28 Mayıs 2010 Cuma

Puno

Puno’da aslında dediğim gibi az takıldım. Yazıyı niye bu kadar geç yazıyorum. Sonrasında çok hızlı hareket ettim de ondan. Puno’ya sabah varınca koyup kafayı uyudum. Kalkınca anladım ki kahvaltı bitmiş. Güney Amerika’da kahvaltı dahil demek, tereyağ-reçel-kötü ekmek ve kahve demek. Aslında bir şey kaçmış sayılmıyor. Ama resepsiyondaki kıza şirinlik yapıp kahvemi almayı becerdim. İlk önce sıcak suya makine kahvesi attılar. Hay allah deyip onu döktüler, sonra nescafemi teslim ettiler. Bu sabah da böyle yırttık. Buradan hiç türk geçmiş midir diye sormuştum resepsiyonda. Ara sıra demişti kız. Şirinlik yapmak için sallıyordur diye düşünmüştüm. Bilgisayarımı alıp yukarıda cafe-barın olduğu kata çıktım. Millet duvara istediğini yazarak kendini ifade etmiş. Bir baktım Nevzat ve Ersen adlı iki türk arkadaşımız da not düşmüş. Şöyle demişler: Eğer bir gün buraya bir türk gelirse hemen kaçsın, şehir merkezine çok uzak. Başka bir türk kızımız da ben de buradaydım gibilerinden silik bir not düşmüş. Yolu buradan geçmiş ve fikirlerini paylaşmış arkadaşlara teşekkür ettim içimden. Ama kaçmadım. Şehre uzak mıydı hostel? Azcık. Aslında uzak değil de yokuş. İlk dışarı çıktığımın dönüşünde, 500 metrelik yolun yarısında durup dinlenmek zorunda kaldım.
Kasaba 3800 metrede olunca, oksijen yetmiyor malum. Alışmak lazım, yolumuz hep yüksek bundan sonra.

Puno’ya dönersek, Titicaca Gölü’nün kıyısında bir kasaba. Folklorik Kentiymiş aynı zamanda Peru’nun. Dağların yamacına doğru büyümüş. Binaların çoğu tuğladan ibaret. Vergi ödememek için bir numaraymış sanırım. İlk gün biraz dinlenince çıktım biraz gezdim. Merkezde bir kilise. Hemen yakınında dükkanların ve restoranların bulunduğu bir sokaktan ibaret. Ben önceden sormuştum yerini. Şehrin pazarının olduğu yere gittim. Chifa adı verilmiş Peru ve Çin yemekleri kırmasının satıldığı ucuz bir restoran buldum. Kaç zamandır deneyeceğim şu Chifa’yı, kısmet Puno’yaymış. Neyin ne olduğunu tam çözemeyince şefin spesiyalini ısmarladım. Üç kişilik geldi. Şef pilava ne bulduysa atmış. Tavuk, lama, karides vs. Çin yemeğindeki Peru etkisini anlayamadım ama çoğunu yedim. Akşam yemeği yemek zorunda da kalmadım üstelik. Göbeği şişirdim, hazmetmek için biraz daha yürüdüm. Şehir zaten bitti böylece. Ben de hostele döndüm.

Bu Point Hosteller aslında zincir. Peru’da bir çok yerde varlar. Eğlence hosteli olduklarını iddia ediyorlar. Ama Puno şubelerindeki barları halen inşaat halinde. Haliyle en üst katta çok fonksiyonlu bir oda var. TV seyrediliyor, sipariş verirseniz yemek yeniyor, bir tane buzdolabı var. Biranızı alıp deftere yazıyorsunuz şunu-bunu aldım diye. Etrafta üç beş kişi vardı. Biramı aldım oturdum. Dışarısı ufaktan buz kesmeye başlamıştı zaten. En kral aktivite olsa çıkılmaz. Derken fransız bir elemanla lak lak etmeye başladım. Sonra az ingilizce konuşan iki de arjantinli fırlama katıldı. Bir kısım huzur içinde tv seyrediyordu. Biz biralara devam ettikten sonra içki içme oyunu oynamaya karar verdik. Bütün bardakları ortaya koyuyorsun, bozuk parayı sektirerek bardakların içine sokmaya çalışıyorsun. Kimin bardağına girerse, o şahıs birayı yuvarlıyor. Para bütün bardakların ortasındaki boşluğa gelirse herkes içiyor. Masada para sekmeyince, tahtası daha kuvvetli bara geçtik. Parayı bamgüm sektirirken ve aynı zamanda kahkalar atarken vakit biraz geçti. Huzur içinde tv seyredenler kaçtı. Sonra iki de amerikalı kız geldi, onlar da katıldı oyuna. Çok hijyenik bir oyun değil, titiz insanlara tavsiye etmem, zira bozuk para bütün sektirmelerin yarısında yerde son buluyor. Ya da bardaktan çıkartılmaya çalışırken birinin ağzında. Böyle böyle herkes çakırkeyf oldu. Sonra hostelin sahibi ve yerel bayan şefi de bize katıldı. İskambil kağıdıyla başka bir oyuna başladık. Arada pisco falan da geldi gitti sanırım. Geceyarısı herkes iyiydi. En son arjantinli elemanları amerikalı kızlara ahlaksız tekliflerde bulunurken gördüm duydum. Ayıpladım. Ben sonra gittim yattım.

Ertesi sabah kalkınca da öğleden sonrası için tur ayarladım hostelden. Bazı yerel aileler yüzen adalarda yaşıyorlarmış. Bunlardan aslen 40-50 tane varmış. Tam günlük turlar biraz zayıf diye duymuştum. Ben de yarım günlük yüzen ada turunu aldım. Sabahtan az daha gezdim. Liman tarafını biraz kolaçan ettim. Burada yerlilerin küçük küçük dükkanları var. Fazla bir insan yoktu piyasada ama. Gerçi 2,5 soleye makul bir öğlen yemeği yedim. Hostele dönüp turumu bekledim. Öğleden sonra geldiler beni aldılar hostelden. Milleti toparladık minivanla. Limandan atladık pırpır bir kayığa. 30-40 dakika sonra ilk adaya vardık. Bu ada küçükmüş. 20 kişi falan yaşıyormuş. Adanın şefi geldi, maketlerle adayı nasıl yaptıklarını falan açıkladı. Bu sazlıkların üzerinde büyüdüğü toprak gibi hafif bir materyal varmış. Bunları bloklar halinde kesip birbirine bağlıyorlarmış. Üzerine de sazları atıyorlarmış. Evler falan sazdan zaten. Kayıklar sazdan. Adayı da taşlarla sabitliyorlarmış. Şu anda tek numara turizm tabi. Eskisi gibi öyle balıkçılık vs. pek yok gibi. Bana biraz crocodile dundee’yi andırdı. Bizim kafile adaya varır varmaz çocuklar kadınlar göstermelik birşeyler yapmaya başladılar. Dundee’de permatikle traş olurken hatunu görüp hemen bıçakla traş olmaya devam eder ya, onun gibi. Ama ne olursa olsun ilginç bir yaşam. Yürürken bile her an suya gömülecek gibi hissediyor insan. Adamlar anlattı biz dinledik. Sonra hediyelik eşya satma vakti geldi. Biz yaptık falan diyorlar ama şehirden aldıkları belli. Teşekkür ettik. Sonra sıra geleneksel kayıklarla öbür adaya gitmeye geldi. Bizim grup biraz kararsız kaldı. 5 sole diyorlar. Ben son anda bir daha mı gelecem Titicaca Gölü’ne (bu arada rehber bizi azarlarcasına buranın Lake Titihaha şeklinde telaffuz edildiğini söyledi defalarca. Yani siz de doğru telaffuz edin) diye kıydım paraya, verdim atladım kayığa. İyiydi. Öbür ada çay-kahve-yemek satmak üzerine kurulmuş. Fazla takılmadık. Bu adalarda ailelerle cüzzi bir rakam karşılığında gecelemek de mümkün. Bir eleman kalmaya karar verdi. Biz döndük.

