29 Ocak 2010 Cuma

Yeni Zelanda - Kuzey Ada

Sabahın köründe kalkıp havaalanına gidip uçağa atladım. Auckland’a vardım. Girerken bir sonraki uçuş biletimi de göstermek durumunda kaldım her zaman ki gibi. Adamlar ülkelerine trekking botlarının altında toprak bile almıyorlar. Benim botlara da baktılar. Altı temizdi, yırttık. Şehir otobüsüne 23 Yeni Zelanda Doları verip gidiş dönüş bilet aldım. Queen Street üzerinde önceden ayarladığım Base Auckland adlı hostele yerleştim. Bunlar da Yeni Zelanda’nın hosteller zinciri. Hem de devasa hostellerden. Altta kendi barları da var, the Globe Bar. Gidince öğrendim ki o akşam Haiti’de yaşanmış olan felaket için yardım amaçlı açık arttırma ve birkaç aktivite düzenleniyor. Önce bağışçılardan aldıkları ikramları yaparak başladılar. Nihayetinde iyi niyetli bir yaklaşım olsa da ucu eğlenceyle bağlantılı. Açık arttırmada da çeşitli turlar, aktiviteler en çok parayı verene gitmeye başladı. Kiwi Experience denen, Yeni Zelanda’da istediğin yerden bu adamların otobüslerine inip binerek, turlarına katılarak, eğlenerek ülkeyi keşfetmeye yarayan bilet de açık arttırma da satışa çıktı. Ben Avustralya’da biraz araştırmıştım. Pahalı gelmişti. Burda baktım açık arttırmada bu bilet de var. Ben de geçtim önlere. Uzun lafın kısası, ihale ben de kaldı. Oldukça makul bir fiyata bileti edindim. Otobüsle gezmeye kalksam daha pahalıya gelecekti. Hem de bu biletle 12 gün boyunca, doya doya iki adayı da gezme imkanım olacak.

Ertesi gün kalktım. Gittim Kiwi Experience ile önümdeki günleri organize ettim. Bir sonraki gün için bir iki aktivite satın aldım. Sabahtan şehre 25 dakikalık feribot mesafesinde ki volkanik ada olan Rangitoto Adası gezisi, sonra dönüş ve Yarış Yelkenlisinde iki saatlik yelken turu. Gittim biraz yiyecek alışverişi de yaptım. Büyük hostellerde mutfak olduğu için kendin pişir kendin ye yapabiliyorsun. Hem de oldukça ekonomik oluyor. Bu işlerle uğraşırken akşamı ettik. Biraz oyalanıp yatmaya karar verdim. Sabah kalktım, gittim 600 sene önce volkanik patlamayla oluşmuş adaya feribota bindim. Varınca da iki buçuk saatlik yürüyüş yaptım. Kapkara taşlardan oluşan enterasan bir ada. Birkaç da mağara var. Bir mağaranın içine kadar girdim. Tam çıkıyordum bir baktım Koreli bir çift. Kız boğulmak üzere, öksürüyor. Sonradan anladım ki, ben mağaradan ağır adımlarla çıkarken kızın ödünü patlatmışım. Ne sandıysa artık beni. Sonra beraber fotoğraf çektirdik, ben yoluma devam ettim. Tepeye vardım, manzara seyrettim, güzel fotoğraflar çektim. Feribota ucu ucuna yetişip şehre döndüm. Hostele koştum, postalamam gereken kitapları alıp postaneye yetiştim, ordan da yelkenliye.

Acaip bir yelkenli. Dibim düştü. Bu kısmı uzatmayayım çünkü daha heyecanlı şeyler geldi başıma. Bir sürü yaşlı Fransızla bindik denize açıldık. Sonra yelkenler açıldı, hafiften seyretmeye başladık. Rüzgarlı bölgeye gelince güzelce yattık yana. Böyle birşey yok. Acaip bir duygu. Zaten yarış için dizayn edilmiş bir gemi bu. Ben zevkten dört köşeyim. Fotoğraf işine biraz fazla kaptırmışım kendimi. Yana yatmış yelkenlinin heryerine zıplayarak geçiyordum. Olmamam gereken yerde, yelkenli yana yattığı için aşağı tarafta yerimi alıp fotoğraf çekmeye devam ettim. Hem de ne fotolar. Salaklık parayla değil. Sağlam bir dalgaya girince sıçrayan deniz suları makineyi tamamen ıslattı. Hemen kuruladım ama nafile. Açınca “Camera Error” diye mesaj veriyor. Yüzüm kar gibi oldu. Ağlayacağım neredeyse. Turun kalanını makineyle uğraşarak geçirdim. Açılmıyor namussuz. Bütün tadım kaçtı. Akabinde de hemen koştum birkaç yere danıştım. Çok iyi şeyler söylemediler. Ertesi sabah şehirden gidiyorum. Yeni Zelanda’nın tamamını gezeceğim. Makine yok. Yenisini bile almaya niyet ettim neredeyse. Bakayım diye gittim. Günlerden cumartesi. Heryer kapatmıştı. İçindeki fotoğrafları kurtarıp kurtaramayacağımdan bile emin değilim. Başka bir makinede denemem gerekecek ama onu da henüz bulamadım. Anlayacağınız dostlar yola makinesiz çıkıyorum ama en kısa sürede fotoğraflara devam…

