24 Şubat 2010 Çarşamba

Fortaleza

Otobüsü yakaladım ya şansa. Keyiflendim. Dört saat sürdü Rio. Sıkıntı yok. Hayaller kura kura geçti yol. Yarım saat içim geçmiş. Sonra yine kalktım. Otobüsler aslında yolculukta en sevdiğim zamanların başında geliyor. Bir tek ben mi böyleyim bilmiyorum, en çok otobüste kafam temizleniyor, ne yaptığımı, nasıl gezdiğimi anlayabiliyorum. Bazen farkında olmadan camdan dışarı bakarak sırıtırken buluyorum kendimi, bazen de derin derin düşünürken. Ama en çok otobüslerde oluyor bu. Niye uçak değil derseniz, galiba yaş ilerledikçe uçaklar daha korkutucu ve huzursuz olmaya başladı. Türbülanslar falan geriyor artık. Hem görecek daha az şey var camdan bakınca. Neyse, bu kadar felsefe yeter, ne diyordum. Evet, arada rehber kitabımıza da bakmayı ihmal etmedim tabiki. Fortaleza’ya gidiyorum ama nasıl bir yerdir acaba? Havaalanından şehre gidişe baktım. Şuna bin, buna bin, ama öğleden sonra Centro’da otobüs değiştirme, tehlikelidir yazıyor. Biraz gerildim. Tek gidiş o benim yatak ayırttığım hostele. Benim de birkaç kontörüm var Brezilya numarasından. İyiki de almışım numarayı. Aradım hosteli. Dedim böyle böyle, ben bu saatte varıyorum, nasıl geleyim. Sen hiç otobüse bulaşma, iki saat sürer, o saatlerde sakat iş dedi. Paşa paşa taksiye bin, ver 36 real dedi. Sinirim bozuldu. O para şehirlerarası otobüs parası yahu. Ama sırtta kocaman sırt çantası, küçük çantada netbook, YENİ fotoğraf makinesi, pasaport, cüzdan falan. Hemen bir hesap yaptım, taksiye o parayı vermeye karar verdim. Bir taraftan ne olcak yahu otobüste diyorum, öbür taraftan Centro’da eli bıçaklı haramilerin etrafımı çevirip, evim olan Deuter sırtçantam ve bütün malvarlığım olan küçük çantamla gülüşerek uzaklaştıklarını hayal ediyorum. Taksi mantıklı.

Uçağa atlayıp üç saat uçtum. İnince çıktım havaalanından. Hala acaba otobüse mi binsem diye düşünüyorum. Şaka tabiki. Bindim taksiye, garip bir şehir. Sokaklar bir boş, bir garip. Vardığımızda baktım hostel de garip. Şöyle söyleyeyim. İki kapı var. Şifre girince birincisi açılıyor, sonra ilk kapıyı kapatıp ikinci kapıya şifre giriliyor. Sonra avluya ulaşılıyor. Çok matah bir yer değil ama burada fazla kalmaya da niyetim yok.

Hostel Iracema plajına yakın. Rehber kitap burada eğlence fena değildir yazıyor. Çıkıp bir baksam mı diye düşündüm çantaları odaya bırakınca. Gittim hostelin sahibi Gisele’e sordum. Oraya sakın gitme, yaşlı adamlar çocuk fahişeler peşinde, başka da bir şey yok dedi. Haydaaa. Nereye geldim ben. E nereye gidecem, şu hemen aşağıdaki kültür merkezine git dedi. Orada barlar falan var. Çıktım yürüdüm. Etraf bir değişik. Kültür merkezinin içinden geçtim, bar dediği birkaç yere baktım. Buralar da garip yerler. Sarmadı. Dönüşte hostelin karşısındaki bar-lokanta kırması yerde bir bira yuvarladım. Biraz televizyon seyrettim. Reality show zayıftı. Akabinde de vaktinde hiç beğenmediğim “Kingdom of Heaven” filmi başladı. Hem kötü film, hem portekizce. 10 dakika dayanabildim. Birayı devirdim. Dönüp uyudum.

Bu sabahta çıktım biraz bakınayım diye. Gündüzün de geceden farkı yok. Önce insanlara biraz sordum, ne yapılır burada diye. Hepsi dudak bükerek bir şey yok ki dediler. Sonra tekrar çıkıp sahile yürüdüm. Sokaklar sakin, birkaç köşe başında 3-5 kişi öyle boş boş takılıyor. Yolda bir dilenci su istedi, vermeyince kızdı. Genişten tur atıp döndüm. Azcık nternet cafeye takılayım dedim. İki dakika oturdum, bağlantı kesildi. Yarım saat bekledim, gelmedi. Bolca su alıp hostele döndüm. Hava da alev gibi zaten gündüzleri. Amacım şehirden bir an önce kaçmaktı zaten. Ben de tıkılıp kalmamak için buraya, gidip asıl hedefim olan Jericoacoara’ya biletimi aldım. Yarın buradan acilen firar ediyorum. Gideceğim mekan çok güzelmiş. Birkaç gün orada takılıp oradan güneye doğru yavaş hareketime başlayacağım. Tahmin edeceğiniz üzere bu şehirde makineyle çıkmadım dışarı. Zaten çekecek bir şey de yok ya… Uçaktan çektiğim hava fotosuyla idare edin bu seferlik.