İkinci ve son akşam da daha değişik bir ekiple içme oyununa devam ettik. Bir hintli asıllı ingiliz arkadaş, bir başka ingiliz, bir fransız, bir türk. Fıkra gibi. Son akşam da böyle geçti. Ertesi sabah La Paz’a biletimi ayarlamıştım. Sınır geçeceğim için yolculuk erken olacaktı. Bileti hostel’den almıştım. Otogara gidince anladım ki onlar bileti vermeyi unutmuş, ben de almayı. Üç telefon konuşmasından sonra yanlış firmaya benim biletim sizden diye ısrar ettiğimi anladım. Dördüncü konuşma doğru firmayla olunca son dakikada otobüse, boş kağıda yazılmış bilet numaramla binmeyi becerdim. Muavin beni azarladı bilet nerde diye. Unuttular vermeyi dedim. Neresi dedi? Point Hostel dedim. İç geçirdi, point, hep aynı hep aynı dedi. No recommend dedi. Ok dedim. Ne diyeyim. Sınırı bir şekilde geçip La Paz’a vardım. Aslında birkaç yere daha gittim ama yazmaya henüz vaktim olmadı. Bir dahaki yazıya artık…

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Arequipa ve Colca Kanyonu


İlk geceyi bir şekilde kıytırık bir yerde geçirdim. Ertesi sabah çantayı sırtlanıp dolaştım. Bu şekilde olmadı. Son çare internetten bir yer bulup gidip yerleştim. Küçük, sakin, sevimli bir hostelmiş. Merkeze de yakın. Daha önce de söylemiştim, Arequipa ikinci büyük şehir Peru’da, ve eski binaların inşasında kullandıkları sillar (türkçesini bulamadım) adlı beyaz volkanik taştan dolayı beyaz şehir diye anılıyor. Alçak yer de değil hani. Şehir 2,400 metrede. Yükseklik biraz sersemletiyor. Arkasında üç baba dağ var. Hepsi Ağrı Dağından yüksek, karlı zirveli. Biri Misti. Aktif volkanmış. Şehir olarak baktığımda güzel şehir. Plaza de Armas, Katedral, 500 senelik manastır, güzel kiliseler var.

İlk günü sakin geçirip ikinci gün şehri dolaştım. Santa Catalina Manastırı’nı çok övüyorlardı. Şehir içinde şehir tabiri kullanılıyor burası için. 30 sole alıyorlar girişte ama paraya değecek yer. Rahibeler yüzyıllarca dış dünyadan soyut biçimde yaşamışlar bu manastırda. Odaları gezebiliyorsunuz. Haliyle bir yatak, bir döşek, duvarda bir haç, bir mutfak. Hapishaneden bir farkı yok, sadece burada tanrı sevgisiyle gönüllü kalıyorlar. Benim kalbim azcık sıkıştı o odaları görünce. Ama avluları, rengarenk duvarları, bakımlı bahçeleri ile çok güzelmiş manastır. İki üç saat sürüyor gezmesi. Buradan çıkıp kalan kiliselere de baktım. Akşam olmuştu. Belli ki Perulu kardeşlerimiz dindar. İşinden çıkan kiliselere uğrayıp duasını ediyor, mum yakıyor, hiç olmadı önünden geçerken bir haç çıkarıyorlar. Eski sokakları binaları güzelce ışıklandırmışlar. Akşam vakti de gezmek ayrı güzel.

Arequipa’ya gelenler Colca Kanyonu’na gidiyor mutlaka. Dünyanın en derin kanyonuymuş. Ben de hostelde ayarladım turu. Kimisi trekking yapıyor ama bunun için sabah üçte kalkıyorlar, yedi sekiz saat yürüyüş, yükseklik derken benim gözüm kesmedi. Mis gibi otobüsle gezmek varken ne işim var dağlarda yürümekle diye düşündüm. Sabahın köründe kalktık yine de. Vatandaşlar 45 dakikak geç geldi. Yol uzun. 3,5 – 4 saat sürüyor. Rehber akşamdan kalma gibi. Sanki eziyet ediyoruz adama. Yükseklik hastalığını anlattı. Bol bol su için dedi. İyi dedik. İki günlük turun ilk gününde bir numara yok. Yolda birkaç yerde durup manzaraya baktık. Lama ve Alpacalara sataştık. İlk gün konaklayacağımız Chivay adlı kasabaya vardık. Öğle yemeği için restoranda durduk. 20 soleymiş. Millet tam kek, sorgusuz sualsiz daldılar restorana. Ben önceden duymuştum bu işleri. Şehir merkezini sordum. Gittim orada takıldım. Bir sokak ayinine, bir cenazaye denk geldim. Dindar demişlerdim bu arkadaşlar için. Kilisenin arkasındaki dağa kocaman haç kazımışlar. Merkezdeki markete daldım. Üç soleye tavuklu pilav ve salatayı ısmarladım. Lezizdi. Abla da süper abla. Nerelisin sorusunu anladım. Dedim Turkiya. Bilemedi. Tuzluğu aldı, burası Peru, 180 derece açı yapıp burası Turkiya mı gibilerinden birşeyler söyledi. Yalan değil, hakikaten dünyanın öbür ucu. Si dedim. Yok mu amigolar, solo musun dedi. Si dedim, tek tabancayım dedim. Zor senin işin evlat gibilerinden hafif dudak büküp kafa salladı. Yemeyi yedim, ablanın fotoğraflarını çektim. Helalleştik. Burası da Hindistan gibi, foto dedin mi hemen para. Yiyip içtin mi çekmek kolay ama gerisi para almadan pek gönüllü olmuyor. Restorana geri döndüm. Güzel yemek kaçırdın dediler. Güldüm. Onlar turist yemeği yiyip şehri görmeden geri dönecekler. Ben bir saate baya birşeyler sığdırdım en azından.

Otellere dağıttılar bizi. Bir de termal varmış. Millet ona gitti. Ben üşüyen adamım zaten, gitmedim. Zaten ne havlu var ne mayo. Otel daha gündüzden mezbaha gibi, buz gibi. Adam Andlarda 3000 metrede otel yapmış, ısıtma koymamış. İlginç değil mi? Ben 2 yorgan üç battaniyenin altında biraz kestirdim. Akşam yemeği varmış. Bu da turist tuzağı ama uyumsuz olmamak için folk danslarının da sergileneceği bu neşeli akşam davetine katılmaya karar verdim. Beş kişilik grup yerel müzikleri çaldılar. Boy boy fülütlerden türlü türlü sesler çıkarttılar. Dans grubu iki kişiymiş. Kostüm değiştirip üç ayrı oyun oynadılar. Ben yemekte lamanın kardeşi alpacanın etini denedim. Gündüz ne şirin de, fotoğrafını çek, akşam ne leziz de, etini ye. Biraz ihanet oldu ama eti fena değildi. Bütün bu folklorik öğelerin ardından bahşiş faslı başladı. Herkes birer ikişer atınca biz de mecburen attık şapkaya para. Bu turist işleri, organize turlar öldürüyor beni. Küfrettim. Ordan otele attılar bizi. Daha gündüzden buz gibiydi. Akşamı anlatamam. Uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum. Tam uyuyakalıyorsun, sonra titreyerek uyanıyorsun. Bu ritüel baya bir tekrarlandı geceleyin.

