama 150 km uzaktaki Torres del Paine parkına varmayı becerdik. Bu kadar erken yola çıkmamızın tek sebebi günümüzü doya doya yaşamak, gündoğumunu seyretmekti. Giriş kapısına vardığımızda arabayı çektik sağa. Sanırım biraz erken varmışız. İçeride kimsecikler yoktu. Paramızı ödemek için kapıyı defalarca çaldık, camdan içeri bakıp tıktık vurduk. Sonra biraz daha bekledik görevliler gelse de paramızı ödeyip biletimizi alsak diye. Kimse gelmeyince soğuğa dayanamayıp arabamıza atlayıp parka girdik. Ertesi sabah ödemeye karar verdik. Hem kapı da açık olduğuna göre, o gün belki de halk günüydü. Parkın muhteşem doğasında ilerlemeye başladık. Karla kaplı sivri tepeler, saatte 150 km esen rüzgarla gölden kalkan sularla oluşan gökkuşakları, güneşin kendini gösterip kaybolmasıyla oluşan renk oyunları, condoru ve tilkisi, leş yiyen yırtıcı kuşları, lamavari canlıları ile harikülade bir yer. Seyre dalınca soğuğu bile unuttuk zaman zaman. Kulağın düşmesine yakın hatırladık donduğumuzu.

O akşamı parkın dışındaki bir kamp alanında donarak geçirdik. Ertesi gün de parkın diğer kapısından erkenden giriş yapacakken görevlileri görünce, bir gün öncesinde yaptığımız hatanın bilinci ve utancıyla yüzümüz kızardı, kasabaya dönüp biraz ısınmaya, fazlasıyla yediğimiz mazotu tazelemeye karar verdik. Canımız da sıcak bir kahve çekti. Arabayı park etti Engin. Araba kullanmayı sevdiğinden bize hiç zahmet vermedi, hep kendisi kullandı. Allah razı olsun kendsinden. Çok güzel bir cafede, kahve içerek ısındık soğuk gecenin ardından. Ben biraz felsefeden bahsettim. Hayattaki varoluş nedenimizle ilgili düşüncelerimi aktardım arkadaşlara. Neden varız sorusunu cevapladım. Sıkıldılar, sustum. Arabaya döndük, çalışmadı. Engin kardeşimiz farları açık bırakmış. Ben anlam arayışında olmadığımdan, sakince karşıladım bu talihsizliği. Engin’i teselli ettim. Yarım saat kablo aradık, bulamadık. Sonra aynı anda üç tane bulduk. Patricio görmeden olayı çözdük. O akşamı couchsurfingcilere evini açmış Adams Ailesi’nin yanında geçirdik. Gerçekten Adams Ailesi, yalan yok. Çocuğun elinde balta yerine flüt, anne baba aynı korkunçlukta. Evde 15 kadar couchsurfingci vardı. Biz dahil biri normal değil. Herkes yemek yaptı akşam, aile seyretti, yemekler yendi, artanları yangından mal kaçırırcasına dolaplarına sakladı aile daha sofrada oturulurken. Ortaya çıkardığımız iki kilo meyveden bir tane şeftali kurtarabildim. Ne açgözlülermiş, mana veremedim. Sanırım ertesi günü bu yemeklerle geçirecekler. Düzeni böyle kurmuşlar. Biraz da bağış adı altında para topluyorlar. Biz vermedik. Tezgah güzel. Çocuklarının biri bütün gece helvacıoğlu blok fülüt çaldı, öbürü de suratına boş boş bakmama rağmen ispanyolca konuştı benimle saatlerce. Ben de sonunda Türkçe konuşmaya başladım, kaçtı.

Ertesi sabah erkenden arabaya atladık, parka doğru sürdük. İlk gün girdiğimiz kapıya erkenden varınca arabayı sağa çektik. Kapıyı çaldık, camı tıklattık. Kimse yok. Üzülerek yine, yeniden, biletimizi alamadan girdik parka. Belki bugün de halk günüydü? Kimbilir? Bu sabah hava daha berrak, daha az bulutlu ama çok daha soğuktu. Gündoğumunda dağlar pembeleşti. Bulutlar pamuk helva oldu. En son da Grey Gölü’ne vardık. Buzuldan kopmuş parçaların kıyıda karaya oturduğu, arkasında zirvesi hep bulutlu olan dağların yer aldığı sahilde uzun uzun yürüdük. Rüzgar deli gibi esmeye devam etti. Düşe kalka ilerledik. Mesafeler yakın gözükse de, parkın sadece bu bölümünde iki üç saatimiz geçmiştir. Akabinde hafif bir piknik yaptık. Ev sahibimiz ve sahibemizden kurtarabildiğimiz artan gıdaları tükettik. Günün sonu da çabuk geldi. Pek çok insan parkta kampa geliyor. Beş, altı, yedi gün geçiriyorlar, az yemek, çadır ve sırtçantalarıyla yürüyerek kamp alanlarına gidiyorlar. Biz de ne gerekli ekipman, ne de mart sonu Patagonya’da kamp yapacak bünye yoktu. Mevsim sonbahara dönüyor malum. Arabamızı Cristobal’in hosteline doğru sürdük biz de. Döneceğimiz günü kendisine önceden söylediğimiz için, Türk mangalcılar geliyor diye reklam yapmış, hostelin diğer müşterileriyle mangalı çoktan organize etmiş Cristobal. Biz de etimizi şarabımızı alıp geçtik mangalın başına. Ekip iyiydi, bir de doğumgünü varmış, şerefine dağıtılan beleş pisco sour’lardan (pisco da 40 derecelik Şili içkisi. Oldukça sert ama kıyak şey namussuz) yudumladık. O gece sıcak sıcak uyuduk. Kalktık. Cristobal ve ailesiyle helalleştik. Hedef Punto Arenas. Ordan da dünyanın dibi olan Arjantin’de Ushuaia…