Paraty

Karnaval bitiminde haliyle herkes Rio’dan kaçıyordu. Şehre iki saat otobüs ve bir feribot mesafedeki ada Ilha Grande popüler istikametlerden biriydi. Az daha oraya gidecektim ama yer bulma sorunu, bulursam çok pahalı olma ihtimalinden dolayı son dakikada otogarda fikrimi değiştirip Paraty adlı kasabaya gitmeye karar verdim. Bu kasaba otobüsle Rio’nun dört saat güneyinde. Hakkında güzel şeyler duyup okumuştum, ben de atladım otobüse. Akşam vardığımda adeta fırtına kopuyordu. Halbuki biraz turlayıp kalacak bir yer bulurum diye hesap ediyordum. Bir saat kadar otogarda yağmurdan dolayı mahsur kaldıktan sonra, benimle aynı durumda olan, otobüste tanıştığım, Avustralyalı arkadaşla internetten bakınıp birkaç yer aradık. Hepsi dolu. Son çare otogarın hemen dibindeki küçük hosteli denemekti. İyi ki de denemişiz. Arjantinli Pablo’nun işlettiği mekana vardık. Bir gecelik yer var dedi, ama yarın birşeyler ayarlarız. Sevindik.

Ev Pablo’nun beş sene yaşadığı ev. Geçen sene hostel yapmış burayı. Başka yere taşınmış. Ama zaten burada yaşıyor sayılır. Ortam da ev ortamı gibi. Öyle kimlik, check-in, ıvır zıvır yok. Attı bizim çantalatı odaya. O akşam kendi arkadaşlarıyla yemek pişirip, caipirinhalarını yudumluyorlardı. O muhabbete geri döndü ben de gidip yolun karşısındaki marketten (şehrin tek süpermarketi), birkaç bira, biraz salatalık malzeme falan aldım. Mutfak da güzel, herşey var. Sağlıklı yemeğimi yaptım, yedim. Bahçede iki de hamak var. Biraz bira, biraz tembellik. Aslında karnaval sonrası aradığım yer böyle bir yerdi. Çok iyi geldi. Sabah kalkınca baktım masada bir kuş sütü eksik. Önce ürkekçe kahve alabilir miyim dedim. Pablo, bütün masa siz misafirler için deyince daldım kahvaltıya. Papaya, elma, muz, taze meyve suyu, salam, soslu sosis, peynir, kek, meyveli katı marmelat gibi birşeyler, ekmek vs… sonradan öğrendim ki benim şansa geldiğim Pablo’nun mekanının kahvaltıları meşhurmuş zaten internet ortamında. Millet reviewlarda hep kahvaltıdan bahsediyormuş. O akşam için yeri olmadığı için diğer yere şimdi mi bakarsınız, yoksa sonra mı diye sordu. Sonra da burada istediğiniz kadar takılın, akşama yatmaya gidersiniz diye de ekledi. Ben ortamı sevdiğim için, bu mekanda takılmaya karar verdim. Kahve, hamak falan…

Öğleden sonra hava kapalı olmasına rağmen çıktım şehri turladım. Tarihi bir mekan olan bu kasaba yerli yabancı turistlere evsahipliği yapıyor. Tarihi şehir merkezi trafiğe kapalı. Sokaklar arnavut kaldırımına benzeyen, fakat daha kocaman taşlardan inşa edilmiş. Eski beyaz binalar, renkli cam çerçeveleri, fiyakalı restoranlar, sanat ve zanaat dükkanları eski kente yayılmış durumda. Tarihi kiliseler ayrı güzellikte. Limanında kayıklar dizilmiş. İçinden ufak bir dere akıyor. Üzerinde ufak bir köprü var. Bazı yerleri bana Marmaris’in eski halini anımsattı. Marina inşa edilmeden derenin üzerinde eski bir köprü vardı Marmaris’te. Balıkçı tekneleri olurdu derede. Burası da öyle. Köprüyü geçip tepeye hafif tırmanınca eski bir kale var. Kale namına pek bir şey kalmamış, üç beş tane top duruyor. Ama manzara güzel. Genel anlamda sakin bir kasaba. Öyle bam güm eğlence yok. Zaten insanlarda bunun için geliyor sanırsam. Daha çok loş, sakin müzikli, mumışıklı restoranlar var. Sokaklar fenerli. Böyle turlarken akşam oldu. Pablo bizi kalacağımız yere götürdü. Mekan kötü, ama sahibinin şehir merkezinde başka bir hosteli daha varmış. Orada makul fiyata ye yiyebildiğin kadar barbekü, ve de iç içebildiğin kadar caipirinha varmış. Birkaç kişi gidip bakalım dedik. Etleri tavukları sosisleri salataları ve de içkileri görünce kalmaya karar verdik. İnsan gibi yemedik, insan gibi içmedik. Adamlar en son lime bitti deyip bize ananaslı caipirinha verdiler. Belli ki ananasları da bitmiş, zira ananas tadı alamadık. Anladık ki gitme vakti gelmiş. Şiş mide, sallanan kafalarla huzurevi kılıklı hostele döndük. Sabah buranın kahvaltısından (Pablo’nun kahvaltısına yanaşamaz ya) faydalanıp hemen çantaları sırtlanıp eski mekana kaçtık.