Ertesi sabah yine karga bokunu yemeden kalktık. Kanyonun içlerine doğru ilerleyip dev condorları göreceğiz, turun en önemli aktivitesi bu. Kahvaltı edildi. Otobüse atlandı. Yolda bir iki yerde durduk. Herkes turist avında. Lamalı, alpacalı yerliler, kafasında kartalıyla bekleyen abla fotoğraf için bekliyorlar. Türlü türlü hediyelik satanlar her yere yayılmış. Dünyada turistik olmayan tek yer yok herhalde. En son condorların görülebildiği miradora vardık. Vardığımızda 6-7 tane uçuyordu havada. Millet başladı fotoğraflara. Ben çayı kahveyi çok içmişim, altıma yapmak üzereyim. Aşağı kademedeki tuvalete koştum. Geri bir geldim, ortada condor falan yok. On dakikada nereye kaçtı bu şerefsiz kuşlar. Çözemedim. 45-50 dakika bekledik. Bii tanesi uzaktan süzüldü. Hepi topu o. Şansıma ve mesaneme sövdüm. Başka bir iki kıytırık kuşun fotoğrafını çekip teselli aradım. Geri dönüşte de yer yer durduk, manzara seyrettik. Adamlar teraslama sistemi yapmışlar, tarlalar açmışlar. Verimli de bölgeymiş burası. Görüntüler harika. Nehir akıyor, teraslarda yeşilin, sarının türlü tonları var, göletler var. Gökyüzünde bulutlar bir acaip. Chivay’a geri döndük. Yine soktular turist restoranına. Bütün millet girdi. Ben yine şehre kaçtım. Üç farklı yemeği 4 soleye yuttum. Sokaklar bir başka oluyor vallaha. Dönüş yoluna başladık. Dört saat sürdü. İki günlük turun yarısı yolda geçiyor ve yorucu. Vakit varsa üç günlük daha makul bir opsiyon. Aslen o akşama otobüste yer ayırtmıştım ama feci bir baş ağrısıyla döndüm geri. Bileti değiştirtmek zorunda kaldım. Yüksekliği fazla küçümsemişiz herhalde. Hayatını deniz seviyesinde geçirirsen olacağı bu. Ama yine de yılmadım, ağrı kesicimi attım, sığ birkaç amerikalının muhabbetinden orta yaşlı fransız ablayla kaçmaya karar verdik. Irish Pub da iki bira biraz bilardo derken birşeyciğim kalmadı.

Akşama Puno otobüsüne bineceğim. Puno Titicaca gölününün hemen yanında, 3800 metrede. Bolivya sınırına yakın. Zaten hedefim oradan La paz’a geçmek. Kıytırık otobüsten almışız bileti belli ki. İkinci kere başıma geliyor Peru’da yazayım. Herkes oturunca muavin video kamerayla gezip herkesin suratını kaydediyor. Güvenlik üst seviye anlayacağınız. Tam cam kenarına yerleştim. Dallamanın biri geldi, burası benim dedi. Yedi numarayım işte, orda resmi var, 7 cam kenarı, 8 koridor. Israrcı çıktı dümbük. İyi dedim geç. Ama suratına da azcık türkçe sövdüm. Sabah dört buçukta son durak diye dürterek kaldırdı muavin beni. Hemen hemen herkes inmiş. Çantaya bir baktım, Eda ve Tansu’dan aldığım su matarası yerinde yok. Şişe koyduğum gözden götürmüş herifler. Kesin o yanımda oturanın işi. Kamerada suratlar kayıtlı, e matara nerde, bunun kaydı nerede, yok. Çanta yerinde diye sevindim artık, herşeyim onun içinde. Bundan sonra daha dikkatli olmak lazım. İndim, hava buz gibi tabi. Ayılana kadar garda 20 dakika kadar oturdum. Millet televizyon seyrediyor. Baktım olacak gibi değil, burada beklenmez (neyi ve niye bekliyorum, onu da açıklayamam) çıktım dışarı. At hırsızı kılıklı taksicilerden birine point hosteli biliyor musun diye sordum. Si dedi. 5 sole dedi (aslında vermem ya, sabah sabah biraz tırstım). Sokaklarda bir allahın kulu yok ama salimen getirdi bizi mekana. Resepsiyonda eleman vardı da yırttık. Bazı yerler gece tamamen kapatıyor çünkü. Puno’ya da böyle vardım. Göle nazır kurmuşlar burayı. Daha çok Bolivya ve Peru arasında gidip gelirken durulan bir transit şehir. Az takılayaım da La Paz’a gideyim…

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Nazca


Paracas’ta tura katıldığım iki Hollandalı gençten kalacak hostel için fikir almıştım. Peru Hollanda ortaklığı demişlerdi işletme için. Otobüsten inince çocuklardan aldığım flyer yardımıyla aradım buldum mekanı. Sabahın köründen beri ayakta olunca, tam yaymaya hazırlanmışken, Hostel Brabant’ta yer yok dediler. Sokakta kaldım. Yarın gel sen dedi. Bir iki de yer gösterdi alternatif. Hepsi otel odası. 30 soleden aşağı yer yok. Lonely Planet’ten adres bakıp yanlış bir kapı çaldım. Orası da ev çıktı. Kapı açılınca baktım, salonda huzur içinde yemek yiyorlardı. Sırtta 25 kilo, aç yorgun, azcık imrendim. Az aşağısı dedi otel için. Aradığım yere gelmeden başka bir otele durup baktım. Abi ışık hızıyla gelip 20 sole dedi. Banyo, televizyon falan dedi. Baktım odaya, makul. O gecelik yerleştim. Yemek için sokağa çıktım. Sakin lokal bir yer buldum. Oturdum ısmarladım yemeğimi. Mutfaktan yemek geleceğine gürültüler geldi. Açık kapıya da yakınım, gözucuyla seyretmeye başladım. Sipriş verdiğim kadının kızı bağırmaya başladı. Anası da patlattı tokatı. Kız anasını itti. Derken ben de gerildim haliyle. Kalkıp ben gidiyorum gibilerinden bir hareket yapıp kaçtım oradan. Aile dramı bir yerden, aç karnım bir yerden. Kıytırık birşeyler yedim döndüm otele. Kurtlarda Dans’ı ispanyolca seyrettim.

Sabah ilk gün kısmet olmayan hostelime geri gittim. Yer olmaz tabi, dört kişilik dorm, üç de odası varmış. Küçük ama sevimli yer, yardımsever de insanlar. O sabah varmış birkaç kişi daha vardı. Inca öncesi mezarlık turuna gideceklermiş. Nazca çizgileri üzerinde uçuş için biraz geç olmuştu, hem de araştırma yapmamıştım henüz. Ben de mezarlık turuna katılmaya karar verdim. Tur vakti gelince kapı çaldı. Kapının önünde mafya kılıklı iki tip (biri şöför biri rehber) belirdi. Arabamız dev gibi eski bir amerikan arabası (resmi de var, bakınız). Altı kişi doluştuk. 25 km kadar bir mesafe. Rehber azcık anlattı. Kokartlı değildi galiba. Ben pek anlamadım anlattığından. Mezarlığa vardık. Mezarlar sonradan sergileme amaçlı yapılmış ama içindekiler gerçekmiş. Cenin pozisyonunda oturan bedenlerin üzerine kafataslarını koymuşlar. Kemikler, eşyalar falan da mezarlarda. Daha fazla bilgi verdi ama sıkmayayım sizi. Yalnız, bir ölünün yanında beze sarılmış papağan vardı. Bu ne dedik. Rehber dedi ki, sahibi ölünce bunlar da gömülüyor, öbür dünyaya beraber gidiyorlar. Bizim birinci dünya savaşı sonrası halimiz gibi. Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık. Sahibi ölünce papağan da öldü sayılmış. Zaten kaç yıllık ömrü var hayvancağızın. Sahip öldü, içkin sigaran yok, sen yine de mantarladın. Hop mezara. İçimden azcık güldüm hayvanın tradejisine. Adı da kesin Yakup’tur dedim bu papağanın. Zaten bütün papağanların adı yakup değil mi ki? İki üç mezarda biraz anlattıktan sonra rehber arazi oldu. Serbestsiniz artık dedi. Hepsi birbirine benziyordu mezarların. Bol bol kafatası. Rehbersiz döndük şehre. Sürpriz bir şekilde bir seramik bir de kuyumcu atölyesinde durup satış numaraları izledik. Bir şey almadık ama.

