5 Haziran 2010 Cumartesi

Rurrenabaque ve Pampas Turu

Şansımıza hava muhalefeti yoktu o sabah. Vakitlice bindik uçağa(!). Uçak 19 kişilik, dolu değildi. Pilotlar önde, ikişerli sıralarda, biz arkada bindik uçağa. Kapı falan yok cockpitte. Pilotları seyrediyorsunuz. Çalıştırdılar motorları. Bir baktık havadayız. Zaten 4000 metreden yokuş aşağı. Ecevit vitesi yaptık indik. Büyük uçaklar burunları havada inerler ya, bunlar öyle yapmıyor. Uzaktan havaalanını gördük. Sonra pilot abiler burnumuzu aşağıya çakarcasına düşürüp dalışa geçtiler. Sonra piste değince de asıldı frene, az salladı. Salimen vardık. Havaalanı binası zaten oda gibi bir yer. Şehir servisini yapan çocuklar çantaları çıkarttı. Gidecekler bindi uçağa. Biz de servise atlayıp tur acentemizi bulduk. Orası da bir oda. Siz gidin bir saat takılın dedi. İyi dedik. Tam o sırada motosikletiyle French Baker yanaştı. Krosanlarından satmaya çalıştı. Bunu da duymuştum ben. Laos, Don Det’de de Australian Baker vardı, manyak olan, anlatmıştım. Dünyada her yerde bir tane çıkıyor karşınıza. Dükkanın yerini sorduk, gittik, kahve için kahvaltı ettik. İhtiyaçlarımızı alıp ecenteye döndük. Onlar da hazırlıklarını yeni yeni bitiriyorlardı. İki cipe böldüler bizi. Bize güzeli düştü, altı kişi bindik.

İlk hedef kanolara bineceğimiz nokta. Yaklaşık 3,5 saat sürüyormuş. Yol zaten allahlık. Hoplaya zıplaya ilerlemeye başladık. Ama yüksek yerlerden sonra hava çok güzel geldi. Etrafı seyrederek, uyuklayarak vardık hedefimize. İlk iş, burada da ulusal parka 150 Bolivyano ödemek oldu. Uyuni’yle aynı tarife. Kimbilir kime yar oluyor bu paralar.Bolivya için 20 dolar civarı giriş biraz fazla. Geriye pek bir şey verdikleri de söylenemez. Söğüşlendikten hemen sonra öğle yemeğini yedik, ve kanolara devam ettik. Nehrin kenarında uzun ince kanolar bizi bekliyorlardı. Erzaklarımızı ve kimin için gittiğini halen bilemediğimiz iki de büyük yatağı kanolara yükledik. Yolumuz buradan da bir üç saat çekecekmiş. Ama arabada olmaktan çok daha güzel tabi. Bizim grup altı kişi, öbür grup yedi kişi çıktık iki kano ile yola. Daha ilk kıvrımı döner dönmez timsahlar çıktı karşımıza. İlk görünce bir garip geliyor tabi. Herkes fotoğraf çekmeye başladı. Önümüzdeki üç gün boyunca üç beş bin tane gördük herhalde. Rehberimiz Jamie (kendine öyle diyor), ara ara yavaşladı, ara ara durdu. Bize hayvanları anlattı. Bak bu kuş, bu en büyük kemirgen, bunlar maymun vs. diye anlattı. Aslında yol o kadar uzun değilmiş, ama biz gringoların dur kalkları, etrafı seyretmeleri ile uzun sürüyormuş. Hakikaten güzel yerler. Kahverengi suların içinde piranhasını, timsahını, kaplumbağasını, pembe yunuslarını barındırıyor Amazon havzası. Ormanlıklarında kimbilir neler var. Ara ara çok yaklaştık bu timsah denen mahlukatlara. Birkaç kere zıpladık yerimizden. Üç saatlik kano yolculuğunun sonunda kamp yerimize vardık. İskelemizin etrafında üç tane timhah takılıyordu halihazırda. Biz yanaşınca kaçtılar. Erzakları ve yatakları (?) indirdik. Bizim gruba bir oda verdiler, yerleştik. Tahta kolonlar üzerine, yükseğe oldukça büyük bir kamp yeri kurmuşlar. Bunlagolavlar basit ama ormanda ne olacaktı. Ortaya voleybol için file bile kurmuşlar.