Paraty’nin civarında da görülecek çok yer var. Adalar, koylar, kumsallar… Bir seçenek tekne turuydu. Gidenlerden duyduğum kadarıyla kağıt üstünde ucuz gözükse de, öğle yemeği, ıvırı zıvırı derken çok para söğüşlüyorlarmış. Ben de tekne turu yerine Paraty’nin 25 km güneyindeki meşhur Trindade Plajı’na gitmeye karar verdim. Gidecek birkaç kişi daha vardı. 50 metre ötedeki otogara gittik. Öğlen kalkması gereken otobüs yok. cumartesi olmasından ötürü de kalabalık çok. Sonra bir otobüs yanaştı, inenler indi, tam kalabalık olarak saldırdık otobüse, kapıyı kapatıp, sırıtarak gitti eleman. Bu değilmiş. Sonra bir tane daha küçük otobüs geldi. Tam buna saldırdık, bu da kapıları kapattı. Sanırsam ki bir ilave otobüs çağırdı. İkincisi gelince kimse geride kalmadı, herkes atladı. Yolculuk 45 dakika sürüyor. 20 dakika rötarla bindik, saat birde vardık. Şansa hava bulutlu yine. Gittiğimiz taraftaki ilk kumsal küçük, ve cafelerle dolu. Millet birasını açmış keyif yapıyor. Brezilya’nın neresine giderseniz gidin, hangi saat olursa olsun, her yerde bira içen insanlar göreceksiniz. Her yerde satılıyor, genelde soğuk ve soğukluğu muhafaza eden zımbırtaların içinde getiriyorlar, ve küçük bardaklar veriyorlar yanında. Böylece ısıtmadan birayı indiriyorsunuz mideye. Üç dört real arasına 600 ml olan büyük şişelerden her yerde bulmak mümkün. Biz bu kumsalı geçip bir sonrakine baktık. Doğal oluşum harika. Ortada kocaman bir kaya, dev dalgalar patladıkça köpükler havaya saçılıyor. Yanda bir dere ormanın içinden denize akıyor. Aynı zamanda bir milli park burası. Ormanın içine yürüyüş yolu var. Burda turlamak mümkün. Gittik gezdik. Geri dönüp 400 metrelik başka bir orman yürüyüşünden sonra daha uzun ve sakin olan diğer kumsala geçtik. Kimi tembeller teknelerle geçiyor diğer tarafa. Biz yürüdük. Burada biraz tembellik ettik. Barbeküden tanıdığımız sıkıcı ingilizlere rastladık. Sıkıldık, geri dönüp cafelerin olduğu yere dönüp bir iki bira devirdik. Sörf yapan veletleri takdir ettim kendimce. Denge çok önemli bu sörf işinde diye düşündüm, ama kimseyle paylaşmadım bu düşüncemi. Bazıları gerçekten yetenekleydi. Brezilyalı kızlar tabiki güzeldi. Akşam oldu. Uyuya uyuya döndük otobüsümüzle.

Döndük baktık Pablo kara kara düşünüyor. Dedim ne iş. Eşi Arjantin’deymiş iki aydır, geri dönmüş. Acısını paylaştık. Ama kızı çok sevimliymiş Pablo’nun. O İspanyolca konuştu, ben Türkçe. Anlaştık, oynadık. O daha çok ısırdı ama oynadık diyelim. Sonra gidip alışveriş ettim, mutfağa daldım. Tabi herşey eksik biz de. Elemanın mutfağında ne varsa kullandık. Sarımsak alabilir miyim? Al! Yağ lazım? Kullan. İçkiye lime? Bana iki tane bırakın yeter… Bir de domates keserken heyecanlandım, elimi havaya kaldırdım bıçakla, ampulü patlattım. Adama kardan çok zararımız dokundu. Ertesi günü de güneye mi insem, kuzeye mi çıksam kararsızlığı ile geçirdim. Aslında ilk niyet daha güneye inmekti. Ama sonra kuzeye çıkmak zor olacak diye düşündüm. Son dakikada karar vererek Rio’dan üç saat uçuş mesafesindeki Fortaleza’ya (Kuzey) biletimi aldım. Oradan yavaş yavaş, sahilden Rio’ya doğru inerim diye düşündüm. Sahil şeridinde görmem gereken yerler var. Sonra bu havanın pırıl pırıl olduğu günde bir daha sokağa fırladım. Bol bol fotoğraf çektim. Pablo’ya borcumuz birikti. ATM bulmak lazım. Bu Brezilya’da ATM’ler nasıl çalışıyor, halen anlamış değilim. Kiminle konuştuysam da aynı şeyi söylüyor. Bu kadar ülkede hiç sorun yaşamadım, bu ülkede bazen çalışıyor, bazen çalışmıyor namuussuz cihazlar. Hiç turist-friendly değiller. İngilizce menü çoğunda zaten yok. Şansım yaver gidince para çekebiliyorum, gitmezse başka bankada deniyorum. Bir şekilde yolsuz kalmadım daha. Bu seferde biraz nakti güç bela kaptım.

Dinlence, hamak, yemek derken günler geçti. Yola düşme vakti geldi. Biletlerimi ayarladım. Son akşam da Pablo mangal yapıyormuş. Ben ve birkaç kral elemanı daha davet etti. Bu Arjantinliler de bizim gibi mangalcı. Hiç sekmez, haftada en az iki kere yakarım ben bu mereti dedi. Bol sosis ve iki adet devasa eti odun ateşli mangalda yavaşça pişirdi. Kankası Marcelo salatayı halletti, ete de çok bomba bir sos ayarladı. Yağ, taze sarımsak, bolca kekikten oluşan sos lokum gibiydi. Ailesi, birkaç aile dostu, ve biz birkaç gringo daldık etlere. Tıkabasa dolduk, artık utandım da durdum vallaha. Yoksa daha et vardı. Ağırlık çöktü sonrasında. Hamakta biraz sızmışım. Kalktım geceyarısı, gündüzden aldığım mangoyu dilimledim. Mango yola gitmez, başkasına da yar etmem. Kocaman da namussuz. Yiyebildiğim kadarını yedim, gerisini de sevaptır diye masada bıraktım. Yesin garibanlar.