20 Mart 2010 Cumartesi

El Calafate

İlk uçakla Rio. Brezilya’ya ilk gelişimde de havaalanında yatmıştım Rio’da. Gittim aynı yeri buldum. Ama bu sefer tecrübeli olduğumdan yatağımı evimdeki yataktan daha rahat hale getirdim. Ertesi sabah kalkınca anladım ki uçakta üç saat gecikme var. Ama bana açık büfesi olan restoranda yemek kuponu verdikleri zaman gecikmeyi umursamadım. Bir baba tabak yaptım. Sonra uzun zamandır hasret kaldığım tatlı büfesine ilerleyip, yemek tabağından daha büyük bir tabak doldurdum. Altı farklı çeşit tatlı yedim, başım döndü. Sonunda Rio’dan bir gece daha havaalanında kalacağım Santiago’ya geçtim. Bu havaalanından da daha önce geçmiştim, ama bu sefer, depremden sonra en alt katı ve dışarıda kurdukları iki büyük çadırlarıyla işleri yürütmeye çalışıyorlar. İçeride kalamadım haliyle. Dışarıdaki çadırlardan birinde geceledim, uyku tulumuma sıkı sıkı sarılıp. Check-in işini de sabah diğer çadırdan hallettim. Buenos Aires’e vardığımda pil bitmişti. Şehre varıp San Telmo bölgesine uzun bir yürüyüş yaptım. Bir gece konaklamak için makul bir hostel buldum. Alman olduğunu sonradan anladığım kız her konuda çok yardımcı oldu. Üç sene önce okul değişim programıyla gelmiş, sonra da okulu yakıp kalmış, hiç geri dönmemiş. Takılıyor şehirde. İlginç… Pazar günü San Telmo tam şenlikli. Sokaklar tezgahlarla dolu. Aklınıza gelen herşey satılıyor. 20 metrede bir müzisyenler, arada tango yapanlar, kukla oynatanlar, pandomimciler dizilmiş. Yorgun olmama rağmen attım kendimi sokağa. Yürüdüm de yürüdüm. Acıkınca, önündeki sıradan sağlam bir mekan olduğunu anladığım et lokantasına daldım. Devasa steak sandviçten aldım bir tane. Sonra baharatlı zeytinyağlı sosunu da ekmeğe iyice yedirip sürdüm, çıkıp restoranın önünde kaldırıma oturdum. Nasıl yediğimi gören en az 20 kişi sanırım girmiştir içeri. Ne güzel et, bendeki de ne iştah. Çok yakında Buenos Aires’e geri döneceğim için, ve yorgunluktan can vermek üzere olduğum için hostele döndüm. Eda ve Tansu Patagonya’da üşümesin diye aldığım viskiden, kanı inceltip kalp krizi riskini azaltmak amacıyla, bir tek attım yattım.

Sabaha uçağa binip El Calafate’ye uçtum. Uçakta dışarıyı seyrettim. Çorak düzlükler, arada karlı dağlar, göller. Yerleşim neredeyse yok. Muhteşem. İnsanı derinden etkiliyor. Benim hassas ruhum bir garip oldu uçakta. Duygulandım. El Calafate’ye vardım. Havalimanı Bostancı Günaydın Restoran boyutunda. Bir tane körük var. Oradan çıkınca üst katı daha çok bir cafeyi andırıyor. Aşağıda da bir tek bant var sadece çantaları alabilmek için. Tek uçak, tek bant ama çantaların gelmesi yine de çok uzun sürdü. Bir anlam veremedim. Shuttle servisinden faydalanayım dedim. 26 peso çarptı çakallar. Ama artısı vardı. Eda’nın yer ayırttığı Hostel’in kapısına kadar götürdüler beni. Hem yamaçta yokuş yer, hem de toprak yollar. Parayı helal ettim. Ama sevimli bir hostelmiş.

Bu saftirikler benden erken gelmişlerdir diye umut etmiştim ama daha piyasada yoklardı vardığımda. Yedi aydır görmedim bu arkadaşları. Zaten memlekette sürekli görüyorum, ne gerek vardı ki buluşmaya dedim kendi kendime. Ama aklıma benden istedikleri yardım gelince biraz yumuşadı kalbim. Belki de iyi olur. Kimbilir? Arkadaşları beklerken kendime çay demledim. Hava güneşli ama tatlı serin. O kadar da olsun di mi? Patagonya’dayım. Güneş ve çay eşliğinde dinlenirken Eda ve Tansu yokuşun başında belirdiler. Canlarım benim diye bağırdım kendilerine. Koşup çantalarını sırtlandım, odaya kadar çıkarttım. Sarıldım öptüm kendilerini, çayımdan ikram edip hiçbir ücret talep etmedim. Yorulmuş yavrucaklar. Zaten akşam olmak üzereydi. Hemen markete koşup, toplu semirme programımızı hayata geçirmek üzere bolca et ve bira aldım. Allah için etler ucuz ve çok lezzetli burada. Mutfağı da önceden detaylı incelediğim için demir dökme ızgara tavayı görmüştüm. Yamak arkadaşlara görevlerini verdim, eti soslayıp dışarı çıkıp biramı içtim. Görevler başarıyla ifa edildikten sonra geldiler, herşey hazır usta, sen etleri atabilirsin artık dediler. Üç dakika bir taraflarını, üç taraflarını ızgarayla temas ettirdikten sonra masaya getirdim. Ot falan yiyen bir takım masalar hasetle baktılar bizim masanın güzelliğine. Bir de bulgur bulup tabule yapmıştım, bunu da belirteyim. Herşeyi yedikten sonra tabulenin artanını millete ikram edip sevap kazandık. Sayesinde çok fazla bira ikram edildi bize. Büyük buluşmayı böyle gerçekleştirdik sonunda. Hava buz kesiyor geceleri, biraları bitirdik, gittik yattık.

Ertesi sabah Eda koğuş ağası gibi kaldırdı bizi sabahın kör karanlığında. Hostelde güzelce kahvaltımızı yaptık. Ben hala niye Patagonya’ya geldiğimizi anlayamamıştım. Yakınlarda bir Moreno buzulu varmış, çok güzelmiş, dinamik bir buzulmuş, arada parçalar falan kopup düşüyormuş. Onu görecekmişiz. İyi dedim, gidelim. Ben gecikmeyelim, erkenden gidelim biletimizi alalım dedim. Arkadaşlar sallandığı için, fiyakalı kıyafetlerini seçemedekleri için son dakikada yetiştik buzul otobüsüne. Bir saat sürdü yol. Ama ne eziyet, susmuyorlar karı koca. Uyuyamadım yolda. Sonra parkın girişine geldik, 75 peso ücretimizi ödedik buz göreceğiz diye. Parkın içine doğru devam ettik. Buzulun göründüğü ilk noktada fotoğraf molası verildi beş dakika. Ne manzaraymış. Arkada dağlar bulutlar, buzul ve üzerinde yarım gökkuşağı. Rüzgardan az daha düşüyorduk. Otobüse atlayıp son noktaya vardık. Buzula bakan yarım adanın etrafına harika bir yürüyüş yolu yapılmış, her yere gözlem noktaları yerleştirilmiş. İlk ela tekneye bilet aldık, 50 peso daha verip. Tekneyle bir saat kadar buzulun etrafı geziliyor. Yaklaştıkça ne kadar görkemli olduğu daha da anlaşılıyor. Işık oyunlarıyla maviler beyazlar yeşiller ortaya çıkıyor. Arkaya doğru buzul uzanıyor ve bulutların içine karlı dağlar karışıp tek renk beyaz halinde bütün oluyor. Ara ara parçalar düşüyor, ve bomba patlamış gibi sesler çıkartıyorlar. Bir ara sahile yakın bir yerde tekneye birkaç parça buz aldık. Bazıları fotoğraf çektirdi buzları tutarak, ben bir parça ısırıp tadına baktım. Bildiğimiz buz. Ama leziz. Viskiyi yanımıza almadığımıza yandım. Moreno buzulu buzuyla bir tek Jim Beam bu soğuk havada içimizi ısıtabilirdi.