Atölyelerden kurtulunca çok makul fiyata öğle yemeği bulduk. Lokallerin yemek yediği bir yer. Çorba artı yemek beş sole. Tavuk çorbam geldi önden. Hızla daldım. Birkaç kaşık attım. Sonra tavuk ayağı geldi bizim kaşığa. Buralarda yemeğin kıyak kısmıymış ama ayağı kenara ayırdım. Çok değişik şeyler denedim ama ayak cazip gelmedi nedense. Üzerine de tavuklu yemeğimi yedim. Peru’ya geldiğimden beri tavuk tavuk. Arjantin’in etleri ara ara gözümün önüne geliyor. Ama Peru yemeklerini sevmediğimi sanmayın sakın. Yemek sonrası uçuşu ayarlamaya karar verdik arkadaşla. Hostelden birileri Aeroparacas’ı tavsiye etmişlerdi firma olarak. Dükkanı bulduk, Pepe 75 doları hemen 60 dolar yaptı. Ben 50 diye biliyordum gerçi. Eda ve Tansu o fiyata uçmuşlardı. Ama onlar uçtuktan hemen sonra bir uçak düşmüş. Şimdi iki pilot zorunluluğu getirmişler. Düşen uçağa ikinci pilot ne yapacaksa. Fiyat farkı bundanmış, bir de ufaktan yüksek sezon başlıyormuş falan. Bakım onarım konularında da çok hassaslarmış. Nasıl bileceksem. Hollandalı genç atladı hemen. Tamam dedi. Ben pazarlığa devam ettim. Çocuk para çekmeye gidince az daha düştü fiyattan. Ama arkadaşlarına söyleme diye tembihledi. Babamın oğlu mu, ne söyleyeceğim. Tamam söylemem diye söz verdim tilki Pepe’ye. Parayı verip bileti alınca idrak ettim, küçücük bir uçakla uçacağımı ertesi sabah. Yüksekten geriliyorum son yıllarda. Gergin bekleyiş başladı böylece.

Gerginliği atmak amacıyla akşam gençlerle bir iki bira alıp, hostele döndük. Meğer Peru Hollanda ortaklığı, 1,50 boyundaki Nazca’lı genç dostumuzun Hollandalı hanfendiyle evliliğiymiş. Hollandalı hatunların boy ortalamasını düşününce ilginç geldi bu arkadaşların müessesesi. Yengeyi göremedim ama adını hatırlayamadığım amigo komik çocuk çıktı. Millet tavuk gibi erkenden yatınca biz ikimiz atlayıp lokal bir bara gittik. Etraf sakin. Elemanda çok konuşmadı. Öyle oturuyor. Belli ki sıkılmış hayattan. İlerde çocukların geleceği için Hollanda’ya taşınacaklarmış falan. Kara kara düşünüyor. Biraz neşelendirdim genci. Bir iki bira attık. Eleman muhtar gibi, herkesi tanıyor. Tanış barmen de koka yaprağı dolu pisco şişesinden birer pisco ikram etti. Onları da yuvarladık kaçtık.

Sabah geldi çattı. Herkes kahvaltısını yaptı. Ben yapmadım. Kahve içtim bol bol. Havaalanı öncesi ofis gibi bir yerde yarım saat durduk. Belgesel koydular DVD’ye. Çok sıkıcıydı. Zaten uçak gerginliği var herkeste. Tavana kuşlara bakıyoruz boş boş. Arada hemen dibimizdeki havaalanından uçakların sesleri geliyor. Gerginliği arttırıyor. Vakit gelince götürdüler bizi havaalanına. 20 sole havaalanı kullanım vergisi aldılar. Pist olmadan uçmak mümkün mü. Ödedik mecburen. Yalandan bir aradılar üstümüzü. Çakmak yasakmış. Çakmağın kendisinden büyük numarayı yapıştırdılar üstüne. Dönüşte alırsın dediler. Gittik uçağa. Anaaaam. O da ne. Teneke gibi bir şey. Kerem, bak kardeş, eğer bu sekiz kişilik uçaklarla uçuyorsan hiç pilot oldum diye gelme bana. Paran boşa gitmiş demektir. Uçak ufacık. Tekerler ufacık. Kanatlar incecik. Çantalara bile yer yok. Önde bir göze koydular. Makineleri aldık, ağırdan hafife olmak üzere, önden arkaya dizildik. Ben pilotların arkasındayım. Biraz anlattılar. En önemli kısmı olan poşetleri gösterip güldüler. Orda heyecan arttı iyice. Kulaklıkları taktık, pistin başına geldik. Verdi gazı, hızlandık ve sonunda havalandık. Maket uçak sallanıyor. Mide boşlukta. Tam alıştım derken ilk figüre vardık. Uçuş şöyle gerçekleşiyor: pilot her figürün üzerinde bir sağa bir sola olmak üzere, iyi görebilmemiz için, yatabildiği kadar yana yatıyor, tek elle uçağı kontrol ediyor, diğer elin işaret parmağıyla da figürü gösterip maymun, kuş bunlar diyor. İkinci pilotun ne işi var anlayamadık. Fotoğraf çekeceğim diye bakarken mide daha da fena oldu. Renk sarardı. Nefes alış verişler hızlandı. Daha başlamadan ne zaman bitecek bu figürler diye beklemeye başladım. Sırasıyla uçtuk üzerlerinden. Oldukça ilginç ama ben midemin durumuna daha fazla odaklandım. Uzaklarda boşluğa bakıp midemi unutmaya çalıştım. Figürlere daha kısa kısa gözucuyla bakabiliyorum. Toplamda yarım saatlik bir uçuş. Bütün figürleri tek tek görüp geri döndük. Dönmek çok iyi geldi. Küçük uçaklar bana göre değilmiş. Sersemliği bir iki saat daha sürdü. Peru’ya kadar gelip de, ilk Erich von Däniken’den okuduğum çizgileri görmeden gidemezdim. Uğurunda kelleyi koltuğa aldım. Değdi mi, değdi galiba yahu.