Sabaha yolculuk vakti geldi çattı. Pablo ne ampulün parasını, ne barbeküyü ne de yıkadığı çamaşırın parasını almıyordu az daha. Güç bela bir on real fazla verdim de kabul etti. Paraty macerası da böyle sonlandı. Böyle huzur dolu mekanlar bulunca insan fazla kıpırdayamıyor. Burada bol bol yemek pişirdim, hamakta sallandım, Pablo’nun kızı Avril’le oynadım. Şehri tavaf ettim. Ama yollar uzun. Gitme vakti geldi. Önce Rio, sonra havaalanı, oradan Fortaleza… Sabah bir saat yirmi dakika erken kalkmama rağmen 09:20 otobüsünü kaçırıyordum az daha. Olacak iş değil. Kahvaltı masasına fazla takıldım tabi. Allahtan otobüs geç kalktı da yetiştim. Birgün Paraty’ye yolunuz düşerse gidin Pablo’ya selamımı söyleyin…

15 Şubat 2010 Pazartesi

Rio De Janerio

Auckland’da havaalanına varınca anladım ki bizim isim sistemde yok. Sen bu uçak için bekleme listesindesin dediler. Aldı mı bir korku beni. Hostele parayı ödemişim zaten karnaval zamanı diye. Gergin bekleyiş başladı. 45 dakika kala uçabilirsin dediler anca, ben de sevindim. Ama tabi macera daha burada bitmiyor. Vallaha tam ne kadar uçtuk bilmiyorum (10-11 saat kadar sürdü galiba) ama Santiago’ya vardım. Uçakta bol film opsiyonu olunca iki film birden yaptım. Uzun zamandır filmlerden uzak kalmıştım. Bir komedi bir macera. Yoksa iki film birden yanıltmasın sakın. Sonra “Kim 500 Milyar İster” oynadım. İngilizce versiyonunda çok ilerleyemedim. Genelkültürle ilgili oyundan vazgeçip tetrise başladım. Uçaktaki cihazla oynamak zor oldu. Baktım bu da sarmadı biraz pokere takıldım. Sonra da iki saat kadar uyudum. Neyse, Santiago’ya dönelim. Karnavala yetişeceğim diye Santiago’da bileti değiştirmem gerekiyordu. Gittim sordum nasıl yapacağız diye. Önce mümkün değil gibilerinden yaklaştılar. Sonra üstleri olan kadın çok yardımcı oldu. Yarım saat uğraştı ve bizim bileti düzeltti. Hatta Rio uçağına da oturtmayı becerdi beni. Tayland’dan aldığım bilekliği hediye ettim ben de. Çok sevinmedi gibi geldi. Ama yine de çokça teşekkür edip başladım uçağı beklemeye. Uzatmayalım, Rio’ya gece yarısı vardım. Otobüsler bitmişti. Çıktım üst kata. Araştırdım millet nereye açmış tezgahı diye. Cafenin birinin koltuklarına yattım, ayağımın altına da bir sandalye çektim. Uyudum mu uyumadım mı anlamadım ama bir şekilde sabahı ettim.

Sabah otobüse 8 (4 USD civarı) Real verip Botafogo’da ki hostelimi buldum. Her zaman ki hikaye, check-in için öğleni beklemek lazım. Beleş kahvaltıya yüklendim ben de. Sonra oyalandım biraz. Gittim ara sokakta bir berber bulup kafayı kazıttım. 10 Real dediler, içime oturdu. Bundan sonra Bolivya’ya kadar saç traşı yok. İlk gün olunca önce biraz dinlendim ama akşamüstü caipirinha’nın bir tadına bakayım dedim. Şeker kamışından damıttıkları Rum benzeri cachaça içkisiyle, lime, bolca şeker ve buzu karıştırıyorlar. Aslında önce lime ve şekeri güzelce eziyorlar. Nasıl çarptıysa sırasını hatırlamakta zorlanıyorum. Bir nevi açık yeşil peri bu içki. Şekerle kana çabuk karışıyor. Bunlardan bolca yudumluyorum son günlerde. İlk akşam hostele yakın bir kulüpte parti varmış. Takıldık milletin peşine gittik. Ben akıllı saatte döndüm. Zaten jet lag falan olma durumumum vardı tabiki. Kalanlara hafiften kazık atmışlar. Etraf sarhoş gringo dolunca, elemanlar acımıyor. Bunların elindeki kağıtlara ne yazmışlarsa artık millet iki katı para ödeyip anca çıkabilmiş.

İkinci gün şehir turuna yazıldım. Bir günde baya bir yer geziliyor. Kendi başınıza yapmaya kalksanız da yüklü bir meblağ tutacak bir tur. Ama asıl ben yeni foto makinesinin üstüne titriyorum. Rehberle gezmek daha akıllıca olur dedim. Geldiler aldılar bizi. Trafik bu şehirde de sağlam. Şöförlerin burada da allahı yok. İstanbul’da yola atlayınca frene hafif bir dokunurlar. Bunlar gaza asılıyorlar, sanki atari oyununda çarpıp da puan toplamak ister gibi. İlk önce İsa Heykeline gittik. Rio yanıyor. Rutubet, sıcak kafayı döndürüyor. Rehber de dedi ki “Rio’da iki mevsim var derler, yaz ve cehennem”. Minibüsteki herkes kafasıyla onay verdi bu yoruma. Heykelde yarım saatimiz vardı. Ben yeni makinenin heyecanıyla arkadan bir İsa karesi alayım derken benim güneş gözlüğü düştü, trabzanlarda en aşağı kadar kayıp kayboldu. Hemen koştum aşağıya doğru, ara ara yok. Geriye tek seçenek kaldı, ızgaraların arasından cafenin alt kısmında çalışan abilere bağırmak. Anırdım da duyurdum sesimi. Izgaranın arasından düşmüş hakkaten. Abi de müslüman çıktı, verdi bizim gözlüğü. Sevindim, ama on dakikadan oldum. Sonra şöyle şehre baktım beş dakika kadar. Coğrafyası harika. Tepeleri, plajları, yeşilliği. Şanslı vatandaşlar. Ama bunlarda bizim gibi kaosa çevirmekte ustalar bu güzel coğrafyaları. Rehber heykel için Özgürlük Anıtı’ndan sonra dünyanın ikinci en büyük heykeli dedi. Tamam etkileyici ama bu, yeni yedi harikadan biri olabilir mi diye de düşündürüyor. Angkor ve Ayasofya dururken özellikle…. Bulutlu hava da güzel fotoğraflar çekmeme olanak verdi. Biraz acele oldu gerçi. Zaten gözlükle kaybedince vakti, en son ve en geç ben döndüm buluşma yerimize.