Tekne turu bitince yürüyüş yoluna çıktık. Vaktimiz de boldu. Buzulu her açıdan inceledik, harika fotoğraflar çektik. Parçalar kopup düşmeye devam etti. Ama ne manzara arkadaş… Devasa kütlelerin parçalanması, göle düşüş anı, yarattığı dev dalgalar, mesafeden kaynaklı olarak arkasından geç gelen patlama sesleri. Kopan parçaları beklerken seyrederken zamanı unuttuk. Herkes elde foto makineleri derin derin buzula bakıyor. Buzula çok yakın olan aşağı gözlem noktasına indin en son. Şansıma, üstelik birden fazla kere, dev parçalar koptu. Hayret dolu bakışlarla seyrettik. Öyle bir manzara ki, yana dönüp tanımadığın insanlarla bile, onaylayan mimiklerle, “vay bee baba, gördün mü hadiseyiii” gibilerinden anın heyecanını paylaştık. Hala birşeyler olur mu diye beklerken otobüs saati geldi maalesef. Dallamanın biri geciktiği için otobüste 15 dakika bekledik. O arada neler olmuştur kimbilir dinamik buzulumda. Dönüşte bayıldık uyuduk sıcak otobüste.

Buzula giderken bir hatamız oldu. Öğle yemeğimizi hazırlayıp yanımızda götürmedik. Millet sandviçlerini, krakerini, meyvesini yerken biz sadece salyalarımızı sildik. Haliyle, döndüğümüzde kurt gibi açtık. Hostelin hemen yanındaki süpermarkete koşarak et sotelik malzememizi aldık. Bol soğan, sarımsak, biber ve domatesli etimiz ve pilavımız ile intihar etmeye çalıştık. İnsan gibi yemedik. Sonra da kıpırdayamadık. Harikülade bir gün oldu nihayetinde. Buzulu, et sotesi falan. Yemekten sonra öyle bir ağırlık çöktü ki, Patagonya gezimizin gerisini planlamak için bu kasabada bir gün daha kalalım dedik.

Son günümüzde uyuduk, dinlendik, planımızı yaptık. Akşamüstü göl kenarına indik. Bin türlü kuş gölde takılıyor. Yanımıza bir de kara köpek katıldı. İki saat yanımızdan ayrılmadı. Flamingolar, kuğular, ördekler barış içinde yaşıyorlar bu gölde. Güzel fotoğraflar çektik, köpekle oynadık. Kuşlara taş attık. Gün batımından sonra hava soğudu. Yokuş yukarı tırmanışa geçtik hostele doğru. Son akşam da sosis, patates ve biradan oluşan menümüzü ayarladık. Ertesi sabah yolumuz Şili’de Puerto Natales. Biraz daha güney. Ulusal Parkı çok güzelmiş. İçime giyecek birşeyler bulmazsam oralarda can verebilirim…

17 Mart 2010 Çarşamba

Salvador

Salvador’a Natal şehrinden uçmak, otobüsle gitmekten daha ucuzdu. Ben de uçtum. Şehir merkezinde kalma dediler. Ben de az güneyinde olan Barra bölgesine geçtim. Havaalanı uzak, kalacak yer de belli değil. Atladım şehir otobüsüne, Barra’da indim. Baktım iki sırt çantalı da yürüdü bir tarafa doğru. Ben de onları takip edip girdikleri ilk hostele daldım, sanki nereye gittiğimden çok eminmişim gibi. Dokuz saat yoldan sonra hemen check-in yaptım. Televizyonda Transformers vardı, çok kötüydü, uyuyakaldım .

Ertesi gün kalkınca şehrin tarihi bölgesi olan Pelourinho kısmına gitmeye karar verdim. Biraz soruşturdum. Gündüz çok tehlikeli değil ama akşama kalma dediler. En azından fotoğraf makinesi ve çanta ile. Bir de başkaları sınırlara dikkat et diye uyarmıştı. Turistlerin yoğun gezdiği alanların dışına çıkma, birkaç blok geçersen keleğe gelebilirsin demişlerdi. Ben de atladım otobüse gittim. Ortalık nispeten sakin hava da harikaydı. Gözleri kamaştıracak kadar parlaktı hava. Dolana dolana yürüdüm. Dört tarafı kilise ve katedral olan meydanda takılıp sonra ara sokaklara daldım. Ara sokaklarda her türlü sanat eserini satan tezgahlar mevcut. Renkli dükkanlar, arnavut kaldırımlı sokaklar, sokakta takılan insanlar. Ama turist sayısı azdı.

Karnaval zamanı Rio’dan çok daha iyi olduğu söylenen Salvador, benim orada olduğum zamanda oldukça sessiz gözüktü. Umudum gecedendi. Sonra Sao Francicco Kilisesi’ne girdim beş real verip. Brezilya’nın en meşhur kiliselerinden biriymiş. Dışarıdan mütevazi gözükse de içerisi insanın gözünü yoracak derecede renkli. Detaylı ahşap işlemeler, heykeller, altın renkleri, gümüş avizeler vs. derken insan ne tarafa bakacağını şaşırıyor. Kendi dinlerini dilediklerince yaşamakta özgür olmayan Afrikalı köleler, sahiplerinin kilisesini inşa ederken bazı muzur şakalar yapmışlar (Büyük cinsel organlı melekler, hamile azizeler gibi…). Ama bunlar daha sonra kapatılmış ya da ortadan kaldırılmış. Bunları görebilseydik daha bir ilginç olabilirdi tabi, ama bu haliyle bile göz kamaştırıcı bir ibadethane. Buradan çıkıp, çok da sınırları zorlamadan, eski bölgeyi tavaf ettim. Sonra da otobüsüme atlayıp geri döndüm.

