22 Temmuz 2010 Perşembe

Kolombiya

Özür Özür Özür…

Kolombiya son durak derken, azcık da eğlenelim dönelim derken, sonra dönüp gelip ne olduğunu kavrayalım derken bir baktım kim blog işini ihmal etmişim…
Kolombiya’yı tek yazıyla geçeceğim. Affınıza sığınıyorum…

***

Bogota uçağında Avustralyalı bir arkadaş edindim. Hindistan’a gidecekmiş, orayı methettim. Hatta kendi ülkem gibi anlattım. Oranın yeri ayrı kalbimde zaten. Vardık havaalanına. Kokalı şekerlerimden de başım belaya girmedi. Şehre indik beraber. Sonra bana dedi ki, o akşam Medellin’e gidecekmiş. Bir Kanadalı bir İngiliz kızla buluşacakmış. Zaten başkanlık seçimi vardı o haftasonu. Barlarda içki bile yok, hatta el altından bira içtiğimiz barı polis bastı, bardakları kokladılar. No alcohol no alcohol deyip illegal iş yapan barcı dostlarımızı koruduk. Hal böyle olunca ben de Medellin’e gitmeye karar verdim. İki kızla yalnız bırakmak olmazdı arkadaşı. Akşam gara gittik, otobüs bulduk. Kolombiya’da da araçları mezbaha gibi soğutmayı seviyorlar. Donduk. Sekiz saat dediler on saat sürdü. Vardık. Şehir garip şehir ama havası güzel.

Burası Pablo Escobar’ın kentiymiş. Kızları bulamadık. Kayıptılar. Black Sheep adlı hostele yerleştik. Hostel en azından bira satıyordu. Bütün gece alemi kapalıymış. Başkanlık seçimi sırasında üç gün yasaklıyormuş adamlar içkiyi. Nasıl içiyorlarsa artık. Biz de hostelde kalabalık ekip olarak kah kağıt oynayarak kah bira içerek vakit geçirdik. Ertesi gün için Pablo Escobar turuna yazıldık. Adamlar kapıda beklememize rağmen bizi unutup gitmişler. O da kısmet olmadı. Tepemiz attı, biz de uzun arayışlar sonunda rum satan bakkal bulduk. El altından alıp bir gece daha kurtaracağız hesapta. Omzunda küçük papağan olan adam bize yardımcı oldu, rumu makul fiyata aldık. Papağanın adı Lorenzo’ymuş. Kafasını sevdik. Hostelde kağıt oynayıp rum içtik. Ertesi gün Medellin’i gezdik. Şehirde hiçbir numara yoktu. Gece hayatı iyiymiş diye duyduk ama o da bize kısmet değilmiş. En iyi fikrin Karayip kıyılarına doğru uzamak olduğuna kanaat getirdik. Kızlardan da haber gelmişti. Onlar da Santa Marta’nın hemen yanıbaşındaki Taganga adlı kasabadalarmış, sahile inmişler. Biz güneye iniyoruz onlar kuzeye çıkıyoruz. Coğrafyalar enterasan tabi. Biz de oraya yollandık. Haritada bakınca ufak diye düşündüğüm Kolombiya’da otobüs yolculukları uzun sürüyor. 14 saat da sahile iniş sürdü. Otobüste bir Fransız bir Kanadalıyla tanıştık. Taganga’ya geçip hostelimize yerleştik. Diğer ekiple buluştuk.

İlk akşamı yavru gibi taze balıkları mangal yaparak açtık. Yanına bira, rum, ve aguerdiente denilen, rakı gibi ama azcık daha hafifi olan içkileri ekledik. Ekip iyiydi. Akşam da hostel-bar olan, tepeden kasabayı gören mekana devam etti herkes. Kafa kıyak olunca herkeste, deli dolu bir akşam yaşandı. Sabahlara kadar takılındı. Birkaç gün böyle gündüz deniz hamak, akşam balık mangal bira gibilerinden geçti. Ertesi gün 3,5 kilo balığı on dolara alıp geçtim yine mangalın başına. Yine ziyafet, akşamına yine eğlence. Üçkağıtçı kolombiya polisi o akşam iki arkadaştan 120 dolara yakın rüşvet almış, üzerinde uyuşturucu varmış iddiasıyla. Zaten Kolombiya’da ilerleyen günler üç kere üzerimiz arandı, bir şey bulsak da para tırtıklasak amacıyla. Cebine koysa da koyar hani. Ama bizim bu tür şeylerle işimiz olmadığı için kol böreğiyle yetindiler. Bir sonraki akşam da yine balık ahtapot yapıyorduk. Tam işin ortasında ayağımız bir şey soktu. Ben arı sandım. O sırada iki İsviçreli kız yanaştı, seni korkutmak istemiyoruz ama demin akrep gördük dediler buralarda. Ben o an anladım ki papazı bulduk. İki dakika sonra da ağzım uyuşmaya dişlerim kamaşmaya başladı. Hafiften panikledim. Ben ne bileyim Kolombiyadaki akrebin cinsini. Sonra sorduk soruşturduk. Bir arkadaşla doktoru ve kliniği bulduk. Ne iş dedi, akrep dedim. Korkma dedi, burda fazla zehirli değil bunlar. Aşı yapacaz dedi, tamam dedim. 36000 peso dedi, yok dedim o kadar. Sonra 30000’e düştüler, bir de ispanyolca kağıt imzalattılar. Çek senet değildir inşallah. Aşıyı da para işini garantiye alana kadar yapmadılar. Sonra yaptı aşıyı, alerjin var mı diye sordu. Ne bileyim, daha önce akrep sokmadı ki. Bir saat kalacaksın burada, bakalım şişiyor musun, ölüyor musun dedi. O arada benim eller ayaklar da uyuştu iyice, karıncalanmaya başladı, iğne batıyormuş gibi oldu etime. Denge azaldı. Bir saat bekledikten sonra iyiyim dedim kaçtım. 15 dolara maloldu aşı. Sallana sallana döndüm hostele. Mangalda 2,5 kiloluk balık var, çakallar yemeden yetişmek lazım. Dönünce, o sıcakta bile üşüme titreme geldi. Balığımı yedim bir de bira içtim yattım. Bir büyük içmiş gibi geldi zaten. Ertesi sabah hafiften toparlamıştım. Sonunda akrep de soktu anlayacağınız.

Yakınlarda Tayrona ulusal parkı vardı. Çok güzelmiş diye duymuştuk. Oraya gitmeyi, bir iki gün kamp yapmayı planladık. Çekirdek kadrodan başladık, sonra herkes gelmek istedi. Ortalık iyice karıştı. En son karar, kampa girişin pahalı olduğu, yerel çakal Carlos’un tavsiyesi üzerine, hemen yanındaki plajda beleşe kalınabildiği bilgisi üzerine buraya yönlenmekti. Sular alındı, gıdalar alındı, ama ne olursa olsun nerde çokluk orada bokluk. Bir türlü organize olamadık. Sonunda vardık ama işi ilk planlayan ben ve bir iki arkadaşın tepesi atmıştı. Ama kumsala varınca sinirler gevşedi. Topladığımız odunlar ve kütüklerle harika bir ateş yaktık. Yeteri miktarda rum olduğu için keyiflendik. Yemekler yendi, içkiler içildi. Denize, yakındaki nehre girildi. Arada yağmur bir iki serpiştirdi ama yağmadı. Sabah gün doğarken ve yağmur başladığında ateşin başında uyandım. Herkes bir yerde sızmıştı zaten. Gittim rasgele bir çadıra. Uyudum biraz. İki saat sonra da cehennem gibi oldu. Bu sefer de dışarı attım kendimi. Yine uyumuşum. Yandım. Hala soyuluyorum, bunca vakit sonra. Bir de hemen ormanın dibinde olunca kumsal, sinekler böcekler öldürdü bizi. Yanımdaki tek ATM kartını da burada kaybettiğimi anladım. Çantamı gece az tanıdığım Kolombiyalı bir elemanın çadırına bırakmıştım. Ben ondan şüpheleniyorum ama elimde kanıt yok. 20 dolarım, 10 bolivyanomla beraber kartta gitti. Yapacak bir şey yok. Aklı selim olanlar, uçuk olan ekipten kaçmaya karar verdi. Biraz manyak olan ekip kaldı. Ben aklı selimlerle firar ettim bu sahilden. O kadar çok kişi olmasaydı ve daha hazırlıklı olsaydık çok güzel bir sahildi. Birkaç gün rahat kalınırdı.