Kendime gelir gelmez Nazca’dan erken firar etmeye karar verdim. Yapacak bir şey yok bu şehirde. Akşama aldığım otobüs biletimi öğlene değiştirdim. Hedef Paru’nun ikinci büyük kenti olan, nam-ı diğer Beyaz Şehir, Arequipa. Yola sekiz saat dediler, on saat sürdü. Oturduğum yerde klima damlatmaya başlayınca, aslen daha pahalı ve daha rahat olan alt kata aldılar beni. Bu sebepten ötürü şikayet etmedim. Gece yarısı vardık bu koca şehre. Bir de yakınında Colca Kanyonu varmış buranın. Oraya da gidip dev condorları göreceğim. Hayırlısı diyelim…

13 Mayıs 2010 Perşembe

Paracas

Fiyakalı firmalara göre benim otobüsümün fiyatı makul. Yaklaşık dört saat sürecek yol için 25 Sole. Araçtaki tek gringo benim. Koyulduk yola. Muavin de hemen ispanyolca dublajlı aksiyon filmini taktı. Güneye doğru kıyı kıyı ilerledik. Yol düz, şöför basıyor. Ama bir nevi dolmuş gibi, kafalarına göre her yerde duruyorlar. Kısacık yolda dört beş kez bilet kontrolü yapıyorlar. Farklı farklı, firma görevlileri binip bilete bakıyorlar. Şöför ve muavin ördekçilik yapıp paraları cebe atmasınlar diye kontrol mekanizması geliştirmişler herhalde. Kıyı şeridi sırf çöl. Ara ara yerleşim alanları var ama tam allahlık. Kerpiç tuğla evler yapmışlar. Düzensiz fakirhaneler. Hayat belli ki zor Perululara. Bazı yerler Harran gibiydi. Ucuz otobüsün tabiki bir kusuru vardı. Paracas’a kadar gitmiyordu. Yol üstünde attılar beni. Oradan taksi ayarlamak gerekiyor. Etrafta da paylaşacak adam olmayınca pazarlıkla falan ayarladım Maximino’nun aracı. Dişsiz şöförümle bir şekilde anlaştık, rehberlik bile yaptı. Balık fabrikasını gösterdi. Ben de ona Inca kolamın yarısını verdim. Sevindi. Kıyı şeridinde balık ve okyanus kokusu karıştı. Ama ben severim o kokuyu. İyi bile geldi. Paracas’a vardık. Meydanda attı beni. Helalleştik.

Paracas küçücük bir kasaba. Birkaç yere sorduktan sonra bir dorm buldum. Koca dormda bir tek ben varım. Hostelde başkası kalıyor mu, o bile belli değil. Yerleştim ve dışarı çıktım. Sahili 100 metre hepi topu. Birkaç restoran var. Birkaç tezgahtar. Bir iskele, bir sürü kayık. Pelikanlar martılar kendi hallerinde takılıyorlar. Acıkmıştım, fiyatlara baktım. Uçmuşlar burada. Paket turcu, varlıklı insanlarda geliyor ne de olsa. Ben de sövüp ucuz bir yer bulayım diye yürümeye başladım. Baya da gittim. Hiçbir yer bulamadım ama yolda lüks resort tarzı bir iki otel, Limalı zenginlerin okyanusa nazır, geniş bahçeli yazlıklarını inceleme fırsatım oldu. Çakallar bu küçük kasabaya kaçıyorlar demek ki haftasonları, yazları falan. Dönüp hamurişi aldım bolca ucuz ucuz, bir de bira. Ertesi gün için turumu ayarladım hostelde. Azığımı devirip azcık kestireyim diye yattım. Fazla kestirmişim. Kalktım saat dokuz. Sokağa çıktım ama bir allahın kulu yok. Her yer kapalı. Üç beş ne idüğü belirsiz tip geziniyor. En son meydanda, küçücük arabasında tavuk ve patates kızartması satan abiye yanaştım. Tavuk bitmiş. Nasılda canım çekmişti halbuki. Hamburger var dedi. Napalım, tamam dedik. Beyazımtırak, garip bir şey çıkarıp attı yağa. Bol patatesle ekmek arası yaptı. Fena gitmedi. Bir tana daha yedim. Yapacak bir şey olmayınca hostelime geri döndüm.

Tur sabah sekizde. İstikamet Ballestas Adası. Faunası zenginmiş. Kalkıp hazırlandım. Yağmurluğu falan aldım yanıma. Kapşonu da var. Kafaya kuş boku yemeyiz en azından. Sık rastlanan bir durummuş. Kocaman sürat motoruna binmeyi beklerken pelikanları besleyen amcanın fotoğrafını çektik. Hemen şapkayla yanaştı. Mecburen bir teklik attık şapkaya. Sevabına beslemeyeceksen, hayır yapmayacaksan hiç yapma. Utanmadan balık parası diyor bir de. Tam ona sinirim geçti, bir de iskele mi liman mı ne kullanım vergisi diye bir tek sole daha talep ettiler. Seve seve verdik, yüzüp gidecek halimiz yok motora. Sürat motoru 40-50 kişilik. Arkaya 2x200 beygir takmışlar. Kıyak araç. Can yeleğimizi taktık. Arkadaki amerikalı moruk üç kilidin üçüncüsünü takamadı diye huysuzlandı. Sanki tekne batsa kurtulma şansı var bu kadar pimpirikle. Benim yanıma kimse oturmadı. Bir tek benim yanım boştu. Vebalı gibi hissettim. Ama sonra sevindim. İyice yayıldım. Motorlar sağlam, bastık, adaya vardık çabucak. Ada hakkaten türlü türlü kuşlarla dolu. Pelikanı, pengueni, martısı, adını hatırlayamadığım diğerleri kardeş kardeş uçuyorlar, takılıyorlar. Balık bol tabi denizde. Pasifik bereketli. Deniz aslanları da yaymışlar yatıyorlar. Rehber kafasına göre ingilizce, kafasına göre ispanyolca anlattı birşeyler. Sürekli, makineleri hazır edip hemen sağa bakalım. Hazır olun, solda şu var şeklinde tüyolar verdi. Çeşit çeşit mahlumatları gördük, sevdik, fotoğrafladık. Tur bitince de üzerinde Paracas-Peru yazan kıytırık şapkaları onar soleden satmaya çalıştı rehberimiz olan amigo. Sanırsam ki kimse almadı. Havadan yana pek şanslı değildim. Kapalıydı. Olsun varsın. Ne diyorduk, adanın etrafında tam tur atılmasıyla olay son buluyor ve geri dönülüyor. Ama görmeye değecek yer kesinlikle Ballestas.

Daha az methedilen Paracas Ulusal Parkı’nın turunu da almıştım ben. Hostelde sonraki turu beklerken bizim hostelin elemanı atlayın arabaya dedi ben ve diğer üç kişiye. Herhalde turu yapacak firmaya götürecek diye düşündük. Turu kendisi yapıyormuş meğer. Kapıda beş papel bayıldık parka giriş ücreti olarak. Başladı ispanyolca anlatmaya. Anlamadım. Gerçi çok anlamaya da gerek yok. Sırasıyla götürdü bizi manzaralı yerlere. Tepeden okyanusa baktık. Denizde yunuslar, havada condorlar. Arkamız çöl. Hava açmış, cillop gibi. Keyiflendim. Akabinde tekrar atladık arabaya.Bir sahilin başında attı bizi. Sonunda topladı. Sallana sallana yürüdük. Doğayla bütünleştik. Pasifik havasını ciğerlerime teneffüz ettik. Sonraki durak da kızıl kumsal. Arkası sarı çöl, kumu kırmızı, denizi yeşil, havası mavi. Hayran hayran bakındık. En son da balıkçıların olduğu yere gittik. Pahalı ve komisyonu dahil öğle yemeği yemedik tabiki. Ben balıkçılarla sosyalleştim. Pelikanlara balık attılar, beni eğlendirmek için. Eğlendim baya. Ne kuşlar bu pelikanlar, ne cüsse. Orta son öğrencisi kadar iriler. Nasıl uçuyorlar hala anlamıyorum. Pelikanlardan sıkılıp sandalları inceledim. Şapkaların hepsini kaybetmiştim. Kafayı yüzü kavurup geri döndüm turdan. Paracas’ta yapılacak herşeyi yapınca kalmak manasız oldu. Tur dönüşü turu yapan abinin taksisiyle anayola kadar gidip, Nazca otobüsüne el edip bindim. Ica’da aktarma varmış. Otobüsü değiştirdim. Aylardır gördüğüm en manyak şöföre denk geldim. Fren nedir bilmedi. 90 derece virajlara otobüsü 45 derece yatırarak girdi. Ama sonunda Nazca’ya da getirdi. Çölün ortasında bir kasaba. Meşhur, dev figürleri göreceğiz daha çöldeki. Uzaylılarla mı kontak kurmuşlar anlayalım.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Lima