Akşam olunca Barra’nın (Güney Amerika’nın en eski deniz feneri) fenerine gittim. Yerli yabancı herkes gün batımı için toplanmış. Güneş okyanusun üzerinde batmak üzere. İnsanlar oturup denize doğru, yiyip içip keyiflerine bakıyorlar. Ben önce bir tavaf edip feneri, sonra gittim seyrettim günbatımını. Arada, bir pandomimci tam arkamda bağırarak soytarılık yapmaya başladı. Önce korktum, ama sonra hiç o tarafa bakmayarak para vermekten kaçındım. Gün batınca da hostele döndüm. Pipa’dan tanıdığım İsviçreli kız da yan hostelde kalıyormuş. Onunla karşılaşınca, akşam onların ekibe takılıp tekrar Pelourinho’ya doğru yollandım. Altı yedi kişi heyecanla atladık otobüse gece hayatını keşfetmek için. İndik otobüsten, yanımıza hemen uyuşturucu bağımlısı bir tip yamandı. Aklı sıra rehberlik yapıyordu. Arkadaşlar reggae bar varmış onu görmek istediler, eleman orası kapalı dedi. Ben yalandır, bulaşmayın bu adama, gidip bulalım kendimiz dedim. Gittik kapalıydı hakkaten. Ama adam hala yanımızda. Adını hatırlamadığım başka bir bara bakmak istediler. Adam yine kapalı dedi. Ben sallıyor dedim, çünkü bütün derdi bizi bildiği bir samba bara götürmek. O bara da gittik, kapalıydı. Biz de iyi dedik, samba bara gidelim bari dedik. Vatandaş da bizimle geldi girdi, masanın yanında yere çömeldi. Meğer üstün hizmetlerinin karşılığında beş real talep ediyormuş. Demiştim diğer arkadaşlara bulaşmayın diye ama dinlemediler. Biraz bozuk verdiler ama eleman gitmiyor. Baktım bunlar kibar, ben elemana elle kolla, tamam lan, yeter o kadar, hadi uza gibilerinden hareketler yaptım. Kızgınca bakmaya başladı. Baktım gitmiyor, yine elle kolla garsona vatandaşı gösterip, bunu atmazsan biz de gideriz dedim. Garson bunu yolladı ama herif çıkarken eliyle boynuna doğru bıçak hareketi yapıp, dışarıda görüşürüz imasında bulundu. Ben masada tebessüm ettim, haha dedim güldüm, ama içimden de çıkışı düşünmeye başladım. Adamın kullandığı maddeleri hayal bile edemiyorum, haliyle bana yapabileceklerini de. Madem tek çıkış var ve sondan kaçış yok, ben de caipirinha içeyim dedim. Birkaç tane sonra biraz cesaret geldi, ama eşşeği de sağlam kazığa bağlamak lazım. Sigara alıp geleyim kisvesi altında, önce kapıdan hafifçe kafamı çıkararak dışarıyı kolaçan ettim. Baktım görünürde yok, duvara çok yakın ve bütün meydana hakim olacak şekilde çıktım, yürüdüm. Beni unuttuğunu anlayıp sevinerek ve dans ederek bara döndüm. Bar dediğim de yanıltmasın, plastik sandalyeler ve dört kişiden oluşan zayıf bir grup. Bir tek salı günleri iyi dediler sonradan, onun dışında sakin olurmuş. Belki tam ertesi günü olduğu için pek çok yer kapalıydı. Müzik bitince bir taksiye altı kişi doluşup Barra’ya döndük. Birer bira daha yuvarlayıp gittik zıbardık.

Son gün fazla bir şey yapmasam da akşamında oteldeki Çek Cumhuriyeti’nden kız ve Avustralyalı elemanla Barra’nın 4-5 barının olduğu meydana yürüdük. Birini seçtik oturduk. Oldukça sakin, kaliteli ve yerellerin takıldığı bir yer. Ama bir süre sonra sıkıcı oldu. Hemen arkada bir kulüp varmış, oraya baktık ama giriş ücretliydi. Biz de pas geçip karşıda sokak barına oturduk. Önce biraz sıkıldık ama daha sonra masanın üzerindeki oyunu keşfettik. Skol marka biranın promosyon masasının üzerinde oyun tahtası gibi bir şey vardı. İki bira kapağı ve bol birayla oynanan oyuna başladık. Kapağın iç tarafları iki, dış tarafı bir puan. İkisini de sallayıp dışarıdan merkeze doğru ilerliyorsun. Aslında ilerleyemiyorsun. Belli noktalarda masanın altından geç sonra iç, şimdi kalk dans et sonra yine iç, 3 geri git, bekle ama iç şeklinde kurallar var. Kazanan değil, sonraki birayı diğerleri alıyor. Oyundan sıkıldığımızı anladığımızda kafalar iyi olmuştu zaten.

İkinci kısım da burada başladı. Avustralyalı eleman gitaristmiş zaten. Yan tarafta içip gitar çalan ekibe gidip, aha bu eleman da çok güzel çalıyor dedim. Sonra tabi ki ısrarlar vs. derken bizim eleman başladı çalmaya. Brezilyalı dostlar da çat pat İngilizce konuşunca, anlaşmak kolay oldu. Gitarda birbirlerine şu şudur, bu budur derken biralar gelmeye devam etti. Bar kapanınca oh dedim. Demeseymişim. Adamlar bir sonraki bara devam edelim dediler. Sonra gitarı çalan Brezilyalı amca yolda gitar çalarak yürümeye devam etti, biz de farelin köyün kavalcısını takip eder gibi sorgusuzca düştük peşine. Sonraki bar dedikleri benzinciymiş. Orda da bira aldık, bunlar kenarda gitar çalmaya devcam ettiler. Güvenlik geldi, yan taraf residanz, burada çalmayın dedi. Tamam deyip iki dakika sonra devam ettiler. Sonra kaybolduğunu sandığımız elemanlardan biri arabayla çıktı geldi. Sıkıştık arabaya, bir sonraki bara devam ettik. Bir sonraki bar varmış aslında.ama uzakmış baya. Orası da plastik masalardan sandalyelerden oluşan bir yer. Sakindi ama adamların umurunda değil. Gitar çalmaya devam. Hatta başka bir yerel arkadaş da gitarıyla geldi katıldı. Masa kalabalıklaştı. Biralar da gelmeye devam etti. Herkes kavalcıyı ve diğer gitarcıyı seyrediyor, ama şeş beş bakıyorlar. Ben de tabi. Sonra Brezilyalı eleman coke falan demeye başladı. Ben zero varsa olur dedim. Şeker beni bozuyor, kiloma dikkat etmem lazım. Öyle coke değil dedi. Ben de üç beyazdan uzak durduğumu söyleyip kendisine teşekkür ettim. Ertesi günde Rio’ya uçak var. Sabah da beş olmuş. Ben herkesle helalleşip otele döndüm.