Buranın devamında Santa Marta’da kalmaya karar verdik bir iki gece. Gittik, şehrin en izbe oteline yerleştik. Ama dört dolar. Ben kamptan yamulmuş döndüğüm için tembellik ettim. Arkadaşlarda bir enerji bir enerji, onlar dağıttılar. Ben zaten borç parayla idare etmeye başladım. Malum, kart gitti. Buradan sonraki durakta Cartagena. Güzel bir şehir olduğunu duymuştum. Yine ekip halinde devam ettik. Bir kısım arkadaşlarla da orada buluştuk. Hostelimiz de gayet güzel. İlk akşam yemek yemek için sokağa çıktık. 500 metre yolda beş tane genç Pablo Escobar ve Tony Montana yanaştı. Free sample, kartım bu, adres bu diye mal satmaya çalıştılar bize. Teşekkür edip yemeğe otorduk. Yemek masasına bile yanaşıyor adamlar. Her gringo potansiyel kokainman onlar için. Arada meyve suyu satanlar bile şaşırtıyor. Bağırarak maracuya maracuya diyenler yakından geçerken kısık sesle kokain kokain diyorlar, bilinçaltınıza mesajlar yollamaya çalışıyorlar. İlk akşam da hostelin barında parti vardı, orada takıldık eğlendik. Uzun lafın kısası, son durak olmasından ötürü Kolombiya’da eğlenceye daldım. Bir daha mı geleceğim dünyaya deyince, insan dağıtıyormuş. Kültür turizminde burada başarı sağlayamadım açıkçası.

Ama doğruya doğru, evren artık dönmem yolunda mesajlar veriyordu. Akrep sokması, çalınan ATM kartı derken mesajları kavramaya başladım. 10,5 ay sonunda da hafiften yorulmuştum. Bu sebepten Bogota’ya devam edip, bir iki günde burada geçirip, dönüş yoluna düşmeye karar verdim. Biletimi ayırttım. Otobüs tabiki 24 saat sürdü. Bogota’da da iki bir sakin gün. Sonra havaalanı. Bir saat bekledim. Tam sıra geldi, check-in yapacağım, meğer uçaktaki rezervasyon badem olmuş. Tam hazırlanmışken geri dönmeye, şehre geri dönüp, helalleştiğim insanlara bir kez daha merhaba dedim. Lanet olsun dostum, git artık buralardan dediler. Üzüldüm. Bir gece daha geçirdim ve ertesi gün uçmayı becerdim. 11 aya yakın süren yolculuğum böylece sona ermek üzereydi. Artık dönüşü ve detayları ayrı bir kapanış yazısı yazarak anlatmam lazım. İçimden kapatmak gelmiyor ya… Tekrar alıp çantayı firar mı etsek???

27 Haziran 2010 Pazar

Cuzco Ve Macchu Picchu


Ta ki… Sabah dört gibi Cuzco’da olmamız gerekiyordu. Otobüs saat üç gibi durdu. Uyukladığım için fazla sallamadım. Bozulmuştur dedim. Hareket eden kimse de yoktu. Uyumaya devam ettim. Beş buçuk gibi millet hareketlenmeye başladı. Bir iki kişi sordu ne oluyor diye. Otobüs sağlammış, yollar kapalıymış. Bir saat yürümeniz lazım dediler. Yolun açılması akşama kadar sürebilir dediler. Mecburen çıktık yola. Çantalar en az 25 kg. Başladık yürümeye. Bir saatlik yol oldu mu iki üç derken dört. Hükümet petrol istasyonlarını mı ne özelliştiriyormuş, halk da ayaklanmış. Yüksek sezon, gelen giden de çok. Seslerini bu şekilde duyurmaya çalışıyorlar. Arkadaşlar yollara ne bulurlarsa atmışlar. Taşlar, kayalar, odunlar, lastikler. Kesinlikle başarılı girişim. Ben baya bir sövdüm bu protesto şekline. Şehre girdiğimde ölmek üzereydim. Bütün seyahatin toplamında bu kadar yürümemişimdir bu kadar yolu o çantalarla. Sağ ayağı da yamulttuk yolda (bu başlangıç). Point Hostel’e gittim yerleştim. Fransız bir eleman barı 7/24 açık demişti. Ben de orada çalışacam demişti. Belki beleş içki verir diye bu hosteli seçtim. Fena bir yer değil. Şehre de yakın. Happy hour zamanı üç içki 10 Sole (üç buçuk USD). Rum ve Kola, Gin Fizz (limonata gibi). Bilardo masası delik deşik, sağa sola çekiyor. Ama yine de oynanıyor. Ayak sakat olunca, biraz da dinleneyim diyince, hostelde üç dört gün kendimi kaybettim.

Cuzco güzel şehir. Katedral, kiliseler, meydanlar, mimari. Ama dünya harikalarından birine az çok ev sahipliği yaptığı için dünyanın her yerinden adam var. Zengin amerikalısı da burada, sırtçantalı gençler de burada. Fiyalalı restoranlar her yerde, ama aralara dalınca dört soleye çorba ve ana yemek yemek de mümkün (ben ikincisini tercih ettim). Dünya kupası da başlamıştı bu sıralar. Hostelde yemek ve bira için iyi seçenekler vardı. Bir iki gün milletin dünya kupası eğlencesine ortak oldum. Sabahtan içmeye başlayınca bu gavurlara uyup, akşamı zor getirdim. Ama futbol ve biraya hayır denmez ki. Ne yapacaksın, hayat işte. Dediğim gibi üç dört gün böyle geçti. Kendimi sokağa attığım bir gün şansıma kutlamalar varmış, ona denk geldim. Meydanda dans grupları sırayla geçip güzel güzel dans ettiler. Millete şeker attılar. Ben şanslı kişi olarak şekere zıplayan bir veledin kurbanı oldum. Çizik dolu ve gevşemeye yüz tutmuş güneş gözlüğünün üzerine uçan velet hem de daha da gevşetti aleti, hem de bir çizik ekledi gözlüğe. Kader dedik geçtik. Yerel kıyafetler çok renkli ve güzel. Burada biraz insan fotoğraflarına döndüm. Güzel bir gün geçirdim.

Macchu Picchu’yu görme vakti de ufaktan gelmişti. Ayak bir iyi bir kötü, üstüne basmak zor oluyor ara ara. Ama Perulu kardeşlerim yolları bir daha bloke etmeyi planlıyorlarmış birkaç gümn içinde. Eğer hızlı hareket etmezsem şehirde kapana kısılma ihtimalim varmış. Allah affetsin, paraya kıydım, hostelden ayarladım turu. Evlat acısı gibi. Dağına da taşına da Macchu Picchu’suna da İnkalarına da sövdüm, kapattım gözleri verdim son dolarlarımı. Wayna Picchu’ya (Macchu Picchu’nun yanında ki sivri dağ) da tırmanmak istediğim için aynı gün gidip, Agua Calientes de konaklayıp, sabahın kör karanlığında Macchu Picchu’ya gitmeye karar verdim. İlk 400 kişiye çıkma hakkı veriyorlar Wayna Picchu’ya. Çok istekliler sabah sıraya giriyorlarmış otobüs durağında, sonra da kapıda. Eşyaları toparladım. Çantayı hostele emanet ettim. Aldılar bizi hostelden. Selden sonra tren tam anlamıyla çalışmıyor hala. Yine aynı parayı alıyor ama allahsızlar. Turla yolun yarısına kadar gidiyorsun. Ondan sonra tren firması minivanla bir ileri istasyona götürüyor. Bir saat yirmi dakika tren yolculuğundan sonra Agua Calientes Kasabasına varılıyor. Gece orada konaklama. Sabah dörtte kalkın diye tembihliyorlar. İyi dedik yattık. Sabah ezanından önce otobüs sırasına girdik. Beş buçukta başlıyorlar servise. Bir saat sıra. Galiba yarım saat de otobüs sürüyor. Kapıda bir kuyruk daha. Sonra görevliler Wayna Picchu numaralarını dağıtıyor. Ben 238 numarayı alıp sevindim. En azından erken kalktığımıza değdi. Gerçi o dimdik tepeye elektrikli merdiven de yok. Nesine seviniyorsak…

Macchu Picchu’ya dönelim. Rehberle buluştuk. Benim yüz senelik öğrenci kimliğinin üzerinde geçerli günlerin tarihi yok. Bu olmaz dedi. E ben master yapıyorum gak guk. Olmaz kardeşim dedi. Zaten öğrenci olmadığım için farkını ödedim mecburen. Wayna Picchu tırmanışı saat ondan sonra. Rehber aldı bizi soktu içeri. Başladık şehir turuna. Girdiğimiz zaman tam gün doğduğu zaman. Burayla da ilgili öyle detay yazacak bir şey yok. Gidip görmek lazım. Akıldışı bir vadinin ortasında, iki sivri dağ arasındaki tepeye adamlar şehir kurmuş. Ne içmişlerse yaramış demek ki. Aklı selim adam bu işlere kalkışmaz. Ama korunaklı bir yer olduğu kesin. Güneş doğmaya başladı. Yükseldikçe ışık oyunları başladı. Her dakika görüntü değişti, renkler değişti. Vadi renklendi canlandı. Yürümeye başladık. Tepede tapınak, soyluların evleri. Aşağıda Condor tapınağı, sıradan vatandaşların evleri. Teraslar çok dik ve ürkütücü. Kenardan kaydın mı şehitsin. Gazi olmak mümkün değil. Komik bir rehberdi. Fena anlatmadı. Bir yerde dedi ki İspanyollar gelince İnkalar kaçtı. Salak bir kız İspanyollar İnkalara tehdit miydi ki diye sorunca ben arkada patladım, güldüm. Herkes döndü bana baktı. Kız baya kötü baktı. Haklı kız. İspanyollar ne tehdit olacak ki. Su tabancası ve tüftükleriyle gelmişlerdi Güney Amerika’ya. Hehe. Neyse. Bu haşmetli dağ şehrini gezmeye devam ettik. İki saatlik turumuz bitince teneffüs başladı. Bir saat dinlendik. Ben şehri biraz daha turladım. Sonra Wayna Picchu giriş kapısına yollandım.