Akabinde Maracana Stadyumu’na uğradık. İçeri bu turla giremiyormuşuz. Dışarıdan biraz inceledik. Meşhur futbolcuların ayakizlerini ve Zico’nun heykelini gördüm. Çarşamba sağlam bir maç var. Rio’da kalmayı becerebilirsem o maça gitmeyi planlıyorum. Akabinde Metropolitana Katedrali’ne kısaca uğradık. Koni şeklinde devasa yapının renkli camları içeriden harikaydı. Buradan Pao De Açucar adlı muhteşem manzaralı tepeye devam ettik. Daha alçak tepede aktarma yaparak tepeye teleferikle varmak mümkün. Tepeden bütün şehir ayaklar altında. Küçük bir daire çizerek heryeri görmek mümkün. Koca koca kuşlar etrafta süzülüyor, deniz parlıyor. Burada uzun uzun kaldık, tadını çıkardık. Rio’da mutlaka görülmesi bir yer bence, gelen varsa bu tarafa kaçırmasın. Günübirlik şehir turu böylece son buldu.

Ertesi gün için de favela turu satın aldım. Favela bu vatandaşların gecekondu mahalleri. Brezilya filmlerinden hatırlayacağımız, uyuşturu çeteleri tarafından idare edilen, polisin fazla girmediği yerler. Turu organize edenler buradaki sosyal kuruluşlara bağış ve yardımlarda bulunuyorlar. Böylece içeri girebiliyorlar. Hem arada halk da birşeyler satıyor, az da olsa gelir sağlıyor. Tura aşağıdan favelaların ulaşım aracı olan motosikletlerle başladık. Bizi en tepedeki buluşma noktasına götürdüler. Oradan da rehberle beraber aşağıya doğru yürüyerek indik. Önce insan biraz geriliyor tabiki. Fotoğraf çekilebilecek yerlerde söylüyor, çekilmeyecek yerlerde uyarıyor. Uyardığı noktalar belli ki doğru noktalar. Ellerinde telsiz, bellerinde silahları ile güneş gözlüklü gangsterler turluyor. Ama bunlar dışında insanlar genellikle dostane idiler. Biraz bize buradaki işleyişi anlattı. Uyuşturucu buradan dağılıyor, burayı yöneten çete şudur, toplamda üç büyük çete vardır, kiralar budur, satılık fiyatları şudur, su ve elektrik işleri böyle yürür gibi detaylar verdi. Fukaralık çok fazla olsa da, uyuşturu çeteleri yönetse de suç fazla değildir diye de ekledi favelaların içinde. Kendi içlerinde bir düzen de tutturmuşlar. Arada yetimleri ziyaret ettik, yolda incik boncuk satan çocuklardan bir iki bir şey aldık. İnsanlarla şakalaştık. Bolca fotoğraf çektik. Bugün benim için oldukça ilginçti. Gerçi turla favelaya gitmek başlı başına garip ama tabancalı kanun kaçaklarıyla selamlaşıp bu bölgeleri gezmek daha da garip. Artık bir dahaki sefere kendi başıma giderim, nasıl olsa ahbap olduk milletle.

Akşamüstü de Ipanema Plajına devam ettim. Metrodan çıkıp yürümeye başlayınca sahile indim. Kumsalda ilerlerken ilk geçtiğim noktada bir gariplik vardı. Bir sürü speedo mayolu abi pis pis (ya da tatlı tatlı bilemiyorum) bana bakıyorlardı. Kafayı sağa çevirip gökkuşağı bayraklarını görünce adımları hızlandırdım. İleride (baya ileride) kendime güzel bir yer edindim. Etrafta pek çok tanga mayolu kız güneşleniyorlardı. Brezilya kadar karışmış bir ülke yoktur herhalde genler konusunda. Bembeyazdan kapkaraya kadar her renk insan var. Ama özellikle ara tonlarda olan ablaların ayrı bir güzelliği var gibi. Mayoları sergileyişleri (sergilenecek fazla bir materyal yok ya) ise şahane. Ben de biraz güneşlendim, takıldım etrafı seyrettim. Arada gruplar kızlı erkekli futbol oynuyorlar. Biz de top sektirmece oynadık ama 10-15 kere falan sektirebilirsek sevinirdik. Adamlar ve kızlar topu düşürmüyorlar. Geri dönüşte anladım ki bu bir şey değilmiş. Adamlar foot volley oynuyorlar. Beach Volley filelerinde ayakla oynuyorlar yani. Fiziğe aykırı yaptıkları hareketler yemin ederim. Nasıl karşılıyorlar o sert ve sinsi topları, inanamazsınız. Akşamüstü plajlar böyle takılan insanlarla doluyor.Gündüz sahil envai çeşit yiyecek içecek satılıyor. Millet şemsiyesi, sandalyesi, içeceği ile keyif çatıyor. Ben yalnız olunca malzemeleri kollamak için denize bu seferlik girmedim. Bir dahakine umuyorum.