Salvador beklediğimizden sakin bir yer olsa da maceradan yana eksiğimiz olmadı. Tehdit edildim ve yerel manyaklarla şehrin bilmediğim garip yerlerinde son buldum. Ama eğlendim de. Ertesi gün nasıl kalktım allah bilir. Check-out saatini ucundan yakalayıp attım kendimi dışarı. Hamakta azıcık enerji toplayıp yola koyuldum. Havaalanı otobüsünü yolda 1 saat bekledim, sonunda geldi. Arjantin Patagonya’sında Eda ve Tansu arkadaşlarımla buluşacağım için birkaç gece havaalanlarında konaklamam gerekecek. Aslında niyetim yoktu ama çocuklar ısrar etti. Bizim kafamız gezmeye basmadı, sen gel bize yol yordam öğret, bira nasıl içilir, nereler gezilir, biraz program yap da gezdiğimizi anlayalım dedikleri zaman hayır diyemedim. Hem zaten bu sıcak yerler, hamaklar tehlikeli bir hal almaya başlamıştı. Gidip serin yerlerde doğaya karışmak iyi olabilir, hem de bu arkadaşlara yardımcı olursam büyük sevabı var dedim kendi kendime. Aldım çantamı, bindim uçağa. Daha doğrusu önümdeki dört uçağın birincisine…

11 Mart 2010 Perşembe

Canoa Quebrada ve Pipa


Bir sahil kasabasından bir diğerine geçtim son zamanlarda. Bu ünitede iki kasaba işleyeceğiz bu sebepten ötürü. Zaten kısmen birbirlerine benziyorlar. Jericoacoara’dan yolculuğun ilk ayağı olan kamyon vasıtasıyla çıktım. İlk aktarmayla otobüs değiştirdim, Fortaleza’nın garip ve çirkin otogarından diğer otobüse atlayıp iki saat sonra Canoa Quebrada’ya vardım. Jericoacoara’da kaldığım pousadadaki eleman Pedro bana git Pousada Europa’da kal demişti. Hatta bana kendi pousadasının kartlarını verdi. Birbirlerine müşteri falan yolluyorlar arada. Kartları verip selamımı da söylersen Hollandalı sahibine, sana birşeyler ayarlar demişti. Yerimi buldum, kartları verdim, o da bana odamı verdi. Çok bir indirim yapmadı sanırım ama iyi dedik. Mekan 12 odalı, havuzlu (küvetten biraz büyük, pek de temiz değil, ben girmedim. Brezilya’da pek çok yerde bu havuzlardan sattıklarını görebiliyorsunuz.) sakin bir yer. Brezilya’da hemen hemen her kaldığım yer kahvaltı veriyor. Burada da kahvaltımı yaptım, kahvemi içtim. Ben kahvemi yudumlarken sabahtan, Hollandalı eleman ve komik yerel arkadaşı da biralarını yudumluyorlardı günün erken saatlerinde. Sordum ne iş diye, bugün Pazar, ondan içiyoruz dedi. İyi dedim, ne diyeyim.

Bu kasabayla ilgili rehber kitabımız ve yolda karşılaştığımız bazı arkadaşlar iyi şeyler söylemişlerdi. Özellikle rehber kitap, Fortaleza’dan sonra gece hayatı ikinci iyi yer yazmış, bu eyalet için. İlk gün biraz dolaştım etrafta. Ekvatora baya yakınız halen, sıcaktan gezilmiyor. Plaja indim. Merdivenlerle iniliyor. Doğal oluşum ilginç, kırmızımtırak topraktan oluşan duvar sahil şeridince uzanıyor. Kumsal boş değil ama. Bir sürü cafe tarzı ahşap baraka konuşlanmış. Ağaç kolonların üzerinde gelgitlere karşı hazır bekliyorlar. Önlerinde şemsiyeler, plastik sandalyeler masalar. Herkes birasını almış, keyfine bakıyor. Aralarda tek direkli, küçük yelkenli balıkçı tekneleri çekilmiş karaya. Ben bir beleştepe buldum kendime, attım havluyu. Denize girmek çok kolay değil. Atlantik Okyanusu’nun dalgaları güçlü geliyor. Biraz gidiyorsun, dalga seni başladığın yere geri götürüyor. Sisyphus’un ittiği kaya gibi aynı yerde son buluyorsunuz. Gerçi benim tembel kişiliğim de çok yardımcı olmadı. Biraz mücadele ile yüzebilirdim. Ama nereye, neden…

Akşam dışarıya çıktım. Adını hatırlayamadığım ilginç bir sokak yemeği yedim. Kızartılmış hamur gibi birşeyin arasına fasulye ezmesi, acı biber sosu, üzerine karidesler ve küp doğranmış domates. Beş reale patladı ama lezzetliydi namussuz. Sonra aksiyon olan tek sokakta bir yer buldum kendime. İki büyük bira devirdim, milleti seyrettim. Geceyarısı sahildeki Freedom isimli reggae barda parti oluyor dediler. Biralardan sonra oraya indim. Deniz çekilmiş, kumsal genişlemiş. Önce etraf sakindi, üç beş kişi takılıyordu. Bara gittim, gözleri kaymış rasta abi bana içine kekik gibi yeşil birşeyler koyduğu sigaralardan satmaya çalıştı 20 reale. Ben içine yeşil lime koyduğu caipirinha isteyince, kekikli sigarayı 10 reale düşürdü. Ben üç real olan caipirinhamı aldım yine de. Etrafta tütsüvari bir koku, ne olduğunu anlamadım, kekik böyle kokmaz ki. Caipirinayı bir tek ben içiyormuşum gibi hissettim. Sonra Fortaleza’da aynı hostelde kaldığım bir iki arkadaşla karşılaştım. Zaten sıkıcı tiplerdi, şansıma sövüp caipirinha tüketimini hızlandırdım. Bir ara kafayı kaldırdım, baya bir insan gelmiş katılmış ortama. Dolunay, gün gibi aydınlık, ortam kıyak, ama kafa da kıyak. Bugünlük yeter deyip hostelime döndüm.

Müteakip birkaç günde Hollandalı otel sahibinin hergün pazarmış gibi içtiğine şahit oldum. Her gün mutfağı sekizde kapatıyorum, mangal falan yapacaksanız alacaklarınızı önceden alın diyor (allah için kömürü ücretsiz veriyordu mangal için), ama saat sekiz dokuz olunca aynı sandalyede sızıyor abi. Mutfak bu arkadaşın genç hanımı gelip de kendisini eve taşıyana kadar açık. Hatta bir akşam sızmışken iki yeni müşteri geldi. Başka bir isviçreli yaşlı gezgin amca, uyandırmamak için adamı, odayı gösterdi müşterilere. Çocuklar odayı beğenince kaç para istiyorsun diye Hollandalı abiye gitti. Biraz sarsınca kendisini, abi gaz çıkararak karşılık verdi. Yeni müşteriler ve olaya şahit olan biz diğerleri 10 dakika kadar güldük. Osuruğa gülenin osuruk kadar aklı yoktur derler ya, doğru belki de…