Kaydımızı yaptırıp başladık yürümeye. Başlangıç fena değil. Ama o sipsivri dağın yamacına gelince insan bir ürküyor. Bazı kenarlar benim başımı döndürdü. Önüme baka baka çıktım merdivenleri. Bir noktada kalp duracak sandım ama devam ettim. Bir iki mola derken tepeye vardım. Manzara haliyle acaip. Tam kartal yuvası. Her yere hakim. Etrafta dağlar, vadide akarsular. Zaten çıkan beş dakika durmuyor. En tepedeki kayalarda yayıyor. Kimisi o yüksekte kayaların üstünde hoplaya zıplaya fotoğraf çektiriyor. Ben katılmadım o arkadaşlara. Bir saat kadar takıldım. Etrafı seyrettim. Güneşin tadını çıkarttım ve tabiki soluklandım. İniş sıkıntısız oldu. Acelesiz indim. Şehre döndüğümde saat biri geçmişti. Akşam beşe kadar vakit olunca gittim yanımda getirdiğim sandviçlik malzemelerden öğle yemeğimi hazırladım. Kafeteryalar mevcut ama sağlam geçiriyorlar. Bir iki giriş çıkış daha yaptım şehre. Günbatımında bu sefer güneş tam aksi taraftan geliyordu haliyle. Bu sefer renkler bir başka oldu. Kesinlikle tam gün geçirmek lazım burada. Kalbim dayanır diyen mutlaka Wayna Picchu yapsın, sonra da direnip akşamüstüne kadar takılsın. Dört günlük İnka Yolu Yürüyüşü bana göre değildi ama kimden dinlediysem çok güzel olduğunu söylediler. Ben o kadar yürümem o yüksekliklerde. Akşamı ettik, geri dönüş vakti geldi. Otobüsle Agua Calientes’e dönüş. Raicinin üç katına yemek. Tren ve minibüs yolculuğu. Tur firması bizi almadığı için bir de taksi derken hostele vardık. Yastığı görünce havada uyudum.

Yolları kapatacakları için Perulu kardeşlerim bir sonraki gün, gittim biletimi aldım uyanır uyanmaz. Yol uzun. Lima 21 saat çekiyormuş. Öyle dediler. 23 saat çekti. Filmlerle falan kurtardık yolu, ama hayatımın en uzun otobüs yolculuğuydu. Yamulmuş vaziyette kalacağım dördüncü Point Hostel’e vardım. Çok matah değil ama dört yerde kalınca beleş t-shirt veriyorlardı. Ben de gidip alayım dedim beleş ürünümü. Dünya kupası için bastırtmışlar. Kaptım bir tane. O akşamı da hostelde bira eşliğinde geçirdim. Ertesi gün Kolombiya uçağına atladım. Hedef Bogota. Kolombiya büyük ihtimal son durak. Daha çok Karayip kıyılarında takılırım diye hesaplıyorum. Gidince bakarız artık…

20 Haziran 2010 Pazar

Copacabana

Geldik yine göl kenarına. Ama bu sefer Bolivya tarafı. Bir önceki sefer Puno’da, Peru tarafında kalmıştım. Puno ufaktan bir şehirdi ama Copacabana tam kasaba. İki dolarlık lokal otobüsüme atladım. Otobüs dediğim aslında minibüs. Çantayı attılar tepeye. Yerleştim yerime. Yanda geçnten bir veler anasıyla oturuyor. Şöför zaten müzik açmış, bir de velet cep telefonunda boktan popüler şarkılar çalmaya başladı. Biraz direndim ama sonunda yeter lan dedim. Anası anladı da kapattırdı telefonu. Zaten velet de korktu biraz. Sandalvari feribotla gölü geçip dört saat sonra vardık kasabamıza. Küçük Puno burası ama daha sevimli. Hostel gibi bir yer bulamayınca makul bir rakama otel odasına yerleştim. Boş otelde beni dördüncü katta odaya verdiler. Her iniş çıkış Ağrı Dağı tırmanışı gibi. Yine 3800 metrelerdeyim, malum. Geceleri de buz. Uyku tulumu + battaniye ile uyunuyor. Hiçbiryerde ısıtma yok. Gerçi neyle ısıtacaklar adamlar. Odun desen odun yok, başka kaynak desen başka kaynak yok.

Kasabaya gelince… Bir sokak, bir katedral, ve Puno’nun yüzen adalarının yerine Güneş ve Ay adaları var. Sokakta göreceli olarak fiyakalı cafeler mevcut var. Güneşi yakaladınız mı dışarıda oturmak güzel. Gölgeye denk geldiniz mi soğuk. Bir iki günü tembellikle geçirdim. Gece dışarı çekmeye değecek biryer de yoktu. Ben de sakin geçirdim. Kaçak DVD’ler bir liradan satılıyor. Uzun zamandır film seyretmemiştim. Üç beş tane film aldım. Cips ve kola eşliğinde, uyku tulumunun içinde film seyrettim. Bir gün katedrali ziyaret ettim. Mağrip stilinde inşa edilmiş. Arka tarafında mum yakılan ayrı bir bölümü var. Önce biraz bakındım. Sonra dışarı çıktım. Mum satan teyzeler üstüme fazla gelince sevaptır dedim, hepimiz tek tanrılı dinlerin mensubuyuz dedim, Allah beni kiliseden de duyar dedim, 10 tane mum aldım. Girdim, teker teker yaktım mumları, diktim yerlerine. Sonra rüzgar esti, birkaçı söndü. Biraz kıllandım. Hayra alamet miydi bilemiyorum ama dileklerimi diledim. Dünya barışı ve sağlık istedim öncelikle. İyi bir ofis işi ve kariyer diledim. Daha başka şeyler de diledim. O kadar mum aldık 10 Bolivyano verip. Hakkım var, di mi? Mumlar yanarken hakkım yanmasın…

Sonra ada ziyaretlerini yapayım dedim. İlk tekne sabah sekiz buçukta. Kalktım. Hava buz kesiyordu. Yağmurluydu. Bu havada adaya gideni dedim, gittim yattım. Öğleden sonra bir buçukta da tekne var. Ona atlarım dedim. Normal şartlarda Güneş Adası’nda üç saatlik yürüyüş yolu varmış. Onu yapacaktım. Her nedense hala yapabileceğimi düşünüyordum öğleden sonra gidersem. Güç bela öğleden sonraki tekneye yetiştim. Dediler ki bir buçuk saat yol var, orada bir saatin var, sonra tekneye atlayıp geri dönüyorsun. Biraz hayalkırıklığı oldu. Tam adasına da gölüne de söverken Pampas turundan tanıdığım çok kral ingiliz zenci çift dostlarımı gördüm. Önceden ayarlamışlar turu. E sen de gel dediler. İyi ben de geleyim dedim. Tur rehberleri çok tatlı Bolivyalı bir hatun. Katılabilir miyim dedim. Sorgusuz sualsiz tabiki dedi. Sadece tekne parasını verdim, katıldım dostlara. Adaya vardık. İlk yokuşu tırmanınca anladım ki zaten bu yükseklikte üç saat ada yürüyüşü bana göre değilmiş zaten. İyi ki uyumuşum sabahtan. Adada ilk iş, ufaklığın biri yapıştı yakama, kolye de kolye al diye. Baktım gitmiyor, sole var peru parası var dedim. İyi tamam deyince bir liraya kolye aldım. Daha kime vereceğime karar vermedim. Ucuz olduğuna bakmayın, manevi değeri çok. Hem enerjisi yüksek. İyi davranın bana, belki sizin olabilir.