Bir iki satır da gece hayatıyla ilgili yazayım. Karnaval başladı tabiki. Lapa isimli bölge şehrin uyumadığı nokta. Ben de birkaç kez gitme imkanı buldum. Burda insanlar sokaklarda takılıyorlar. Arada keyfi isteyen barlara kulüplere giriyor. Heryerde içki satın almak mümkün. Arada mola verip atıştırılıyor. Sonra içmeye devam. Parkta sızanlar, öbür tarafta istifra edenler. Tam bir günah yuvası. Parkta sızanları uluorta soyuyorlar. Vatandaşın birisinin çantasını 100 kişinin içinde iki velet içinde ne var diye inceleyerek deştiler. Sonra da alıp gittiler. İllaki sızmak gerekmiyor. Hostelden bir kızın kolyesini hop diye boynundan koparmışlar. Daha başka soyulanlar da var tabi. Mekana dönersek, sabah altı bile olsa sanki akşam altıymış da, herşey yeni başlıyormuş gibi. Kalabalık ki ne kalabalık. Her türlü insan var. Çoluk çocuk bile dışarıda. Bunların anası babası yok mu diye düşünüyor insan. Ayrıca çeşitli bölgelerde ve yerlerde sokak partileri oluyor. Saatlerini buluyorsunuz, biraz orada takılıp sonra bir diğerine atlıyorsunuz. Burada tam anlamıyla dağıtıyor insanlar. İnsanların enerji potansiyeli beni hayrete düşürdü. Ben karnaval öncesi birkaç günden ötürü pili bitirdim neredeyse. Dışarı da çıktım baya ama günü doğurana kadar değil. Millet sabah sekizde hostele gelip, öğlen kalkıp içmeye devam ediyor. Bir şey daha keşfettim, beyaz kızlar Brezilyalı adamların hastasıymış. Adamların hakkını verelim, hepsi artist ama bu kızların içinde bu kadar sevgi olduğunu hiç düşünmemiştim. Karnaval zamanı dağıtmayan yok gerçi. Şu ana kadar bir kusurum var. O da makineyi karnaval aktivitelerinin olduğu yere götürmedim. Çok sakat vallaha. Bir makine kaybedince, ikincisi kilitli dolaptan bile zor çıkartılıyor. Ben zaten daha uzun ve detaylı yazmayı planlıyorum ama önce son iki gündür delinmek üzere olduğu için bana eziyet çektiren midemi biraz bira ile serinleteyim…

6 Şubat 2010 Cumartesi

Yeni Zelanda - Güney Ada

* Karikatürcülerin çizmediği zaman eskilerden koyması gibi, bu da ben makinesiz ve hüzünlü bir şekilde denize bakarken (Judith'in makinesinden)

Sabah tur otobüsüne yeniden binerek yola koyuldum. Wellington’daki yatak sorunumdan sonra otobüse yetişmek iyi geldi. En azından yatacak yer garanti ediyorlar. 10 dakikalık yolculuktan sonra iki ada arası seferi yapan kocaman geminin olduğu iskeleye vardık. Uçağa biner gibi büyük çantaları verdik, yedinci kattaki cafenin ve rahat koltukların olduğu yere geçtik. Yolculuk üç saat kadar sürüyor. Anlamadan geçti. Güney adaya bağlantı noktası olan Piction’a vardık. İnince bagajları alıp otobüsü bulduk. Asıl hedefimiz burası değil. Gideceğimiz kasaba (şehir) Nelson. Bu güney adanın kuzey bölgesinde bolca üzüm bağları var. Şarapları da meşhurmuş. Yolda bu bağlardan birinde mola verdik. Bağış kutusuna iki dolar salladım, dört çeşit şarap tattım. Oldukça lezzetliydi. Hanfendi nasıl tatmamız gerektiğini anlattı biraz. Önce biraz çalkalayacakmışız, oksijenle aromalar daha fazla açığa çıkacakmış. Sonra (zaten bir yudum veriyorlar, halbuki tonla para bağışladım) aldığımız yudumu ağzımızda çalkalayacakmışız. Tükürmek isterseniz şuraya lütfen diye de ekledi. Ben azlığından yakınıyorum, kim tükürür bunu diye düşünmeden edemedim. Uzun lafın kısası, lise yıllarını Güzel Marmara, güney bölgelerimizde ise Evin ve Efes Güneşi gibi kaliteli şaraplarla yakın ilişkide geçiren benim gibi bir zat için bu şaraplar yeteri kadar iyi değildi. Ben de ne para verecem ki bu kıytırık şaraplara deyip bir şişe bile satın almadan devam ettim yola. Ama Yeni Zelanda’nın belli yerlerinde çok güzel bağlar var ve çok güzel şaraplar üretiyorlar. Bozcaada’nın büyüğü işte.

Akabinde orta halli bir kasaba olan Nelson’a vardık. Şehir merkezindeki hostele yazılmışken, ihmalkar şöförün azizliğine uğradık. O hostel doluymuş. Bilmemkaç numaradakilerden sonrası öbür yere geçecek dedi. Gittik biz de artanlar olarak. İyi de oldu. Beleş internet ve çamaşır yıkama imkanı vardı. Ticaretle alakası olmayan tatlı insanların işlettiği bir mekan. Esas amca anahtarları veriyor, sonra seksenli yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim annesi 3-5 kişi toplayıp odalarına götürürken neyin ne olduğunu anlatıyor. Bunu da belki 6-7 kere yapıyor üşenmeden. Ben olsam askeriyedeki gibi meydana toplar, bağırarak bir kerede anlatırdım vallaha. Wellington-Nelson arası nereredeyse tam gün süren bir yolculuk. Akşamı ettik. Bizim odaya da iki metrelik İsveçli Viking düştü. Sürekli gülüyor eleman. Önce biraz aklıevvel sandım ama sonra kral çocuk çıktı. Dünya umurunda değil, ondan gülüyormuş meğer. Akşam da beni de birkaç başka insanla ikna etti dışarı çıkmaya. İyi dedik. Nelson küçük kasaba dedim ama kocaman mekanları ve hareketli bir gece hayatı var. Yine de çok bir şey beklememek lazım tabi. Biz backpackerlara da çok kıyak bir fiyat veren bar vardı. Sanırım geceyi orada kapattık. Sonra dönüş yolunda kaybolduk. Kasaba küçük diyorsun, sonra da nasıl kayboluyorsun demeyin. Oldu işte. Bir yerden yanlış dönmüşüz arkadaşım. Sora sora bulduk ama saat biraz geçti. Otobüs erken, 08:30. Bu viking azmanı dorm odasına varınca, sen de saat var mı, ben benim saati duymuyorum dedi. Ben sen müsterih ol. Ben kuş ötse dışarıda hemencecik uyanırım dedim. Uyandım, saat 10:00. Otobüs gitmiş. Bizim kaldığımız odadakiler o gün gidecekler arasında olmayınca, biz de mışıl mışıl uyumuşuz.