Kasaba beklenenden sakin çıkınca, benim gibi mangalı seven Alman arkadaşla mangal işine girdik. Kömür beleş nasıl olsa. Hollandalı abinin birası da ucuz hostelde. Bir akşam et, öbür akşam da, daha önce bahsettiğim gibi koca balık. Arada dışarıyı yine kolaçan ettik. İlk akşamdan da sakin. Huzurevi gibi olan hostelde, sahibinden ve komik arkadaşından kalan biraları tükettik biz de. CRM harika, bir akşam iki bira kalmıştı dolapta, bizim sarhoş otel sahibi, gözleri yarı kapalı, sonuncuya dokunmayın, son kalan daima benimdir dedi. Onu da içmeden sızdı.Yine de yatacak bir yere ihtiyaç olduğundan dokunmadık biraya. İlginç kişilik. Bir gün gündüz konuştum kendisiyle. Açık açık ben tembel adamım, hergün zurna gibi olana kadar içmeyi seviyorum diyor. Bu ülkede de cepte az çok hep nakit var, vergi vs. yok dedi. Üçüncü hanımı da almış zaten, kızı okutuyor (evet, kendisinden bir miktar genç bu bayan). Hayat bu vatandaşa güzel vallaha…

Bu sakin yerlerde, amma da sakin deyip şikayet ederken, anlamadan, bu sakinliğe kaptırıyorsunuz kendinizi. Canoa Quebrada’da böyle oldu. Burdan sonra gittiğim Pipa’da da aynısı oldu. Gündüz sıcak, akşam lokum gibi hava, hamaklar, caçhasa falan derken günler kuyruğunu kovalayan kedi, kediyi kovalayan kuyruk gibi, birbirini kovaladı. Takvime bakınca, anaaaa, ben daha Arjantin’e gidecektim diye hatırladım. Bu kasabayı bırakıp Şehr-i Natal’ın bir saat güneyindeki Pipa’ya gittim. Paraty’de tanıştığım Avustralyalı Brad bana git Sugar Cane Hostel’i bul, sahibi Peter’a benim için sarılıp, selamımı söyle demişti. Sözümüz bakiydi. Uzun arayıştan sonra mekanı buldum. Kapıda dedim sen Peter mısın? Evet dedi. Sarılmadım ama Brad’in selamını söyledim. Burası uzun zamandan sonra hostele benzer ilk yer. Her yere hamaklar asılmış. Yerim olsa Brezilya’dan hamak alacağım şerefsizim. Çok rahat buranın hamakları. Halen alabilirim aslında. Çantadan neyi atabilirim, ona karar vermem lazım.

Ne diyorduk. Mekana yerleştim, duşumu alıp halka karıştım. Burada da ilginç tipler vardı. Bir İsrailli, bir Arjantinli (Fizik konusunda doktora yapan çok kral çocuktu. Ben de kendisie Half Baked filminden esinlenerek Scientist diye hitap etmeye başladım. Adı öyle kaldı), bir Romen kız, bir İsviçreli kız (bunun hakkaten aklı evveldi), iki Şilili kız (çok dindarlardı), Bir genç ingiliz eleman. Konular biraz derinleşti. Romen kız İsraiili arkadaşla Tanrı konusunu açtı. İsraiili dostum inançlı, Romen kız kafir. Bana da sordular, ben, o herşeyi bilendir ve görendir deyince, daha fazla konuşmadılar benimle. Sonra dışarı çıktık. Pipa’da da herkesin takıldığı iki üç mekan var. Sokakta bira satanlardan ucuz bir alıp mekanların müziğinden beleş faydalanmak mümkün. Biz de öyle yaptık. Önceki kasabamızdan daha iyi olsa da burası da beklediğimden sakindi.

İkinci gün önce plaj sefasıyla başladık. Kah yüzdük, kah güneşlendik. Baktım bunlar sıkıcı tipler, akşama milleti mangala teşvik ettim. Madem matah tipler değil, ben geçerim mangalın başına, rakımı (içimden öyle geçti tabi) yudumlarım, kendi keyfime bakarım dedim. Bu bizim ata sporumuz dedim, babama bile ben öğrettim bu meret nasıl yakılır diye, dedim (Yalan mı baba? Gücenmece yok). İkna oldular. Akşama alışverimizi yaptık. Kızları içkileri hazırlamakla, Arjantinliyi salatayla, İsrailliyi mangallık malzemeleri hazırlamakla görevlendirdim. Sonra çırasız, bacasız yaktım mangalı. O derece iyiyim bu işte. Patatesleri közde yapayım derken ateşi geçiriyordum az daha ama millete bu durumu, etin kızgın olmayan ateşte yavaş yavaş pişerse daha lezzetli olacağı, işin sırrının bu olduğu şeklinde lanse ettim. Sonuçta herkes memnundu. Mangal öncesinde içilen caipirinhaların da etkisi olmuştur herhalde. Akşamın devamı içine azcık lime sıktığımız caçhasa shotlarla renklendi. Dışarı çıktık topluca. Bir o mekana, bir bu mekana girdik. Sokakta yetenekli aşçılığımdan dolayı herkes bana bira aldı (kırmadım çocukları, içtim). Bu geceden son hatırladığım sahne, gün doğuyordu, biz hostelde hala caçhasa shot atıyorduk. Ne zaman geçtim oraya bilmiyorum ama hamakta uyandım. Kahvaltı duruyor mu diye sordum çocuklara. Koş yetişirsin dediler. Koştum, masa boş. Aşağıdaki elemana kahvaltı nerede diye sorunca saati gösterdi: öğleden sonra iki buçuk. Yukarıdan kahkaları duydum. Ne pislik insanlarmış bunlar yahuuu. Sonra ben de azcık tebessüm ettim gerçi. Bu günün akşamında hostelde çıt yoktu. Herkes hamakta takıldı, erkenden uyudu.

Dediğim gibi, burada da günler anlamadan geçti. İçilen günün akabinde hostelin sahibi Peter’ın hiçbirşey hatırlamadığını kavradık. Ne içtiyse. Ben bütün paramı peşin ödedim Peter, hatırlıyorsun değil mi dostum dedim, şansımı denedim. Bir bunun doğru olmadığını hatırladı ayyaş. Neyse, onun hafızasındaki boşlukları doldurduk. O da bize akşam birer bira ısmarladı. Brezilya’da ki hostel sahipleri ile ilgili çok içiyorlar genellemesini yapmak yanlış olmaz sanırım. Tecrübeyle sabit. Belki de zaten çok içtikleri için Brezilya’da hostel satın almışlardır. Pipa’da da günler böyle geçti. Artan kömürle bir gece daha mangal yapıldı. Mangal konusundaki üstün yeteneğim Pipa sokaklarında kulaktan kulağa fısıldanır hale geldi. Yolda yürürken kızların bana bakıp, kıkırdayarak o yakışıklı mangalcı Türk çocuk bu değil mi dediklerini duydum kaç kere (Bana güldükleri kısmı doğru ama gerisi benim hayal ürünüm olabilir). Daha önce dediğim gibi, Arjantin’e geçme vakti geldi. Gitmeden son durağım Salvador olacak. Bu garip memlekette otobüsler uçaktan pahalı olduğu için Salvador’a uçmaya karar verdim. Herkesle helalleştim. Çıktım yola. Bu yazıyı Salvador’dan yazıyorum haliyle. Yakında Arjantin’e geçiyorum. Son durumlar böyle. Beni bu sahil kasabaları yaktı!