Tepeyi tırmandık, daha sonra teknenin bizi alacağı tarafa doğru yürüdük. Bu ada İnkalar için kutsal. Sonuçta güneş zaten kutsal. Burası da Güneş Adası. Çeşmeler vardı yolda. Biri aşk, biri zenginlik, biri de bilmemne getiriyormuş. Ben az akan zenginlik çeşmesinden içtim. Para olunca gerisi gelir dedim. Hem diğer çeşmelere biraz daha eğilmek gerekiyordu. Belim ağrımasın diye zahmet etmedim. Sonuçta altın kural, altını olan kuralı koyar. Para çeşmesi yeterli. Teraslama sistemiyle baya tarım yapıyorlarmış burada. Yolda dev fasulyelerden araklayıp taze taze yedik. Bilmem kaç çeşit patates varmış. Onları anlattı sevimli rehberimiz. Sonra tapınağa vardık. Burada acaip enerji olduğunu, ışığın bile farklı gözüktüğünü iddia etti. Fotoğraflarda bak bak görüyor musun ışığı dedi. Bir şey görmedim ama evet dedim. Tapınağın merkezinde kalp şeklinde kocaman bir taş vardı. Bu ne şekil dedi. Ben kalp diye atladım. Bildiiinnn dedi. Sevindim. Tapınağın çeşitli yerlerinde, fotoğraf çekmeyi sevmeme fakat çekilmeyi sevmememe rağmen, zorla fotoğraflarımı çekti rehberimiz. Ama o kadar iyi niyetle ve keyifle yapıyordu ki bu işi, kıramıyorsunuz hatunu. Baya bir gizemli gibi anlattı bu tapınağı. Sadettin Teksoy programı gibi hissettim.

Bu kısa ama güzel turumuzu bitirdik. Dönüşte kaptanımız kıçtan takma motoru iple kenara bağladı. Ayağı ipe koydu. Rehberlerden biriyle kağıt oynamaya, bira içmeye, koka yaprağı çiğnemeye başladı. Koka yaprağından bize de ikram ettiler. Beleş diye çiğnedim. Hem yükseklerde iyi oluyor. Kaptan bir kere önüne bakmadı ama iskeleye kadar dümdüz geldi. Özendim vallaha adama. Hergün aynı şeyi yapıyor ama az kağıt oynayıp biraz da bira içerek gülümsemeyi beceriyor. Tebrikler. Dönüşte sorgusuzca bei de gruba dahil eden rehberimize biraz da bahşiş verdik. Öpüştük, helalleştik. Bana alabalık yemem için bir yer tavsiye etti. Akşama gittim, iki dolara alabalığımı yedim. İyiydi. O akşam arkadaşlarla helalleşip Cuzco’da buluşmaya karar verdik (sonradan beceremedik bir türlü). Ben son akşamımı da sakin geçirdim. Aslında güneş adasında konaklamak da mümkün hazır gelmişken. Güzel olabilirdi ama denk getiremedim. Bir gün yolunuz düşerse aklınızda olsun. Ertesi sabah yol üstünde Puno’da bir gece daha kalmaya karar verdim. Point hostel’de çalışan kızlara uğrayacağıma söz vermiştim. Üç dört saat sürüyor. Sınırı geçtik. Sayfa az kaldığı için memura tam buraya basar mısın damgayı diye anlatmaya çalışırken gitti boş sayfaya koydu damgayı hayvan. Kızdım biraz. Ama artık vaktimiz de azaldı seyahatte. Bu tür şeylere kızmamak lazım. Dünya görmüş insanız, di mi??? Point’e gittim. Ortalıkta çok az insan vardı. Güzel bir gün geçirdim. Akşama bana ha bire Pisco Sour ikram ettiler. Ben de iki viski çaktım üzerine. Otobüse çiçek gibi gittim. Yolculuk rahat geçti, ta ki….

14 Haziran 2010 Pazartesi

La Paz


La Paz’a bir kez daha gelmiş bulundum. La Paz ilginç bir yer. Krater içine kurulmuş bir şehir gibi. Merkez daha alçakta ama şehir yamaçlara doğru yükseliyor. Bütün binalar kerpiç ya da tuğla. Merkezden dimdik yamaçlara doğru yükselen şehre baktığınız zaman turuncu / kahverengi arası binaları görüyorsunuz. Pek çok şehirdeki gibi burada da bir iki kilise var ve en azından merkezdeki hayat bunların etrafında şekillenmiş. Puno’da nefes alışverişi zorlanmaya başlamıştı. La Paz’da o seviyelerde olduğu için burada da devam etti. Şehrin yokuşu da bol olunca uzun yürüyüşler hayal oldu. Yürüyünce nefes kesiliyor. Uyuni de yüksekti, bu sebepten, oradan dönüş fazla etkilemedi. Ama Amazonlara, neredeyse deniz seviyesine inip, dört gün geçirip, tekrar 3500-4000 metrelere çıkınca yamuldum. Hava inanılmaz kuru, oksijen az. Bu kuruluktan sürekli öksürüyorsunuz. Son dönüşte böyle oldu en azından.

Şimdiii… İnsanlar La Paz’a niye geliyor. Şehir öyle aman aman bir şehir değil. Hatta oldukça çirkin bir şehir. Gezilecek yerler de öyle aman aman değil. Ama eğlence mevcut. Bütün seyahat boyunca bu şehirden yolu geçen kiminle konuştuysam aynı şeyi duymuştum. Özellikle gençler, en az bir hafta on gün takılıp kalıyorlar bu şehirde. Şehrin iki adet büyük hosteli var: Loki ve Wild Rover. Loki başka şehirlerde de var ama Wild Rover sanırım tek burada. İlk gelişte Wild Rover’da kaldım. Akşamüstü hostele yerleştiğimde pek çok kimse yeni yeni uyanıyordu. Hostelin içinde Irish Pub’ı var. Bolivya parasal açıdan oldukça ekonomik. Yemek de çıkartıyorlar hostelde. Millet kalkıp yemeğini yiyip burada içmeye başlıyor. Happy Hour süresince iki dolar civarına Rum-Vodka-Gin üçlüsünden biririni seçip iki duble alıyorsunuz. 650 ml.’lik Bock (%7 alkol, çarpıyor) da iki dolar civarı. Karışımı iyi tutturursanız gülümseyen bir surata sahip oluyorsunuz gece boyunca. Bardakilerin çoğu hostelde kalanlar zaten. Hostelin barı gece ikide kapanıyor. Ama kapanış aslında yeni bir başlangıç. O gün için nereye gidilecekse (hostel yönlendirme yapıyor daha çok), hostelin hemen önünden normalin iki katı ücret almaya hazır taksiler kalkıyor. Ama bu ücret de iki dolar olduğu için pek çok kimse sallamıyor rakamı. İlk gece gittiğimiz yer ilginç bir yerdi. Brezilyalı gençler davul çalıyorlardı. Neden Brezilya davulları anlayamadım ama eğlenceliydi. Bu gösteri devam etti. Bol gringolu mekan olunca fahişesi de boldu. Kurtulması zormuş bunlardan. Bira içtik burada. Hostelden arkadaşların da hepsi kelle tabi. E ben de bir iki duble içmiştim, ben de iyiyim. Burası da sanırım sabah dört buçuk gibi kapandı. Asıl enterasanlık şimdi başlıyormuş zaten.

La Paz’da herkesin dilinde olan bir Ruta 36 Bar var. Herkes oraya gidiyormuş gece sonunda. Biz de bir arkadaşla taksiye bindik Güç bela adını hatırlayıp söyledik. Taksici göz kırptı, ok dedi. Sonra bizi allahın unuttuğu bir yere getirdi, aha burası dedi. Sabah beş, sokakta in cin top oynuyor. Biz neresi felan derken gaipten gençten bir çocuk peydah oldu. Ruta 36 mı dedi. Si dedik. Hal böyle olunca taksiciye haklı parasını verdik ve indik. Sonra çocuk cep telefonuyla bir telefon etti. Hemen arkamızda bir kepenk açıldı. La Paz’ın yeraltına doğru ilerledik. İçerisi Beyoğlu’nda ki Süper Restoran’ın (adı bu gerçekten) alt katıyla ucuz pavyon kırması bir yer. Tavanda disko topu, aynalı duvarlar, oturmak için köşeler var. Garipten bir müzik çalıyor. Biz de gittik bir köşeye çömdük. Hostelden birkaç eleman daha vardı, onlarla kaynaştık. Garip bir yer. Ama bar-club işini sonlandıran herkes soluğu burada alıyor. Biralarımızı aldık fakat bira harici şeyleri alan arkadaşlar da masalara dağılmaya başladı. Kokain’in gramı 100 Bolivyanoymuş (13-14 dolar civarı) meşhur barda. Millet masalarda takılmaya başladı. Bense bu düşmüş mekan için pahalı sayılabilecek biramı içmeye devam ettim. Beyazlardan uzak duruyoruz. Bunu unutmuyoruz. Mekan sabaha karşı daha bir kalabalıklaştı. Dans falan da ettiler. O kısımlar biraz bulanık. Sonradan öğrendim, burası polis tarafından sık sık basılan bir mekanmış. O gece iyi yırtmışız demek ki. Çıktığımızda gün ağarmıştı. Akşamüstü uyandığımda milletin neden o saatlere kadar uyuduğunu kavramış oldum. İlerleyen bir iki günü hostelin happy hour içkileri, bilardo ve kitapla geçirdim. Bir kere gördük yeter bu batakhananeyi.