Lima’ya varıştan bahsedecektim. Oldukça geç saatte vardım. Pek tekin değil yazmışlardı ve de söylemişlerdi bu şehirle ilgili. Kalacağım bölge Miraflores. Merkeze göre daha alevli, civcivli ve güvenliymiş. Havaalanından 17 km kadar mesafede. Resmi taksiler adamı ütmeye çalışıyorlar. 45-50 Sole (1 USD = 2,8 civarı) fiyat çektiler. Otobüsler de pek tavsiye edilmiyor. Yer mi anadolu çocuğu. Otoparka doğru yürümeye başladım. Orada karanlık taksiciler ve gayriresmi taksiler var. Yolda bir de Alman backpacker kız gördüm. Masrafı yarıya düşürmek için taksi paylaşalım dedim. Kabul etti. İlk taksiyi 30 soleye bağladım derken son dakikada 5 sole de otopark parası talep edince olmadı. Zaten ürkütücü biriydi. Alman kız da husursuzlandı. İkinci vatandaş azcık daha az ürkütücüydü. Onunla 30’a bağladık. Bir yerlerden gittik şehire ama gittiğimiz yerlerde in cin top oynuyor. Kıllandık ama ses çıkarmadık. İstediğimiz yere getirdi. Alman haliyle rezervasyon yaptırmış. Onu bıraktık. Kızı bırakıp yola düşünce taksici abi beyaz satmaya çalıştı beş dakikada. 50 dolarmış ama çok kaliteliymiş. Teşekkür ettim kendisine iyi niyeti için. Benim meydana vardık. Kesin yerleşirim dediğim hostelde yer yoktu. Başka yere yolladılar. Oraya yerleştim. Rio’dan tanıdığım ingiliz bir elemanla karşılaştım. Onların masaya yanaşıp iki bira devirdim. Zaten bitiktim. Gittim yattım.

İkinci gün yapmam gereken işlerle uğraştım biraz. Saç traşımı oldum, esnaf lokantasında tıkındım, çamaşırlarımı yıkattım. Lima oldukça çirkin bir şehir ve yapacak fazla bir şey yok açıkçası. Havası da oldukça depresif. Kaldığım 5 gün boyunca hep griydi gökyüzü. İngiltere gibi anasını satayım. Zaten ingilizlerden de teyitini aldım bu benzeşmenin. Yazdan sonra hava böyle sisli puslu arası oluyormuş hep. Bulut desen bulut yok. Her an yağmur yağacak gibi ama yağmıyor. Okuduğum kadarı ile ve konuştuğum gezginlerden aldığım fikirler doğrultusunda çok da acele etmedim kendimi şehre salmak için kendimi. Büyük bir şehir, sekiz milyon civarında nüfusu var. Tahmin edileceği üzere halk fukara. Binalar kaba saba. Çok güvenli olmadığı söyleniyor. Uzun da yolculuktan gelince ilk günü tembellikle geçirdim. Akşamüstü ingiliz dostlarla bira ve akabinde rum-kola paylaştım. Süpermarketten alıp ucuza kapattık. Çatıdaki açık alanda masaaltından götürdük. Bilgi yarışması varmış. Kafa güzel ona katıldık. Dörder kişiden oluşan dört grup. Benim grup birinci geldi (ben varım sonuçta). Ödülümüz olan pisco sourları da götürdük üstüne. Fena gitmedi. Sonra kalabalık grup olarak dışarı attık kendimizi. Şehir oldukça sakindi. Pizza sokağı dedikleri sokakta takıldık biraz. Bir ton pizzacı var haliyle. Üst katlarda kulüp disco arası yerler. Kalabalık olunca birer de beleş pisco sour veriyorlar. Bu mekanlarda çok az insan olup bizi kesmeyince diğer hostel barlarını basmaya karar verdik. Birincisinde takıldık bir süre. İkincisine zaten alınmadık. Herkesin kafa kıyak, ondandır herhalde. O gecenin popüler kulübünü öğrendik. Kapıda kelle başı 25 sole dedi. İçeri bakmaya da müsaade etmedi. Biz de nasıl olduğunu bilmediğimiz yere o kadar para vermedik. Yeteri kadar bira ayarlayıp hostele döndük. Günü doğurduk. Aynı zamanda doğan günü de yaşamadan yedik. Bütün gün uyudum çünkü. İki gün öyle geçti gitti anlamadan.

Üçüncü gün şehri gezmeyi becerdim sonunda. Merkeze dolmuşa atlayıp gidebiliyorsunuz. Bu kadar gezdikten sonra bizim dolmuş kültürünün aynısıyla ilk defa burada karşılaştım. Muavinli eski minibüsler kenara çekiyorlar. Gideceği yeri bağırıyor. Atlıyorsunuz araca. Daracık koltuklara oturuyorsunuz. Muavin parayı topluyor. Dolmuş şöförlerinin huyları sanırım evrensel. Kültürden kültüre değişmiyor belli ki. Direksiyona doğru eğilmeleri, aragazları, vitesi sert değiştirip aracı sarsmaları, kornaya sürekli basmaları, freni kökleyip yolcuların midelerini kaldırmalar tamamen aynı. Araca yapıştırdıkları stikerler de Hz. İsa ve Meryem Ana şeklinde farklılık gösteriyor. Bir de müzikler arabesk değil, latin havaları. Plaza San Martin’e vardım bir şekilde. Meşhur meydan ama havası soğuk. Etrafta şüpheli birkaç kişi geziyordu. Ara ara fotoğraf çeken üç beş turist. Buradan asıl meydana doğru yürüdüm. Katedral, hükümet binası, baba bir otel falan var. Büyük bir cenazeye denk geldim. Meydanı kapatmışlar. Meşhur bir şarkıcı olduğunu sonradan öğrendim rahmetlinin. Aralara daldım, bir kiliseye denk geldim. Parasını verdim, girdim. Arkalara yürüdükçe yükselen bir müzik sesi vardı. Kilisenin okulunun partisi varmış. Etrafta bir sürü velet koşuşturuyor. Çocuklar çatpat ingilizce de konuşuyor. Bir şekilde okul partisine davet ettirdim kendimi. Anneler günü için parti yapmışlar. 23 nisanlar gibi, çocuklar kostümlerle, danslarla ailelerini eğlendirdi. Üç velet, Meryem Ana resminin altında oryantel bile yaptı. Çekilişte kazanan analara, bu dini okulun başpapazı hediyelerini verdi. Gerçekten de eski 23 nisanlara gitti aklım. Bitince çıktım, hala şaşkın vaziyette San Fransisco Kilisesine gittim. İngilizce turda bir tek ben vardım. Rehberim Viktoria güzel güzel anlattı. Bu kilisenin altında mezarlar var, ve yaklaşık 25 bin kişi gömülmüş (cennete direk geçiş umudu). Dehlizlerde gezmek ve kemiklere bakmak mümkün. Yasak olmasına rağmen rehberime kendimi sevdirip, bir fotoğraf çektim (Bknz. Flickr). Kafatasları ve kemiklerden aranjman yapmışlar. İlginç. Bu kiliseyi tavsiye ederim yolunuz düşerse. Çıkışta akşamı etmişim zaten. Dolmuşuma atlayıp eve döndüm.