3 Mart 2010 Çarşamba

Jericoacoara

Sabahtan otogara gittim. Hedefim olan kasabada ATM yokmuş, para çekeyim dedim. Otogorda iki bankanın para makinesi var. Birincisi sauna gibiydi, uğraştım para çekemedim. Sorun vardı. İkincisi o kadar sıcak değildi, ama 10 real komisyon ödeyince ilk bankadan daha çok terledim. Jericoacoara’dan ATM olan en yakın kasabaya mesafe 20 küsür km. Söve söve verdik komisyonu. Otobüse atlayıp sakin bir yolculukla ilerledim. Etraf biraz çoraklaştı, bitki örtüsü hafiften değişti. Bizim kasaba kum tepelerinin arasında bir yermiş zaten. Son durağa gelince indik, bavulları aldık. Ben kasaba bu herhalde, ne tarafa yürümem lazım diye araştırırken, burda bekle gibilerinden birkaç hareket algıladım. Beklemek doğru hareketmiş. 10 dakika sonra, koltukları olan bir kamyon yanaştı. Cümleten atladık bu kamyona. Meğer daha yolumuz varmış bu araçla. Değişik yerlere, köylere gire çıka devam ettik. Her gölgede köpekler uyukluyor, etrafta eşekler atlar. Kumsala vardık sonunda. Ama daha yol var, Atlantik Okyanusu’nun kıyısında, kumların arasınsa ilerledik kamyonumuzla. Manzara harika tabiki. Etrafta kum tepeleri, bir tarafta okyanus, diğer tarafta palmiye ağaçları derken kasabaya vardık.

Jericoacoara’nın da sokakları kumdan. Şehrin merkezi olan meydan, tahmin edin, kumdan bir meydan. Bizi merkezde attılar. Ben de daldım ara sokaklara sırt çantamla, bata çıka hostel aramaya koyuldum. Nereye baksak pahalı pahalı odalar gösteriyorlar. Bir tanesi 25 real yazdı kuma (portekizcem pek ilerlemedi maalesef), düştük peşine. Pousada dedikleri guesthouse’a varınca odayı gösterdi, sonra 50 dedi el işaretleri ile. Hani 25’di dedim. Orası dolu, burası var dedi. Bütün buraya kadar el işaretleri ile anlaştık, ama burası müsait sadece deyince, ben dayıoğlunun yüzüne alenen Türkçe sövmeye başladım. Biraz da el hareketleriyle tuzlayıp biberledim. Anlamıştır diye tahmin ediyorum mesajımı. Çıkıp bir daire daha çizdim kasabada. En son bahçesinde çadırların olduğu garip Pousada’ya girdim. El işaretleri ile mükemmel Portekizcemi kombine edip, odayı istediğim fiyata tuttum. Duş var, hamak var, yatak var. Çantayı atıp hamağa uzandım. Sonra gitar sesiyle uyandım. Yanda iki İsrailli kız kalıyormuş. Güzel bir de şarkı çaldı gitarla (sonraki üç gün, bu şarkının çalabildiği tek şarkı olduğunu kavradım). Kafaları sürekli dumanlı bu genç kardeşlerimin. Peace, love gibi birkaç kelime ediyorlar, başka da bir şey zaten söyleyemiyorlar. Yine de ilk akşamımda bana yemek yenecek ucuz bir yer gösterdiler de karnımı doyurdum. Sonra sevgili hamağıma geri döndüm.

Sabaha kalkınca çıktım odadan, benim kapının önündeki hamakta birisi yatıyor. Daha önce de yazmıştım, Brezilya’da her yerde bir takım ne yediği, ne içtiği, nerede çalıştığı, nerede takıldığını çözemediğim kişiler var. Bazen yardım ediyorlar mekana, bazen sadece içiyorlar galiba, bazen de konaklıyorlar. Sonradan anladım ki, bu hamakta yatan kardeşimiz de akşamüstleri pasta börek satıyor (sanırım israilli kızlara kekik de satıyor aynı zamanda), arada kite surfing işinde de boy gösteriyor, hostelde bazen ağaçtan hindistancevizi toplayıp, koca bıçakla bunları ayıklıyor. Yaptığı işler çeşitlilik gösteriyor. Bu da verimi arttırıyor… Bu enterasan arkadaşımızı bir kenara bırakalım, gittim ücrete dahil olan kahvaltıya oturdum. Çoğu yerde kahvaltı dahil zaten. Kahve de sert, iyi oluyor. Uyanıp sahile indim. Sabahtan sular çekilmişti baya. Kumsal geniş. Birkaç şemsiye, birkaç balıkçı teknesi. Kendi halinde denize giren üç beş insan. Sol tarafımızda kocaman kum tepesi, birkaç kişi üzerinde yürüyor. Ben de biraz gezinip serdim havluyu. Biraz güneş, biraz deniz. Rüzgar estikçe her yerim kum doldu. Sıcakladım da. Biraz hareket etmek lazım. Sağ tarafa doğru uzanan yürüyüş yoluna attım kendimi.