Birkaç sakin gün dahilinde, şehrin enterasan olması gereken yerlerini de gezdim fakat çok enteresan gelmedi. Cadı pazarı bunlardan biri. Burası daha çok incik boncuk kıyafet satılan bir yer halindeydi. Ama kurutulmuş lama ceninleri ilginç gözüktü. Bereket için gömüyorlarmış bunları, iyi oluyormuş. Uyuni’den önce sıcak tutacak kıyafetleri buradan aldım. On dolara cillop gibi kazak (bunları Bolivya ve Peru’da her sırtçantalının sırtında görmek mümkün. Ben de kervana katıldım), iki üç dolarlara da eldiven kaşkol edindim. Hatta coşup panço bile aldım, nereye sokacaksam. Ama sıcak tutuyor namussuz. Faydası oldu. Bunun dışında kiliselerin olduğu meydanları biraz turladım. Yalan yok, müze falan gezmedim. Koka müzesi varmış, enterasan olabilirdi. Bir dahaki sefere bıraktım. La Paz böyle bir şehir işte. Genelde dağıtmaya gelinen bir yer. Bir de death road dedikleri ölüm yolu vardı ki herkesin dilinde. Uçurum kenarı yollardan yokuş aşağı sallanıyorsun dağ bisikletiyle. Herkes yapıyordu hemen hemen. Bir de minimum 60-70 dolar para. Ben de sinirlendim yapmadım. Zaten yükseklikle başım dertte, başım döner oralarda, kısa yoldan inerim aşağı maazallah. Yakınlarda israilli bir kız kısa yolu denemiş, becerememiş. Sizlere ömür. Belki bir dahakine. Bolivya’yı bitirmek için son durak olan Copacabana’ya gittim. Burası da Titicaca Gölü’nün hemen kenarında sakin bir kasaba. Hem şehirden sonra bir iki gün küçük yer iyi olur.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Rurrenabaque ve Pampas Turu

Şansımıza hava muhalefeti yoktu o sabah. Vakitlice bindik uçağa(!). Uçak 19 kişilik, dolu değildi. Pilotlar önde, ikişerli sıralarda, biz arkada bindik uçağa. Kapı falan yok cockpitte. Pilotları seyrediyorsunuz. Çalıştırdılar motorları. Bir baktık havadayız. Zaten 4000 metreden yokuş aşağı. Ecevit vitesi yaptık indik. Büyük uçaklar burunları havada inerler ya, bunlar öyle yapmıyor. Uzaktan havaalanını gördük. Sonra pilot abiler burnumuzu aşağıya çakarcasına düşürüp dalışa geçtiler. Sonra piste değince de asıldı frene, az salladı. Salimen vardık. Havaalanı binası zaten oda gibi bir yer. Şehir servisini yapan çocuklar çantaları çıkarttı. Gidecekler bindi uçağa. Biz de servise atlayıp tur acentemizi bulduk. Orası da bir oda. Siz gidin bir saat takılın dedi. İyi dedik. Tam o sırada motosikletiyle French Baker yanaştı. Krosanlarından satmaya çalıştı. Bunu da duymuştum ben. Laos, Don Det’de de Australian Baker vardı, manyak olan, anlatmıştım. Dünyada her yerde bir tane çıkıyor karşınıza. Dükkanın yerini sorduk, gittik, kahve için kahvaltı ettik. İhtiyaçlarımızı alıp ecenteye döndük. Onlar da hazırlıklarını yeni yeni bitiriyorlardı. İki cipe böldüler bizi. Bize güzeli düştü, altı kişi bindik.

İlk hedef kanolara bineceğimiz nokta. Yaklaşık 3,5 saat sürüyormuş. Yol zaten allahlık. Hoplaya zıplaya ilerlemeye başladık. Ama yüksek yerlerden sonra hava çok güzel geldi. Etrafı seyrederek, uyuklayarak vardık hedefimize. İlk iş, burada da ulusal parka 150 Bolivyano ödemek oldu. Uyuni’yle aynı tarife. Kimbilir kime yar oluyor bu paralar.Bolivya için 20 dolar civarı giriş biraz fazla. Geriye pek bir şey verdikleri de söylenemez. Söğüşlendikten hemen sonra öğle yemeğini yedik, ve kanolara devam ettik. Nehrin kenarında uzun ince kanolar bizi bekliyorlardı. Erzaklarımızı ve kimin için gittiğini halen bilemediğimiz iki de büyük yatağı kanolara yükledik. Yolumuz buradan da bir üç saat çekecekmiş. Ama arabada olmaktan çok daha güzel tabi. Bizim grup altı kişi, öbür grup yedi kişi çıktık iki kano ile yola. Daha ilk kıvrımı döner dönmez timsahlar çıktı karşımıza. İlk görünce bir garip geliyor tabi. Herkes fotoğraf çekmeye başladı. Önümüzdeki üç gün boyunca üç beş bin tane gördük herhalde. Rehberimiz Jamie (kendine öyle diyor), ara ara yavaşladı, ara ara durdu. Bize hayvanları anlattı. Bak bu kuş, bu en büyük kemirgen, bunlar maymun vs. diye anlattı. Aslında yol o kadar uzun değilmiş, ama biz gringoların dur kalkları, etrafı seyretmeleri ile uzun sürüyormuş. Hakikaten güzel yerler. Kahverengi suların içinde piranhasını, timsahını, kaplumbağasını, pembe yunuslarını barındırıyor Amazon havzası. Ormanlıklarında kimbilir neler var. Ara ara çok yaklaştık bu timsah denen mahlukatlara. Birkaç kere zıpladık yerimizden. Üç saatlik kano yolculuğunun sonunda kamp yerimize vardık. İskelemizin etrafında üç tane timhah takılıyordu halihazırda. Biz yanaşınca kaçtılar. Erzakları ve yatakları (?) indirdik. Bizim gruba bir oda verdiler, yerleştik. Tahta kolonlar üzerine, yükseğe oldukça büyük bir kamp yeri kurmuşlar. Bunlagolavlar basit ama ormanda ne olacaktı. Ortaya voleybol için file bile kurmuşlar.

Yerleşince, amazon sularıyla duşumuzu aldık. Buz gibi bira da mevcut. Birer tane de ondan açıp günbatımını seyrettik. Akşam yemekleri yendi. İlk gecenin programı timsah seyretmeye gitmekmiş. İyi dedik. Uzun günün ardından bira yaradı zaten. Korkar mıyım timsahtan. El fenerlerimizi aldık. Daha kanoya binmeden etrafa bir tuttuk feneri. Heryer sarı sarı çift çift gözlerle sarılmış. Jamie başladı anlatmaya: bunlar gece avlanırlar, şöyle yerler, böyle yerler vs. Atladık kanoya, kürekle nehir aşağı ilerledik. Heryerimiz sarılmış meğer. Kanodan düşmek istemezsin burada. Arada bazı timsahlar hamle yapıyorlar, kalp atışları hızlanıyor biz de. Baya bir gittik ama sonuçta gözleri sayıyorsun bir yerden sonra. Motoru çalıştırıp geri döndük. Uyuni turunda aldığımız oyun kağıtları hayat kurtardı. Shithead oyununa oturduk. Ta ki vatandaşlar elektriği kesene kadar. İlk gece gittik yattık. Sabah beşten beri ayaktayız zaten. Üzerimize örtü vermemiş danalar. Sabaha karşı titreyince, yandaki boş yatağın yatak örtüsünü çektim aldım. Sabaha konuştuk, herkes donmuş. Sorunca da dediler ki, niye battaniye istemediniz. Ne dersin bu adamlara.

İlk geceyi atlattık. Kahvaltı baya başarılıydı. Sırada anaconda peşine düşmek varmış. Ben başta bu anacondalar yedi sekiz metre gelir diye hesap ediyordum. National Geographic Channel’i fazla seyretmişiz. Rehberle konuşunca, öyle babaları yok etrafta. Şanslıysan iki üç metrelik görürsün dedi. Yapacak bişey yok. İyi dedik. Gitme vakti gelince çizmelerimizi seçtik. Tam ayağıma göre buldum dedim, bir baktım yırtık var. Sonra diğerlerine baktım. Hepsi yırtıkmış. Ne olacak ki şu kadar sudan. Kanolara atlayıp hedefimize vardık. Sulak alanlara doğru yürümeye başladık. Bataklığa gireceğimiz noktaya geldik. Her türlü hayvanın pisliği, otlar bitkiler, bir de su karışınca değişik bir koku yayılmış havaya. Suya ilk adımı atınca çizmenin içi o siyah suyla dolmaya başladı. Bir garip oldum. İlerledikçe bastığımız yerler dize kadar gömülüyor yer yer. Burada düşmemek lazım, o kesin. Yılan aramaya odaklanınca pisliği unuttuk. Yavaş yavaş ilerleniyor bataklıkta. Otların arasını araştırıyoruz. Biz bir şey görmedik tabi. Sonra rehberin biri buldu anacondayı. Hayvanı baya bir sıkıştırdık. Herkes tutuyordu, ben de bir fotoğraf çektirdim gariban hayvanla. Akabinde iki üç tane daha bulduk. Hepsi aynı gerçi. Bir tane bulunca geri dönmek lazım, devam etmeye gerek yok. Zaten hava çok sıcak. Ama olmaz. Genişten alıp sabah turumuzu eksiksiz tamamladık. Güneşten herkes yamuldu. Adamlar biliyorlar tabi. Bolca siesta ve terlik istirahati verdiler. Az uyku, az voleybol, bol yemek ile öğleni bitirdik. Sonraki aktivite piranha avlamakmış.