Yerleşince, amazon sularıyla duşumuzu aldık. Buz gibi bira da mevcut. Birer tane de ondan açıp günbatımını seyrettik. Akşam yemekleri yendi. İlk gecenin programı timsah seyretmeye gitmekmiş. İyi dedik. Uzun günün ardından bira yaradı zaten. Korkar mıyım timsahtan. El fenerlerimizi aldık. Daha kanoya binmeden etrafa bir tuttuk feneri. Heryer sarı sarı çift çift gözlerle sarılmış. Jamie başladı anlatmaya: bunlar gece avlanırlar, şöyle yerler, böyle yerler vs. Atladık kanoya, kürekle nehir aşağı ilerledik. Heryerimiz sarılmış meğer. Kanodan düşmek istemezsin burada. Arada bazı timsahlar hamle yapıyorlar, kalp atışları hızlanıyor biz de. Baya bir gittik ama sonuçta gözleri sayıyorsun bir yerden sonra. Motoru çalıştırıp geri döndük. Uyuni turunda aldığımız oyun kağıtları hayat kurtardı. Shithead oyununa oturduk. Ta ki vatandaşlar elektriği kesene kadar. İlk gece gittik yattık. Sabah beşten beri ayaktayız zaten. Üzerimize örtü vermemiş danalar. Sabaha karşı titreyince, yandaki boş yatağın yatak örtüsünü çektim aldım. Sabaha konuştuk, herkes donmuş. Sorunca da dediler ki, niye battaniye istemediniz. Ne dersin bu adamlara.

İlk geceyi atlattık. Kahvaltı baya başarılıydı. Sırada anaconda peşine düşmek varmış. Ben başta bu anacondalar yedi sekiz metre gelir diye hesap ediyordum. National Geographic Channel’i fazla seyretmişiz. Rehberle konuşunca, öyle babaları yok etrafta. Şanslıysan iki üç metrelik görürsün dedi. Yapacak bişey yok. İyi dedik. Gitme vakti gelince çizmelerimizi seçtik. Tam ayağıma göre buldum dedim, bir baktım yırtık var. Sonra diğerlerine baktım. Hepsi yırtıkmış. Ne olacak ki şu kadar sudan. Kanolara atlayıp hedefimize vardık. Sulak alanlara doğru yürümeye başladık. Bataklığa gireceğimiz noktaya geldik. Her türlü hayvanın pisliği, otlar bitkiler, bir de su karışınca değişik bir koku yayılmış havaya. Suya ilk adımı atınca çizmenin içi o siyah suyla dolmaya başladı. Bir garip oldum. İlerledikçe bastığımız yerler dize kadar gömülüyor yer yer. Burada düşmemek lazım, o kesin. Yılan aramaya odaklanınca pisliği unuttuk. Yavaş yavaş ilerleniyor bataklıkta. Otların arasını araştırıyoruz. Biz bir şey görmedik tabi. Sonra rehberin biri buldu anacondayı. Hayvanı baya bir sıkıştırdık. Herkes tutuyordu, ben de bir fotoğraf çektirdim gariban hayvanla. Akabinde iki üç tane daha bulduk. Hepsi aynı gerçi. Bir tane bulunca geri dönmek lazım, devam etmeye gerek yok. Zaten hava çok sıcak. Ama olmaz. Genişten alıp sabah turumuzu eksiksiz tamamladık. Güneşten herkes yamuldu. Adamlar biliyorlar tabi. Bolca siesta ve terlik istirahati verdiler. Az uyku, az voleybol, bol yemek ile öğleni bitirdik. Sonraki aktivite piranha avlamakmış.