Son günüm olduğunu hesapladığım gün Larco Müzesi’ni görmeye gittim. Taksilerle sıkı pazarlık etmek gerekiyor Peru’da, zira taksimetre falan yok. Gönlünce istiyor abiler ücreti. Bu müzede sapa yerde. Başka türlü gitmek zor. Ara bilgi olarak da: trafik her zaman allahlık bu şehirde. Kafayı yola önce sokan kazanıyor yollarda. Ama gerçekten çok etkileyici müzeydi. İnka ve İnka öncesi kültürlere ait herşeyi görmek mümkün. Çok çeşitli sanat eserleri, çanak çömlek, silahlar, mücevherat etkileyici şekilde organize edilmiş ve sunulmuş. Bir de erotik kısmı var müzenin. Affedin, hangi kültür tam bilemiyorum şu an. Ama çanak çömlekler Hustler-Penthouse gibiydi. Fotoğraflar arasına bir iki örnek koydum. Ama detayları yazmaya terbiyem müsade etmiyor. Belli ki baya eğleniyorlarmış o zamanlarda. Ve oldukça yaratıcılarmış (çanak çömlek üretiminde tabiki). Bu müze bence kesinlikle ziyarete değer. Otobüse yetişmek için acele geri döndüm. Zaten check-out yapmıştım. Saati yanlış hatırlamışız otobüsün. Binmek istediğim otobüsü kaçırınca tekrar check-in yaptım. Biraz gönülsüz oldu aslında ama sonuçta hostelde çalışan Perulu arkadaş biraz şehirde gezdirince beni, kaldığıma sevindim. Dokuz soleye ceviche ve deniz ürünlü pilav yedim. Tayland’dan beri yediğim en iyi ve makul fiyatlı deniz ürünlü yemeklerden biriydi. Malzemeden kısmamışlar. Sonrasında da yamaca kurulmuş alışveriş merkezinde turlayıp manzaraya baktık. Uçurum gibi yere mall kurmuş adamlar. Baya da popüler belli ki. Ama Lima’dan gitme vakti çoktan geldi. Biraz Malezya’nın Kuala Lumpur’unu andırdı bana bu şehir. Ülkeye giriş kapısı ama iki günden fazlası gereksiz. İstikamet sahil kasabası Paracas. Takriben dört saat güneyde. Eda ve Tansu’yu dinliyorum bu konuda. Hemen kıyısındaki Ballestas Adadarı çakma Galapagos’muş. Doğal hayat, kuşlar foklar falan. Bir de Ulusal park varmış. Erkenden uyanıp yola koyuldum ben de ertesi sabah. Halkın otobüslerini özlemiştim, bunlardan birine atladım ben de…

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Puerto Iguazu ve Iguazu Selaleri

Nerde kalmıştık. Donan film bitti, yazı bitti, ben de uyudum. Puerto Iguazu’nun garında sabahın köründe uyandık. Otobüs rahat ama ne olursa olsun 18 saat sürüyor. Ayaklar şişmiş. Güya kalacak birkaç yer bakalım diye harita açtık. Sonra olay, dur şurdan bir çıkalım bakarıza döndü. Çıktık baktık, hemen karşımızda Marcopolo Inn diye bir hostel. Fena gözükmedi. Neymiş efendim, Hostelling International üyesiymiş. Dorm şu paraymış. Check-in yapabilir miyiz diye sorduk. 14:00’ten önce olmazmış. Fark çok yoktu, üç kişilik oda ver dedik. Onun temizlenmesi lazımmış. Çantaları kenara koyalım, elimizi yüzümüzü yıkayalım, onlar temizlesinler. Kurallar varmış. Öyle yapalım yok, böyle yapalım yok. Bir de arkasını imzalayacakmışız evrağın, okuyup. 10:00’dan sonra check-out yaparsan döveriz, marihuana çekersen asarız. Herhalde yorgunlukla kızdık ama yine de kalmaya karar verdik. Zaten daha tam gün şelale var, daha da yorulacaz. Azcık eğlenelim bai dediysek de, huzurevi gibi çıktı mekan. Başka bir hostel olan Hostel Inn için vur patlasın çal oynasın dediler, ben söyleyenlerin yalancısıyım, aklınızda olsun.

Çantaları çanta odasına bıraktık. En azından kahvaltıya müsaade ettiler. Oturduk plan yaptık kahvaltı masasında. Plan şöyle gelişti: otobüse atlayıp şelalere gidelim, ne kadar komplike olabilir ki, orda bakarız. Biz de öyle yaptık. Otobüs 35 pesoymuş gidiş-dönüş. 8-9 dolara tekabül ediyor. Yarım saat falan sürüyor. Kapının önünde de indiriyor. 85 Peso giriş ücretini de alıyorlar ulusal parklarına. O da 21-22 dolar civarı. Harita da veriyorlar. Biz bir tane de hostelden almıştık. Çift haritayla tam hazırdık. Oyuncak trenden biraz daha hallice bir tren koymuşlar başlangıç noktasına varmak için. Aradan, bir patikadan yürümek de mümkün ama biz yürümedik. Trenle gittik. İnince bir upper circuit bir de lower circuit var. Üst taraf olan upper circuit şelalerin üzerine köprü gibi kurulmuş. Biz o tarafa doğru başladık. Tam yürümeye başlamış giderken, adını hala öğrenemediğim (affedin), rakun karıncayiyen arası hayvanla karşılaştık. İlk gördük ya, aaa ne sevimli, ne tatlı, fotoğrafını çekelim hemen diye düşündük. Halbuki bunlar pek şerefsiz, pek arsız hayvanlarmış, sonradan öğrendik. Konuyu dağıtmayalım. Yeri gelince anlatalım. Allahın yarattığı bu varlıklar hakkında ileri geri konuşmayalım, henüz.