Giderayak yanınıza para alın dedi rehber. Parayla mı avlayacaz bu balıkları. Kapitalist dünya amazonların ciğerine kadar girmiş demek. Ben bu arada atıyorum tutuyorum, ben şöyle tutarım böyle çarparım diye. Hatta Alman Martin’le iddiaya bile girdim senden çok tutarım piranhayı diye. İki üç nokta değiştirdik. Bizim rehber kerteriz almayı iyi beceremedi ilk iki noktada. Fazla bir şey çıkmadı. Son nokta daha iyiydi. Ben atıyorum atıyorum kedi balığı çıkıyor benim kısmetime. Hayatında balık tutmamış kızlar piranha tutuyorlar. Bir de çığlık atıp sinirlendiriyorlar beni. Ben de oltayı onlardan tarafa sallamaya başladım. Bu şerefsiz piranhalar eti anında bitiriyorlar, yağını da yemiyorlar ha etin. Kolestrol sorunu da yoktur bunların. On tane falan kedi balığı tuttum, piranha tutamadım. Bir de vıcık vıcık balıklar bu kedi balıkları, iğneyi çıkartırken her seferinde yüzgeçi girdi elime. Rehber hadi artık dedi. Zaten et de bitmişti. Yola çıktık. Bir yerde durduk. Burda bir bar ve de önünde futbol ve voleybol sahası varmış. Para buraya lazımmış meğer. Futbola hazır bir kadro vardı zaten. Üçerden minik kalelerle başladık maça. Ben sefil avrupalılara bir on numaranın nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda ders verdim. Alex gibi, hem attım, hem attırdım. Bir maestro gibi takımımı yönetirken gün battı, sivrisinekler atağa geçti. Biz de sonucu önceden belli olan maçı (ben varım) bırakıp, üstümüzü giyinip, biralarımızı aldık. Hava kararmıştı neredeyse. Kanolara atladık yine. Karanlıkta bizim rehber Jamie son sürat yol almaya başladı. Hadi nehri biliyor, ya kütükler dallar ne olacak nehirde yüzen. Yolda söylediler, Jamie üç büyük birayı yuvarlamış voleybol oynarken. Belli kafa güzel. Korka korka oturduk mecburen ama götürdü bizi yuvamıza ayyaş Jamie. O akşamı da yemek ve akabinde hamaklı barda takılarak geçirdik.

Etraf güzel olunca vakit çabuk geçiyor. Son gün geldi çattı. O sabah amazon nehrinin pembe yunuslarıyla yüzmek vardı programda. Götürdüler yine bizi nehrin bir tarafına. Yunuslar yüzüyor orada. Etrafta tabiki timsahlar da var. Millet girdi suya. Ben pek gönüllü değildim. Adını Pedro koyduğumuz timsahla oyalandım ben. Rehberler biraz et verdiler. Hayvan kenarda takılıyor öyle. Ellerini gözlerinin üstüne koyarsan sevebiliyorsun hayvanı. Gerçi Alman çocuğun bacağı gidiyordu sevmeye çalışırken ama bir şey olmadı. Ben oldukça yakından fotoğrafladım bu ilkel çağların yenilmez savaşçısını. Yüzenler yüzdü, takılanlar takıldı. Turumuz da burada bitti. Geri dönüldü, toplanıldı. Kanolara binildi. Etrafı seyrede seyrede döndük. Bu sefer şöför tam arıza çıktı. Üç saatte geldiğimiz yolu bir saat kırkbeş dakikada döndük. Nasıl sormayın.

O güne uçakta yer olmadığı için bir gün kasabada takılmak gerekiyordu. Bir yer buldum. Sakin sakin takıldım. Bütün gece yağmur yağdı. Uçak kesin kalkmaz diyordum. Kalkıyormuş, ama başka havaalanından. Bu yol da kırkbeş dakika sürdü. Burası da çim pist. Niye oradan kalkmadı da buradan kalkıyor, bilemedim. Bizim servis otobüsündeki çocuk minibüsten bavulları indirdi yine, sonra şu ışıklı çubuklarla uçağa yerini gösterdi. Gelenlerin bavullarını bu sefer uçaktan indirdi, bizimkileri yükledi. Uçuş kartlarımızi bile o kontrol etti. Çokyönlü bir gençmiş. Tebrikler. Bu sefer de 4000 metreye tırmanış başladı. Pilotların “sayın yolcular, La Paz’a iniş için yükseliyoruz” dediklerini hayal ettim kafamda. Yalan da değil. Sonunda vardık. Mis gibi düzlüklerden sonra al sana yüksek yer al sana yine nefes darlığı…

2 Haziran 2010 Çarşamba

Uyuni ve Salar De Uyuni

Bolivya yazısına Uyuni ile başlamak istiyorum. La Paz’a geldim. Hatta La Paz’a üç kere geldim. Muhtemelen daha da gidip gelebilirim. Bu sebepten ötürü bu şehirle ilgili yazımı biraz ileriye bırakıyorum. İlk gelişimde 3 gece kaldım. Sonunda, Salar de Uyuni turunu önce yapmaya karar verdim. Puno’da tanıştığım İngiliz arkadaşla konforlu olduğunu düşündüğümüz turist otobüsünden biletlerimizi aldık. Varınca ofise anladık ki fena geçirmişler bize. Makul bir komisyona ara ara razı oluyorsunuz. Yoksa firmaya gittin geldin aynı paraya geliyor. Ama belli ki Bolivya’da kör tuttuğuna, topal yakaladığına komisyon geçiriyor. Aklınızda olsun, firmadan alın biletinizi. Yolculuğumuz gece olacaktı. Bindik dokuzda. Tavuk pilav bile verdiler. Ama film var demelerine rağmen film koymadılar. 11-12 saatlik yolun son 5 saati toprak yolda. Toprak ama düz de değil. Zıplaya zıplaya, çantalar düşe düşe gidiyorsunuz. Gece otobüs teklemeye başladı. Motor dondu dediler, ne demekse. Biraz gittik biraz durduk. Sonunda vardık. Şehir bu üç günlük turlar üzerine kurulmuş. Pek kalan eden yok. Sabah gelip tura katılıyorlar, dönünce de basıp gidiyorlar. Millet önceden 700 Bolivyano vermiş almış turunu. Ben akıllıyım. Gidince hallederim demiştim. Nitekim de öyle yaptım. Arkadaşın turu aldığı acenteye gittim. Aldık elimize hesap makinesini. 600’den açtı defteri teyze. Hesap makinesinde yazışa yazışa 530’a bağladım. Takriben 65-70 dolar olması lazım. Üç günlük yediğin içtiğin yattığın tur için fena değil. Sonuçta, otobüsten iner inmez tura katılmış oldum.

Bir bir buçuk saat vakit öldürdük. Onlar hazırlıklarını yaptılar. Cip geldi sonunda. Çantaları, tüpü, suyu ıvırı zıvırı attık üst tarafa, bindik araca. Normal şartlarda altı kişi sığdırıyorlar. Şansımıza beş kişiydik. Bir Hindistan asıllı İngiliz, bir Amerikalı, bir İtalyan, ben, bir de Bolivyalı bu cipte kader ortaklığı yaptık önümüzdeki üç gün için. Bolivyalı hatun ABD de yaşıyormuş. Tercümeleriyle hayatımızı kurtardı. Yoksa şöför abi ara ara ispanyolca anlatıyor gönlünce. Yola koyulduk. İlk durak tren mezarlığı. Onbeş dakika durduk, fotoğraf çektik. Sonra tuz çölüne doğru yollandık. Girişinde ilk molamızı verdik. Bazı evler tuzdan tuğlalarla yapılmış. İlginç geldi. Evde tuz biterse komşuya koşmak yok elde fincanla. Duvarı kırıyorsun. Ama kolonlardan olmaz, deprem yönetmeliğine aykırı. Burada tuz işinde çalışan bir ailenin günde 40 Bolivyano (6-7 USD civarı) kazandığını öğrendim. Fukara ülke maalesef. Tuz çölüne girişimizi yaptık bu duraktan sonra. Tuzları tepecikler halinde biriktirmişler. Kürekle küreye küreye topluyorlar tuzları. İlginç görüntüler oluşmuş. Tuz müzesine uğradık. Bazı gruplar orada öğle yemeklerini yiyorlardı. Tuzdan masalar sandalyeler vardı. Ama bizim asıl hedef Balık adasıymış. Tekrar yola koyulduk. Yansımalardan dolayı herşey bir acaip gözüküyor. Yağmur yağınca çok ama çok daha güzel oluyormuş. Ama mevsim yağmur mevsimi değil. Uzaktan balık adası gözüktü. Tuzdaki yansıması ile bütün olunca balık gibi gözüküyor hakkaten. 10 dakikaya varırız derken bir türlü varamadık. Ada az az büyüyor ama bir türlü varamıyoruz. Ne öğrendik, tuz çölünde mesafeler yanıltıcıymış. Belki bir buçuk saat sürdü varmamız.