Bu patikada biraz ilerleyince bir kumsal daha var. Burada dalga sörfü yapanlara baktım. Beş dakika mola, tepeye doğru devam. Kumların arasından yokuş yukarı yürümeye devam ettim. Sıcağa dayabilen, sonunda deniz fenerine varıyor. Etrafta pek çok eşek mevcut. Ne alaka demeyin rica ederim, hakkaten çok fazla eşek var. Kasabada at da çok ama atlara biniliyor. Eşekler ne iştir, kimindir, ne yerler, ne içerler çözemedim. Kendi hallerinde otluyorlar güneşin altında. Bu hayvanlara hep acımışımdır nedense. Eşekler otlayadursun, ben tırmanayım. Fenerin olduğu tepeye çıkınca, bütün coğrafyaya hakim oluyorsunuz. Etrafa saçılmış kum tepeleri, uzun kumsallar, okyanusun mavi yeşil tonları, bulutlar, kaktüsler, hepsi bir bütün oluyor. Uzun uzun bakıyor insan bu bütüne. Bir tek hatam oldu, o da güneş kremine güvenip üstsüz yürümekti. Ekvatora bu kadar yakınken krem fazla fayda etmiyormuş. Güzelce yanmışım. Acısı akşama çıktı. Tepeden kasaba da yakın gözükünce kestirme olduğunu düşündüğüm yoldan sallana sallana indim. O kadar da yakın değilmiş. Kasabaya vardım ama ne tarafına denk geldiğimi çözemedim. Ama iyi oldu, baktım beş reale yemek veren bir yer var. Kumun ortasına bir tane masa koymuş abla. Al sana restoran. Siparişi verdim. Fasulye, pilav, makarna, salata ve üzerinde biftekten oluşan tabağım ve ücrete dahil meyve suyum yarım saat sonra geldi. Ben de bu süreyi DVD oynatıcıya koyduğu Hollywood filmini portekizce seyrederek geçirdim. Bir pilav tanesi bırakmadan tabağı temizledim. Yürüyüş acıktırıyor insanı. Hamağıma geri döndüm (kaybolup nerede olmadığımı bilemeyince biraz vakit aldı tabi dönüş).

Akşamı ettik böylece. Güneş çarpmasından dolayı gölgede takıldım. Akşama sahile inip kolaçan ettim. Sahile inen yolun sonunda belki 10 kadar köftecilerin el arabalarına benzeyen arabalarda içki yapıp satıyorlar. Bu seyyar barlarda her türlü meyve ve içki güzelce karıştırılıyor, makul bir fiyata servis ediliyor. Ben de bakkaldan önceden aldığım birayı bitirince, iki Belçikalı kızdan tüyo alıp, soldan dördüncü arabadaki Rudolfo’yu buldum. Genç ve şakacı Rudolfo kardeşime Maracujaroska (büyük ihtimal yanlış yazdım) sipariş ettim. Passion fruit ve votkadan oluşan bu içki krallara (yani bana) layıktı. Bir iki tane bundan yuvarladım. Sonra kızlar, biz bir yer öğrendik gündüzden, balık yiyeceğiz dediler. Ben de kızlara ben de fazla para yok, ben balığın kafasıyla, biraz ekmek yesem olur mu dedim (ama kafasının en leziz yeri olduğunu demedim). Olur, haydi gel bizimle o zaman dediler. Gittim. 1200 gramlık red snapper’ı mıncıkladım, balıkçı abiyle pazarlık ettim. Brezilya’da adamların ipinde değil vallaha. Parası bu, almıyorsan uza gite getiriyorlar. Biz de iyi lan, salatayı yanında ver bari dedik. Vermedi, altı real yazdı ona da şerefsiz. Ama balık gerçekten güzeldi. Sonrasında kızlarla helalleşip, helalim olan hamağıma dönüş yaptım. Kafa dumanlı israilli kız aynı şarkıyı çalmaya devam ediyor maalesef. Azcık sövdüm, ama bir taraftan da ninni gibi geldi. Sinekler tatlı uykumdan uyandıracak kadar saldırınca odama döndüm.

Son günümde de gün batımını seyredeyim diye kum tepesine tırmandım akşamüstü. Rüzgarla beraber ha bire kum kalkıyor. Bu seferki makineyi kumla heba etmemek için gömleğe sara sara çekmeye çalıştım fotoğraflarımı. Saat ilerledikçe pek çok kişi yerini aldı kum tepesinin üstünde. Kasaba ve civarında atlarla gezmek mümkün. Arada atlarıyla tepede ve etrafta gezenlere imrenerek baktım. Çok keyif dolu bir aktivite gibi gözüküyor. Bir takım gençler kum tepesinden aşağı zıplıyor, yuvarlanıyor. Ben de özendim ama çantayı bırakmadım. Güneş aşağı indi, renkler güzelleşti. Kum tepesinden, okyanusun üzerinde kaybolan güneşe baktım. Bizim oralarda da böyle batıyor, ne var ki bunda diye düşündüm. Sol tarafta bir eleman (tip de oturuşta Egepen reklamındaki herifin aynısı) meditasyon mu, yoga mı ne yapıyordu. Koşup aşağı kaktırasım geldi. Aşağı yuvarlandıktan sonra da bu kadar huzurla dolu olur mu acaba diye düşündüm. Sonra kendime kızdım. Herkesin huzuru kendine. Sen de otur, sen de kapa gözleri, sen de huzur bul di mi. Oturdum, rüzgarla beraber içime kadar kum doldu. Kaşıntı yapınca kalktım. Ne husursuz adam demeyin lütfen, rica ederim. Aslında baya kıyak ortamdı ama şimdi memlekette havalar soğuktur falan, fazla imrenmeyin de kulağımı çınlatmayın diye böyle yazıyorum… Hava karardı. Güneş battı, dolunay doğdu. Kumdan arınıp, bu sefer caçhasaya her seferinde farklı meyveler kattırdım Rudolfo’ya. Kafayı parlattım. Hostelden iki fransız elemanla hareketli bir bara bakalım dedik. Lokal kızlar acaip dansediyorlardı. Ayak uyduramadım. Rudolfo’ya sövdüm, bu kadar içki koyulur mu, az koy, nasıl para kazanıyorsunuz ki zaten diye… Ama yine de birkaç saat takıldım barda. Sabaha otobüse yetişmem lazım geliyordu, ben de kumlu yollarda bata çıka döndüm hamağa.

Okuduğunuz üzere, birkaç günü de böyle geçirdim bu kasabada. Kumlu yolları ve kum tepeleri, meyveli içkileri, zamanın dışında ilerleyen yavaş ve farklı zamanı, pousadamın sürekli benimle uğraşan sempatik elemanları, İsrailli dumanlı kafalı kızımızın sürekli tekrar eden şarkısı, inatçı balıkçı, hamağım, ipimle kuşağım… Derken buradan da hareket etme vakti geldi. Dünyanın daha önce aklımıza hiç gelmemiş olan, varlığından haberdar olmadığımız yerlerinde de bir takım hayatlar sürüyor gidiyor. İnsanlar doğuyor, insanlar ölüyor, arasında da yaşayıp gidiyorlar. Bazı yerler değişik, çok değişik… Bu evrende yalnız mıyız acaba??? Kimbilir???

Merak uyandıran bir kapanış oldu sanırım. İşin aslı mangalı yakmam lazım, akşam oldu bu yazıyı yazarken. Ben de sizleri düşünmeye sevkedip, sıvışayım diye hesap ettim. Dolapta iki kiloluk balığım bekler. Bu seferde pazarlık sökmedi ama çok makul fiyattı. Fazla zorlamadım. Buradaki arkadaşlara da balığın kafası yenmez, şurdaki kediye verelim bari deyip, hepsini kendi başıma yemem lazım…