Kalktık. Zaten gitmiş otobüs, aceleye gerek yok. Sert bir kahve, azcık ayılır gibi olduk. İşin ehemmiyetini sonra anladık. Bir şekilde bir sonraki durak olan Westport’ta otobüsü yakalamamız lazım. Yoksa diğer otobüslerin hepsi dolu, yolda kalacağız. Kiralık arabalara baktık, bir şehirde al öbür şehirde bırak yapmıyorlar. O günün otobüsleri de kaçmış. Ertesi güne beklemek olmayacak. Geriye tek seçenek kaldı: Otostop. Öğleni ettik. Karnımızı doyurduk. Bira kartonunun arkasına kocaman “Westport please” yazıp yola düştük. Sapağa kadar yürüyüş, orada biraz sürünüş. Bu işlerden ikimiz de çakmıyoruz. Karikatür gibi sahne. Dev İsveçli, cüce Türk, iki çirkin adam yol kenarında bekliyor. Baktım bu dana kartona hakim değil. Aldım ve beklemeye başladım. Cazibem sayesinde iki güzel Maori kız aldılar bizi arabalarına ama sadece bir sonraki kasabaya kadar. Onlarla helalleştik (sarılmadık). İkinci şahıs da Maori’ydi ama dev cüsseli ve dövmeli olanlarından. Yolda bir manzara noktasına biz sormadan dönüş yapınca, bu adam bizim çantaları alıp yoluna devam edecek diye düşünmeden edemedik. Ama manzarayı gösterdi sadece. Sonra da bir dağın başında bıraktı. Üçüncü şahıs Sam çok kral eleman çıktı. Bu arkadaş virajlara iki teker üstünde giriyor ama çok hoşsohbet. Kendisi de çok gezmiş, çok otostop çekmiş. Baya bir mesafe götürdü bizi Sam. O da bizi bir sapakta bıraktı. Burası da başka bir dağbaşı. Güney Ada Kuzeye göre oldukça az insan barındırıyor zaten. Gelen geçen az. Bir köprüyü aşarken Bizim viking fotoğraf çekecem diye durdu. Sonra da kartonu nehre düşürdü. İnilecek gibi değil aşağısı. Suratına önemli değil dedim ama içimden sövdüm. Biraz yürüyüp gölgeye sotelendik. Dördüncü hayırsever amcaya ben yol kenarından bağırdım. Altmışlı yaşlarında tam bir beyefendiydi. O da bizi muhabbet eşliğinde biraz ileriye taşıdı. Ona da teşekkür ettik. Bir sapak daha. 20 dakikalık bekleyişten sonra uzaktan gelen arabaya el ettik. Durunca hatamızı anladık ama çok geçti. İçinden çıkan iki abinin tipini tarif etmek zor. Araba station vagon. Dişlerinde baya eksik olan eleman bagajı açtı. Bir adet kürek, uzun metal bir alet ama ne olduğunu anlamadım. Bir kova ve balık oltası var. Bizim çantalara yer açtı. Bindik arabaya ama ikimiz de gerginiz. Solda oturanın üzerinde o sıcakta mont, boynunun etrafında havlu var. Bira içiyor ve arada küçük haplar atıyor. Nasıl terliyor anlatamam. Şöför sakin, uzun saçlı, her yeri dövmeli. 35 km maksimum sürat veren yerlere 80 km süratle giriyor. Frene bir kere basmadı şerefsiz. Baktık pantalonlar falan da topraklı. Dedim balığa mı gittiniz abi. Onun gibi birşey dedi, başka da bir şey demedi. Biz de fazlasını sormadık. Arada sohbet ettik. Bazen dediklerinden hiçbirşey anlamadık, tebessüm ettik. Hayatımın en uzun 45 km’siydi. Ama abiler ormana kimi gömdülerse gömdüler, bizleri kalacağımız hostelin kapısına kadar bıraktılar. Centilmen katiller. Sarıldık helalleştik. Akşama gelin dedikleri bara gitmedik tabiki. Hem korkmuşuz, hem de pestilimiz çıkmış; hala hayatta olduğumuza şükrederek günü kapattık. Otostopa tövbe ettik. Ama doğruya doğru, çok güzel ve macera dolu bir gündü…