Varınca bir baktık ki kocaman bir kayalık, üzerinde dev kaktüsler. Öğle yemeğimiz hazırlanırken adayı gezmek mümkün. Ben altıma yapmak üzereydim, arka tarafa dolandım. Hacetimi giderip tersten tırmanmaya başladım. Tepeye varınca normal giriş yapan arkadaşlarıma rastladım. Meğer giriş ücretliymiş. Ben beleşe getirmiş oldum şansa. Daha bir güzel gözüktü herşey gözüme. Dev kaktüsleri ve uçsuz bucaksız tuz çölünü seyrettik hayran hayran. Açık hava acıktırdı, kurt gibi atıldık öğle yemeğine. Sonrasında biraz aptal fotoğraflardan çektik. Pringles kutusuyla türlü numaralar denedik. Bizim grup yeteneksiz çıktı. Bir türlü istediğimiz kareleri yakalamadık. Ben de milleti teselli ediyorum daha üç günümüz var diye. Acaip numaralar yaparız diye. Araca atlayıp bir saat sonra tuz düzlüklerinden çıkınca dank etti. Daha tuz muz pringles beyazlık yokmuş. Sırf çölmüş anasını satayım sonrası. Üzüldüm. Bir buçuk iki saat daha yol aldık. Dağbaşında bir köye geldik. Biz üç elemanı sadece üç yatağın ve çantaların sığabileceği bir odaya koydular. Güneş battı, hava buz kesti. Yapacak bir şey de yok. Bakkal bulduk. Oyun kağıdı ve Sangrina içkisinden aldık. Sert içki, iyi gelir soğukta, ısınmak lazım. Döndük geriye. Bolivyalı kız biz burda sıcak çaya karıştırırız bu içkiyi dedi. İyi dedik, denedik. Güzelmiş. Biraz demlendik, asshole adlı oyunu oynadık. Bir asshole bir de shithead gezginler arasında popüler oyun. İyi gidiyorlar arada. Özellikle dağbaşlarında. Sonra yemeğimizi yedik. Şöför ve aşçımız da bizle geziyor haliyle. Aşçımız Jackie baya başarılı işler çıkartıyor az imkanlarla. Sonra foto makinesinin pilini şarj edeyim dedim. Beş bolivyano dediler. Şaka sandım. Gerçekmiş. Duş da beş papelmiş. Aklım ermedi. Sonunda pes edip ödedim beş papeli de şarj ettim pili. Soğuktu, duş yapmadım. Ama bir ben pis değilim, rica ederim, kimse yapmadı. Yemekten sonra az daha takıldık. Yatak vakti geldi. Nasıl soğuk anlatamam. Uyku tulumu ve üç battaniyenin altında anca uyuyabildik. Sabah çıkmak zor oldu yataktan.

İkinci güne kahvaltı ve cipin arızasıyla başladık. Hortumlardan biri patlamış. Bir saat gezindik ortalıkta, beklerken. Hortum bulundu ve yola koyulduk. Çölde yol aldık. Her tarafımız yanardağlarla çevrili. Şu aktif şu değil falan diye anlatırken şöförümüz Henry, bir de lastik patladı. Ama sürekli olduğu için bu hadiseler, alışkınlar, çabucak değiştirip yola koyulduk. İkinci gün dağlar ve lagunlar arasında geçti. Etkileyici renkler, dev dağlar, renkli göletler, flamingolar derken akşamı ettik. Bol bol fotoğraf çektik. Ulusal parka giriş ekstraydı. 150 Bolivyano aldılar kelle başı. Bolivya gibi bir ülke için çok para açıkçası. İkinci gecemizi geçireceğimiz yere geldik. Burası da dağbaşında büyükçe tek katlı bir bina. Akşam yine buz kesti. Ben La Paz’da panço almıştım. Onu giyince kendime geldim. Çayımıza içkimizi karıştırıp ısınmaya çalıştık yine. Kağıt oynadık yemek yedik. Sonra uyku tulumu ve üç battaniyenin altına girip uyuduk. Yine de biraz üşüdüm. Erken yattık çünkü sabah kalk beşteydi. Geyserleri görüp oradan kaplıcavari bir yere gidecekmişiz. Karanlıkta çıktık yola. Alacakaranlıkta ve eksi bilmem kaç havada geyserlere baktık. Tam gün doğarken termale vardık. Önce girmeyecekmiş gibi konuştu herkes. Ben üşüyen adamım, hayatta girmem diyordum. Baktım herkes giymiş mayoları, atladılar küçük havuz gibi yere. E durum böyle olunca ben de gireyim bari dedim. Girene kadar eziyet ama donmuş ayaklara çok iyi geliyor. Havuzda ısındık. Çıkış da ayrı eziyet oldu. Kurulanıp üstümüzü giyene kadar azcık titredik ama kahvaltıda kahveyle ısındık. Yola devam akabinde. Çöl yolu, kaya vadileri, daha çok dağ, yeşil lagun derken dönüş yolu başladı. Beş altı saat sürecekmiş. Arada güzel doğal yerleri de durup ziyaret ederek ufaktan geri yol aldık. Lastik yine patladı ama önceki gün tamirat yapılmıştı, sorun olmadı.

Üç günlük tur doğal olarak muhteşemdi. Zaten Güney Amerika’nın hatırı sayılır yerlerinden biri kabul ediliyor burası. Dehşetengiz görüntüler yakaladık. Ben tuzun üzerinde daha fazla vakit geçireceğimizi ummuştum (neye dayanarak sormayın) sadece. Tuz çölü ayrı bir büyüleyiciydi çünkü. Nereye baksan görsel illüzyon. Bir gün bir daha gelmek lazım, yağmurda kesinlikle. Yemekler başarılıydı. Ekip iyiydi şansıma. Herkes kafa çıktı. Akşamüstü Uyuni’ye varınca ne yapacağıma karar veremedim bir türlü. Potosi ve Sucre var ama hemen gitmek istemedim nedense. Para işini ayarlayıp, son dakikada La Paz otobüsüne binmeye karar verdim. İngiliz arkadaşı planını değiştirip Amazonlara gitsin diye ikna etmiştim önceden. E gel o zaman deyince, iyi dedim ben de. Bu sefer arızasız geldik. Ama yol kötü, ekran sabitlenmiyor diye yine film koymadılar. Mecburen uyuduk yolda.

La Paz’da daha az gürültülü Point Hostel’e yerleştik. Pampas turu yapmak istiyordum. Bunun için önce Rurrenabaque şehrine gitmek gerekiyor. Otobüs 18-20 saat ve yollar çok tekin değil. Hem duyduğum zaman inanamamıştım, aktarayım. Bir iki ay önce devlet içkili araç (otobüsler başta tabiki) kullanmaya karşı yasa çıkartınca ya da yasaları sıkılaştırınca buranın şöförler odası mı ne ayaklanıp yolları falan kapamışlar. Bunların başkanı azcık içkiye yaptırım olmamalı, bir iki şişeye haklılar falan demiş. Üstelik bir makale okudum, bu başkanın şu anda ehliyeti alıkoyunmuş vaziyetteymiş. İlginç ülke vesselam. Bu sebeplerden dolayı uçmaya karar verdik arkadaşla. Sıkı pazarlıkla bilet artı turu makul fiyata kapattık. Amaszonas firması uçuyor buraya. Gerçi pist çimen toprak karılımı olunca iptal olma ihtimali varmış uçakların. Riski göze aldık. Pampas turunda da nehirden aşağı salıyorsun, anaconda peşinde koşuyorsun, piranha avlıyorsun, maymunları besliyorsun, timsahlarla şakalaşıyorsun. Bir de jungle tour dedikleri iki günlük orman içine dalma vardı. Ona yazılmadım. Bu sefer de uçaktan dolayı kalk dört buçuktu. İşler hallolunca çok kral hint yemeğini beş dolara yuvarlayıp erkenden yattık. Bu uçaklar da küçükmüş, ineceği yer çimenmiş toprakmış. Hadi bakalım. Sabah ola hayrola…