Üst taraftan yürürken gürleyen şelalelerin seslerini duyduk. Önce küçük köprü gibi bir yerden geçerken akan suyu görüp, heyecanlanıp fotoğraf çektik. Pek tabi ağaçların arasından çıkınca ve şelalelerin tamamını görünce biraz afalladık. Ben diyeyim 20 Düden, sen de 30 Manavgat. Bu kadar su nereden geliyor, nasıl böyle dökülüyor anlayamadım. Yavaş yavaş yürüyoruz. Adamlar o dökülen her bir şelalenin üstüne köprü yapmış. Aralara, tam kenarlara seyir için köşeler yapmış. Su alttan alttan oymuyor mu diye düşünmedim değil bu köprülerin üzerinde. İskele çökse, kovboy filmlerinde, nehirde kızılderililerden kaçan kanolu soluk benizliler gibi aşağı uçmak var. Onlar kurtuluyor da burada nah kurtulursun gibi gözüküyor. Ama artık uzay çağındayız. Mühendisler hesaplamıştır. Şelaleler gerçekten büyüleyici ama. Yaşlısından çocuğuna, dünyanın her yerinden insan var. Etraf rengarenk kelebekler dolu. Ara ara enteresan kuşlar da çıkıyor karşımıza. Üst kısımda oldukça uzun kaldık. Aynı köşelere birkaç kere girdik çıktık. Sonra kurt gibi acıktığımızı anladık. Gittik cafeye. Sandviç aldık. Hava mükemmel. Açıkhavada masamıza çöküp sandviçlerimizi açmamızla o garip mahlukatlar masanın etrafını sardı. Önce gülücükle karşıladık. Sonra masaya tırmanmaya başladılar. Durdan çüşten anlamıyorlar. Mecburen içeri kaçtık. Bir tanesi içeri girmeye teşebbüs edince çalışanlardan biri kafasına hayluyu geçirdi. Anca öyle kaçtı dışarı pis yaratık. Millet alıştırmış bunları, yemek vermişler. Sonra uyarı levhalarını gördük. Bunlar agresiftir, şerefsiztir, bulaşmayın diyordu uyarılar. Buradan aşağı yürüyüş yoluna indik. Burası daha uzun, daire çiziyorsunuz. Şelaleleri bir de karşıdan görüyorsunuz. Manzara her açıdan harika zaten. İskeleyle şelalelerin birinin hemen dibine kadar ulaşmak mümkün. Tabi yiyorsa. Millet kahkalar atarak, ıslanarak, ellerini açarak burada fotoğraf çektiriyor. Ben tenezzül etmedim. Zaten soğuk su sevmem. Daireyi ve ilk günü böyle tamamladık. Otobüsümüze atladık, döndük.

Dönüş yolunda gözüme bir parillacı kestirdim. Akşam fiyakalı ve pahalı turist restoranlarını es geçerek Las Canitas adlı restoranımıza vardık. Şansımıza canlı müzik de var. Abiler gitarı öttürüyor. Nişan mı bir şey varmış galiba. Çok eğlendik. Arjantin’de yediğimiz en kıyak etlerden bazılarını yedik (Benim yaptıklarımın dışında tabiki). Hatta ikinci akşamımızda da buraya gelmeye karar verdik. Eda ve Tansu kendi yollarına gideceklerdi malum. Ben de bunu onlardan kurtuluş partisi olarak tasarladım kafamda. O yüzden bir başka eğlendim ikinci akşam. Müzisyen abi ilk gecekilere göre biraz zayıftı, garsonumuz ilk günkü kral garsona göre biraz havaiydi. Herşeyi aklında tutabileceğini sanıp, siparişlerin yarısını unuttu. Tekrardan hatırlattık kendisine. Ama lezzet yine iyiydi. İstediğimiz sostan kalmamış. Yerine acı biber turşusu getirdi. Biz bir lokmada yuttuk. Devamını isteyince şaşırdı. Onları da yuttuk. Süs biberi gibiydiler ve lezizdiler. Şarabı birayı fazla kaçırmışız. Dönüşte hostelin barında da bir iki tek attık. Kapatmaya yakın eleman bira lazım mı dedi. Beleş mi diyince evet dedi. Hakikaten bedavaya verdi birayı, utandırdı bizi Sebastian.Arjantin’de böyledir dedi. Sonra siz takılın isterseniz dedi, kapattı barı. Sandalyeleri giderken şuraya koyun yalnız dedi. Tamam dedik. Eda gitmişti önceden. Biz Tansu’yla son birayı devirdik. Kafa bir dünya. Sandalyeler katlamalıymış. Elle yapamıyınca, biz iki gerizekalı, yere koyup, kapanması gereken açıyı denk getirip üzerine abandık. İkimiz de yere kapaklandık. Sonra salak salak güldük. Ama söz verdiğimiz gibi barı toparladık. Beleş bira içmek güzel, toplamamak olmaz. Son gecemizi de böyle yedik. Son gecemizin gündüzüne dönelim hemen.

İkinci gün de Brezilya tarafına geçecektik. Sınır geçişi falan gözümüzde büyüdü önceden. Otobüse atladık. Sınır yakınmış. Geçiş beklediğimizden rahat oldu. Form falan yok. Günübirlik geçiyorsan damgayı koyuyor çıkışta. Brezilya da aynı şekilde. Dönüşte de aynı. Anlayacağınız günübirlik geçişi kolaylaştırmışlar. Herkes ekmek yiyor bu işten sonuçta. Brezilya tarafında Ulusal Parka giriş de 20 dolara yakın. Burada otobüse atlayıp ilerliyorsunuz içeri doğru. Buranın yürüyüş parkusu kısa. Başlanan yerde Arjantin tarafındaki şelaleleri tam karşıdan görüyorsunuz. İlerlemeye devam ettikçe, her farklı açıyı yakaladıkça, daha bir başka gözüküyor şelaleler. O kadar güçlü çağlıyor ki, bazı yerlerde sis varmış gibi oluyor. Islanıyorsunuz aynı zamanda. Son noktada, baba şelalenin dibinde upuzun iskele var. Hemen başında plastik yağmurluk bile satıyorlar. Ben iskelede bir noktaya kadar yürüdüm, sonuna kadar gitmedim. Sırılsıklam olmaya yetti zaten. En son baba şelalenin tam dibine kadar girdik. Orada, tam köşede katlar var. Asansörle çıkınca üstten de gördük tüm manzarayı. Çok güzelmiş. Şelaler hakkında başka bir şey de denmez zaten. İki gün Iguazu Şelaleleri için güzel bir süre. Kaldığımız şehir Puerto Iguazu’ya gelince, küçük yer. Biz gittiğimizde buranın sezonu geçiyordu. Kalabalık yoktu. Akşamları yapacak bir şey bulmakta zorlandık. Biz de ete, biraya, şaraba yüklendik. Son gün Eda ve Tansu’yu uğurlamaya başağrısıyla zor kalktım. Ben bir gün daha kalıp dinlendim. Sebze yedim, kitap okudum. Ertesi güne biletimi aldım.

Çok film veriyor diye aynı firmadan almıştım biletimi. Hatta koltuğumu da tam ekranın önünden ayırttım. Saat 14:20’de 18 saatlik yolculuğuma başladım. Yola yeni başlamışken bunların jandarmaları durdurdu. Marmaris ve Bodrum’un girişinde durdururlar ya. Otobüste zaten 10-12 kişi var. Geldi benden pasaport istedi. Baktı baktı sonra aşağı gel dedi. Askere alacaklar diye tırstım. Tezkere de yanımda değil. İspanyolca biliyor musun? Yok! Portekizce? Yok! English dedim. Baktı baktı. Üşendi herif benle uğraşmaya. Gracias dedi, uza bakalım dedi. Ben de yerime geçip krakerlerimi yemeye devam ettim. Oynattıkları üç film de iyiydi. Monte Kristo Kontu’nu bile koydu muavin. Zatarranın intikamını hep takdir etmişimdir zaten. Yalnız bu sefer, akşamüstü sandviçleri verilmeyince sinirlendim, biraz üzüldüm. Ama sineye çektim. Buenos Aires’e sabah vardım. Çiğdem Hanım tebdil-i şirket yaptı, ama bu sefer de Gökhan Bey bana raporlarının arasında biletimle ilgili yardımcı oldu. Şimdi bir de ona lokum yaptırmak gerekecek. Son günümü kah otogarda, kah şehirde, kah havaalanında bekleyerek geçirdim. Havaalanında bir bira alıp, restoranda üç saat oturup, fotoğraflarımı yüklemeyi bile becerdim. Yazıyı yetiştiremedim ama. Uçak kaçıyordu az daha. Lima’ya bir şekilde geldim yorgun argın. Peru’ya gelişimi bir dahaki yazıya bırakıyorum. Şimdi gidip koka çayımı deneyeyim…