Ertesi saba otobüse ilk binenler arasındaydım. Saat çalınca hiç ertele düğmesine basmadım, hemen kalktım. Sonraki birkaç gün de bu hızlı tempoda devam etti. Kısa zamanda ilerlemek bu ülke için doğru bir iş değil. Bir iki ara durak daha derken dünyanın macera başkenti olduğunu iddia ettikleri Queenstown şehrine vardık. Buraya gelenler uzun kalıp, yapılabilecek her türlü aktiviteyi yapıyor. Bungee Jupmping’den tutun Skydiving’e, ata binmekten kanyon maceralarına. Sonu yok. Galiba haklılar bu macera işi konusunda. Bütün ülke sınırsız aktivite ile dolu. Küçücük kasabalar bile bir aktivite ile özdeşleşmiş. İyi de pazarlıyorlar. Heryerden gençler akın akın geliyor. Doya doya eğleniyorlar, doya doya aksiyona katılıyorlar. Ülkenin her yerinde bir şey var. Queenstown da muhteşem bir yer. Dağların arasında, göl kenarında süper bir mekan. Eğlence deseniz, şehir uyumuyor zaten. Macera hakkını kullanmamış olanlar burada istedikleri gibi kullanabiliyorlar. Gölün kenarında yürüyüş parkurları, parkları var. Suyu çok soğuk gerçi. Rehber-şöför sallamadıysa yaz ve kış arasında sadece iki derece farkediyormuş suyun sıcaklığı. Ben girmeyeceğim için çok sallamadım açıkçası. Polisler de ayrıca kibar. Sahilde bir arkadaşla bira içerken geldiler. Ben şimdi sizi görmedim, duvarın arkasına atlayıp bitirin içkinizi, sonra da tozolun dedi. Yoksa “I have to lock you up” diye de ekledi. Alman arkadaşın “lock you up” kısmını “knock you out” anlayıp, heyecanla nasıl yani demesi polisleri bile güldürdü. İçeri alırım ile burnunu kırarım biraz farklı şeyler tabi. Biz de bilmiyorduk dedik, sonra da teşekkürler deyip sıvıştık. Burada da iki gün geçirdim. Maalesef pahalı aktivitelere katılamadım. Hergün hergün otobüs feleğimi şaşırttı zaten. Son gün de Christchurch kentine geçtim. Bu da tam gün sürdü. Uçak sabahın kör karanlığında kalkacak Auckland semalarına doğru. Ben de geceden geçtim havaalanına. Tam uyuyacak cillop gibi bir yer bulmuşken güvenlik burası yassah dedi. Uluslararası varış terminali serbestmiş. Ben de telefonların altına açtım uyku tulumunu, fındık fıstık yiyip uyudum. Heryerim tutuldu geceden. Auckland’a vardım. Bir iyi haber, fotoğraf makinesi edindim. Rio’da araklamazlarsa bir sonraki yazımı karnaval fotoğraflarıyla taçlandıracağım diye umuyorum. Az kıyafetli sambacı kızların resmi olacak bol bol. Zaten flickr’da istatistiklere bakıyorum. En kral fotoğrafa talep az, sahilde iki manita fotosu koydum, grafik tavana vurdu. Şaka bir yana, fotoğraf makinesiz kendimi çok kötü hissetmiştim. Umarım şu kısa kargaşadan sonra Latin Amerika’da her türlü şahlanacağım (fotolar ve yazılar açısından).

Yeni Zelanda’ya ilgili son bir kısa özet geçeyim isterim. İki ada da doğa harikası. Yemyeşil, masmavi, buzullardan gelen suların karıştığı göller camgöbeği renginde. Nehirler akıyor, foklar-yunuslar-balinalar denizde yüzüyor, hayvanlar heryerde geziyor. Otobüsle giderken kartalları havada görüyorsunuz, doldurulmuş bir şekilde BJK başkanına hediye edilmiyorlar. Bütün ülke şu eskiden TRT 2’de, yirmi dakikada muhteşem resimler yapıp teknikleri öğreten abinin tualleri gibi (Neydi adı, rahmetli olmuştu değil mi?). Etkilenmemek mümkün değil. Ben sırt çantalı gençlerin organize eğlence ve tur otobüsünde son bulmama rağmen dibim düştü. Doğa seviyorum diyen insan bu ülkeden ayrılamaz. Yaşanır mı burada derseniz, koca ülke nüfüsu İstanbul’un dörtte biri. Ben şahsen azcık şehir de sevdiğim için uzun süre yapabilir miyim bilmiyorum. Ama zaten huzurun peşindeyim diyorsanız, siz de atlayın, istisnasız her kasabada bir tane bulunan Turkish Kebab dükkanları kervanına siz de katılın. Az değil 10-12 dolara satıyorlar dürümü hemşolar… Bağ bahçe de var. Dolma da sarılabilir. Koyun deseniz ülke nüfusunun 20 katı. Avustralyalılar boşuna koyun sevici deyip makara geçmiyor bu Kiwilerle. Hem tandıra da doyarsınız. Maoriler tandır benzeri Hangi yemekleri pişiriyorlar. Balık da çıkıyor. Koca koca midyelere ayrıca dibim düştü. Ama dolmasını bilmiyorlar. Öğretmek lazım. İki mardinli transferle Yeni Zelanda midye dolma mafyası oluşturabilir. İçmeyi seviyorlar, bar çıkışında tanesi bir Yeni Zelanda dolarından gider midye dolmalar. Limonu da az sıkarsanız tasarruf ederseniz. Neyse, ben taktikleri verdim. Girişimcilerden sadece fotoğraf makinesine cüzzi bir katkı bekliyorum.

Sonuçta çok merak ettiğim bir ülkeydi. Görsel olarak sizinle fazla paylaşamasam da ben etkilendim. Her ülkede hissettiğim gibi keşke daha uzun, daha özümseyerek kalabilseydim diye hayıflandım. Ama önümüz karnaval. Hala bir iki komplikasyon olsa da umuyorum bir sonraki yazı ve fotoğraflar Rio’dan olacak. Bana şans dileyin. Zira ihtiyacım var. Önümüz karnaval. Gerçiye deliye hergün karnaval. Latin Amerika’ya nedendir bilinmez, şimdiden yakın hissediyorum kendimi. Bakalım ne kadar yakınmışım…