28 Mayıs 2010 Cuma

Puno

Puno’da aslında dediğim gibi az takıldım. Yazıyı niye bu kadar geç yazıyorum. Sonrasında çok hızlı hareket ettim de ondan. Puno’ya sabah varınca koyup kafayı uyudum. Kalkınca anladım ki kahvaltı bitmiş. Güney Amerika’da kahvaltı dahil demek, tereyağ-reçel-kötü ekmek ve kahve demek. Aslında bir şey kaçmış sayılmıyor. Ama resepsiyondaki kıza şirinlik yapıp kahvemi almayı becerdim. İlk önce sıcak suya makine kahvesi attılar. Hay allah deyip onu döktüler, sonra nescafemi teslim ettiler. Bu sabah da böyle yırttık. Buradan hiç türk geçmiş midir diye sormuştum resepsiyonda. Ara sıra demişti kız. Şirinlik yapmak için sallıyordur diye düşünmüştüm. Bilgisayarımı alıp yukarıda cafe-barın olduğu kata çıktım. Millet duvara istediğini yazarak kendini ifade etmiş. Bir baktım Nevzat ve Ersen adlı iki türk arkadaşımız da not düşmüş. Şöyle demişler: Eğer bir gün buraya bir türk gelirse hemen kaçsın, şehir merkezine çok uzak. Başka bir türk kızımız da ben de buradaydım gibilerinden silik bir not düşmüş. Yolu buradan geçmiş ve fikirlerini paylaşmış arkadaşlara teşekkür ettim içimden. Ama kaçmadım. Şehre uzak mıydı hostel? Azcık. Aslında uzak değil de yokuş. İlk dışarı çıktığımın dönüşünde, 500 metrelik yolun yarısında durup dinlenmek zorunda kaldım.
Kasaba 3800 metrede olunca, oksijen yetmiyor malum. Alışmak lazım, yolumuz hep yüksek bundan sonra.

Puno’ya dönersek, Titicaca Gölü’nün kıyısında bir kasaba. Folklorik Kentiymiş aynı zamanda Peru’nun. Dağların yamacına doğru büyümüş. Binaların çoğu tuğladan ibaret. Vergi ödememek için bir numaraymış sanırım. İlk gün biraz dinlenince çıktım biraz gezdim. Merkezde bir kilise. Hemen yakınında dükkanların ve restoranların bulunduğu bir sokaktan ibaret. Ben önceden sormuştum yerini. Şehrin pazarının olduğu yere gittim. Chifa adı verilmiş Peru ve Çin yemekleri kırmasının satıldığı ucuz bir restoran buldum. Kaç zamandır deneyeceğim şu Chifa’yı, kısmet Puno’yaymış. Neyin ne olduğunu tam çözemeyince şefin spesiyalini ısmarladım. Üç kişilik geldi. Şef pilava ne bulduysa atmış. Tavuk, lama, karides vs. Çin yemeğindeki Peru etkisini anlayamadım ama çoğunu yedim. Akşam yemeği yemek zorunda da kalmadım üstelik. Göbeği şişirdim, hazmetmek için biraz daha yürüdüm. Şehir zaten bitti böylece. Ben de hostele döndüm.

Bu Point Hosteller aslında zincir. Peru’da bir çok yerde varlar. Eğlence hosteli olduklarını iddia ediyorlar. Ama Puno şubelerindeki barları halen inşaat halinde. Haliyle en üst katta çok fonksiyonlu bir oda var. TV seyrediliyor, sipariş verirseniz yemek yeniyor, bir tane buzdolabı var. Biranızı alıp deftere yazıyorsunuz şunu-bunu aldım diye. Etrafta üç beş kişi vardı. Biramı aldım oturdum. Dışarısı ufaktan buz kesmeye başlamıştı zaten. En kral aktivite olsa çıkılmaz. Derken fransız bir elemanla lak lak etmeye başladım. Sonra az ingilizce konuşan iki de arjantinli fırlama katıldı. Bir kısım huzur içinde tv seyrediyordu. Biz biralara devam ettikten sonra içki içme oyunu oynamaya karar verdik. Bütün bardakları ortaya koyuyorsun, bozuk parayı sektirerek bardakların içine sokmaya çalışıyorsun. Kimin bardağına girerse, o şahıs birayı yuvarlıyor. Para bütün bardakların ortasındaki boşluğa gelirse herkes içiyor. Masada para sekmeyince, tahtası daha kuvvetli bara geçtik. Parayı bamgüm sektirirken ve aynı zamanda kahkalar atarken vakit biraz geçti. Huzur içinde tv seyredenler kaçtı. Sonra iki de amerikalı kız geldi, onlar da katıldı oyuna. Çok hijyenik bir oyun değil, titiz insanlara tavsiye etmem, zira bozuk para bütün sektirmelerin yarısında yerde son buluyor. Ya da bardaktan çıkartılmaya çalışırken birinin ağzında. Böyle böyle herkes çakırkeyf oldu. Sonra hostelin sahibi ve yerel bayan şefi de bize katıldı. İskambil kağıdıyla başka bir oyuna başladık. Arada pisco falan da geldi gitti sanırım. Geceyarısı herkes iyiydi. En son arjantinli elemanları amerikalı kızlara ahlaksız tekliflerde bulunurken gördüm duydum. Ayıpladım. Ben sonra gittim yattım.

Ertesi sabah kalkınca da öğleden sonrası için tur ayarladım hostelden. Bazı yerel aileler yüzen adalarda yaşıyorlarmış. Bunlardan aslen 40-50 tane varmış. Tam günlük turlar biraz zayıf diye duymuştum. Ben de yarım günlük yüzen ada turunu aldım. Sabahtan az daha gezdim. Liman tarafını biraz kolaçan ettim. Burada yerlilerin küçük küçük dükkanları var. Fazla bir insan yoktu piyasada ama. Gerçi 2,5 soleye makul bir öğlen yemeği yedim. Hostele dönüp turumu bekledim. Öğleden sonra geldiler beni aldılar hostelden. Milleti toparladık minivanla. Limandan atladık pırpır bir kayığa. 30-40 dakika sonra ilk adaya vardık. Bu ada küçükmüş. 20 kişi falan yaşıyormuş. Adanın şefi geldi, maketlerle adayı nasıl yaptıklarını falan açıkladı. Bu sazlıkların üzerinde büyüdüğü toprak gibi hafif bir materyal varmış. Bunları bloklar halinde kesip birbirine bağlıyorlarmış. Üzerine de sazları atıyorlarmış. Evler falan sazdan zaten. Kayıklar sazdan. Adayı da taşlarla sabitliyorlarmış. Şu anda tek numara turizm tabi. Eskisi gibi öyle balıkçılık vs. pek yok gibi. Bana biraz crocodile dundee’yi andırdı. Bizim kafile adaya varır varmaz çocuklar kadınlar göstermelik birşeyler yapmaya başladılar. Dundee’de permatikle traş olurken hatunu görüp hemen bıçakla traş olmaya devam eder ya, onun gibi. Ama ne olursa olsun ilginç bir yaşam. Yürürken bile her an suya gömülecek gibi hissediyor insan. Adamlar anlattı biz dinledik. Sonra hediyelik eşya satma vakti geldi. Biz yaptık falan diyorlar ama şehirden aldıkları belli. Teşekkür ettik. Sonra sıra geleneksel kayıklarla öbür adaya gitmeye geldi. Bizim grup biraz kararsız kaldı. 5 sole diyorlar. Ben son anda bir daha mı gelecem Titicaca Gölü’ne (bu arada rehber bizi azarlarcasına buranın Lake Titihaha şeklinde telaffuz edildiğini söyledi defalarca. Yani siz de doğru telaffuz edin) diye kıydım paraya, verdim atladım kayığa. İyiydi. Öbür ada çay-kahve-yemek satmak üzerine kurulmuş. Fazla takılmadık. Bu adalarda ailelerle cüzzi bir rakam karşılığında gecelemek de mümkün. Bir eleman kalmaya karar verdi. Biz döndük.

İkinci ve son akşam da daha değişik bir ekiple içme oyununa devam ettik. Bir hintli asıllı ingiliz arkadaş, bir başka ingiliz, bir fransız, bir türk. Fıkra gibi. Son akşam da böyle geçti. Ertesi sabah La Paz’a biletimi ayarlamıştım. Sınır geçeceğim için yolculuk erken olacaktı. Bileti hostel’den almıştım. Otogara gidince anladım ki onlar bileti vermeyi unutmuş, ben de almayı. Üç telefon konuşmasından sonra yanlış firmaya benim biletim sizden diye ısrar ettiğimi anladım. Dördüncü konuşma doğru firmayla olunca son dakikada otobüse, boş kağıda yazılmış bilet numaramla binmeyi becerdim. Muavin beni azarladı bilet nerde diye. Unuttular vermeyi dedim. Neresi dedi? Point Hostel dedim. İç geçirdi, point, hep aynı hep aynı dedi. No recommend dedi. Ok dedim. Ne diyeyim. Sınırı bir şekilde geçip La Paz’a vardım. Aslında birkaç yere daha gittim ama yazmaya henüz vaktim olmadı. Bir dahaki yazıya artık…