Giderayak yanınıza para alın dedi rehber. Parayla mı avlayacaz bu balıkları. Kapitalist dünya amazonların ciğerine kadar girmiş demek. Ben bu arada atıyorum tutuyorum, ben şöyle tutarım böyle çarparım diye. Hatta Alman Martin’le iddiaya bile girdim senden çok tutarım piranhayı diye. İki üç nokta değiştirdik. Bizim rehber kerteriz almayı iyi beceremedi ilk iki noktada. Fazla bir şey çıkmadı. Son nokta daha iyiydi. Ben atıyorum atıyorum kedi balığı çıkıyor benim kısmetime. Hayatında balık tutmamış kızlar piranha tutuyorlar. Bir de çığlık atıp sinirlendiriyorlar beni. Ben de oltayı onlardan tarafa sallamaya başladım. Bu şerefsiz piranhalar eti anında bitiriyorlar, yağını da yemiyorlar ha etin. Kolestrol sorunu da yoktur bunların. On tane falan kedi balığı tuttum, piranha tutamadım. Bir de vıcık vıcık balıklar bu kedi balıkları, iğneyi çıkartırken her seferinde yüzgeçi girdi elime. Rehber hadi artık dedi. Zaten et de bitmişti. Yola çıktık. Bir yerde durduk. Burda bir bar ve de önünde futbol ve voleybol sahası varmış. Para buraya lazımmış meğer. Futbola hazır bir kadro vardı zaten. Üçerden minik kalelerle başladık maça. Ben sefil avrupalılara bir on numaranın nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda ders verdim. Alex gibi, hem attım, hem attırdım. Bir maestro gibi takımımı yönetirken gün battı, sivrisinekler atağa geçti. Biz de sonucu önceden belli olan maçı (ben varım) bırakıp, üstümüzü giyinip, biralarımızı aldık. Hava kararmıştı neredeyse. Kanolara atladık yine. Karanlıkta bizim rehber Jamie son sürat yol almaya başladı. Hadi nehri biliyor, ya kütükler dallar ne olacak nehirde yüzen. Yolda söylediler, Jamie üç büyük birayı yuvarlamış voleybol oynarken. Belli kafa güzel. Korka korka oturduk mecburen ama götürdü bizi yuvamıza ayyaş Jamie. O akşamı da yemek ve akabinde hamaklı barda takılarak geçirdik.

Etraf güzel olunca vakit çabuk geçiyor. Son gün geldi çattı. O sabah amazon nehrinin pembe yunuslarıyla yüzmek vardı programda. Götürdüler yine bizi nehrin bir tarafına. Yunuslar yüzüyor orada. Etrafta tabiki timsahlar da var. Millet girdi suya. Ben pek gönüllü değildim. Adını Pedro koyduğumuz timsahla oyalandım ben. Rehberler biraz et verdiler. Hayvan kenarda takılıyor öyle. Ellerini gözlerinin üstüne koyarsan sevebiliyorsun hayvanı. Gerçi Alman çocuğun bacağı gidiyordu sevmeye çalışırken ama bir şey olmadı. Ben oldukça yakından fotoğrafladım bu ilkel çağların yenilmez savaşçısını. Yüzenler yüzdü, takılanlar takıldı. Turumuz da burada bitti. Geri dönüldü, toplanıldı. Kanolara binildi. Etrafı seyrede seyrede döndük. Bu sefer şöför tam arıza çıktı. Üç saatte geldiğimiz yolu bir saat kırkbeş dakikada döndük. Nasıl sormayın.

O güne uçakta yer olmadığı için bir gün kasabada takılmak gerekiyordu. Bir yer buldum. Sakin sakin takıldım. Bütün gece yağmur yağdı. Uçak kesin kalkmaz diyordum. Kalkıyormuş, ama başka havaalanından. Bu yol da kırkbeş dakika sürdü. Burası da çim pist. Niye oradan kalkmadı da buradan kalkıyor, bilemedim. Bizim servis otobüsündeki çocuk minibüsten bavulları indirdi yine, sonra şu ışıklı çubuklarla uçağa yerini gösterdi. Gelenlerin bavullarını bu sefer uçaktan indirdi, bizimkileri yükledi. Uçuş kartlarımızi bile o kontrol etti. Çokyönlü bir gençmiş. Tebrikler. Bu sefer de 4000 metreye tırmanış başladı. Pilotların “sayın yolcular, La Paz’a iniş için yükseliyoruz” dediklerini hayal ettim kafamda. Yalan da değil. Sonunda vardık. Mis gibi düzlüklerden sonra al sana yüksek yer al sana yine nefes darlığı…

2 yorum:

  1. timsahların bu kadar güzel foto verdiğini bilmiyodum:) çok fotojeniklermiş:)

    YanıtlaSil
  2. timsahın güzel foto vermesinden çok objektife bakan gözün güzelliği...yok ya daha neler,sıkıcı oldu.Efe iyi fotoğraf çekiyor diyeyim kısaca.
    hüseyin

    YanıtlaSil