Araya birkaç gün girdi yazamadan maalesef. Yukarıda da belirttiğim gibi yola makinesiz çıktım. Keyfim yok haliyle. Ertesi gün açılır gibi oldu ama hafıza kartını görmüyor, bir tane fotoğraf çeker gibi oldu, o da bembeyaz çıktı. Ümidimi yitirdim. Neyse, kartı kurtarmışım. Az biraz olsa da kendi makinemden biraz fotoğraf yükledim. Bir iki tane de arkadaşlardan. Biraz keyifsizce atladım Kiwi Experience otobüsüne. Zaten backpackerlar için yaratılmış bu otobüs dolu. İlk hedef doğu sahilindeki Mercury Bay. Yeni Zelanda çok büyük bir ülke sayılmaz. Yüzölçümü olarak Türkiye’nin üçte biri civarı yanılmıyorsam. Otobüslerle, benim rotada, günde 2-3 saatlik yol alarak sonraki durağa varılabiliyor. Şehre varmadan Cathedral Cove denilen koyun orada 2 saatlik mola verdik. Kayaking yapacaklar ayrıldı, kalanlar yarım saatlik yürüyüşten sonra koya indi. Aradaki mağara ile birbirine bağlı iki küçük koy var. Doğa muhteşem. Su buz gibi. Ayaklarımı soktum, bana yetti. Etrafta adalar var, heryer yemyeşil, denizin rengi yeşilimsi mavi. Hava da şansa harika. Huzur doluydu. Ben fotoğraf çekemeyince biraz sövdüm tam zamanında yamulttuğum için makineyi. Buradaki moladan sonra küçücük kasabamıza vardık. Hostele yerleştik. Bu Kiwiciler çakal. Hostel ve turlarla çalışıyorlar. Belli yerlerle anlaşmaları var. Herkesin de kolayına gittiği için anlaşmalı hostellerde kalınıyor. Gün içinde de komisyonla çalışan rehber-şöförler aktivitelerle ilgili agresif pazarlama yapıyorlar. Kültürel aktivitelerden ziyade extreme aktivitelerin yoğunlukta olduğu bir organizasyon bu. Benin gibi hızlı hareket etmesi gereken bir insan için uygun olmadığını kavradım ama parayı da vermiş bulunduk. Tur organizasyonlarını zaten sevmem, çok bağlayıcı oluyor. Burada da bağlandık maalesef. Yeni Zelanda gibi en çok görmek istediğim ülkelerden birine aksiliklerle başladık. En iyisini yapmaya çalışacağım artık. İlk akşam herkes yorgundu, ertesi sabah da erken düşülecek yola. Gittik yattık.

İkinci gün hedef Rotorua. Burası hem Maorilerin yoğunlukta yaşadığı kültürel bir merkez, hem de yeryüzüne kaynar suların fışkırdığı gayzerlerin olduğu bir yer. Yolda kısa bir doğa yürüyüşü. Akabinde şehre varıp 28 Yeni Zelanda dolarını verip, bu paraya değip değmeyeceği tartışmalı parka girdik. Kaynayan çamur havuzları, kaynar su fışkırtan gayzerler vs. gerçekten çok güzel ama pahalı anasını satayım. Zaten kaptırmışız tura kolumuzu. Aktiviteler 80-200 dolar arası. Hostellere de veriyoruz 25 dolar ortalama. Yedik içtik derken, gidişat sakat. Sonrasında aktiviteciler ayrıldı. Akşama da Maori Köyü ziyareti var. Bu kadar gelmişken bari görelim bu adamlar ne yer ne içer diye bastırdım parayı tura yazıldım. Akşam oldu. Odada da bir iki tek atmıştık elemanlarla. Otobüse atladık çıktık köye doğru yola. Gerçekçi olacak diye her kabile (bu durumda bizim otobüs) bir reis seçiyormuş. Jim Beam kanda geziyor. Ne olduğunu anlamadan birileri bizi attı öne kabile reisi olduk. Anlattılar şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın diye. Gidince gördüm ki başka kabileler de varmış. Benim gibi üç reis daha var. Önce bir savaşçı çıkacakmış köyden. Bize meydan okuyacakmış. Biz de bekleyecekmişiz orada. İyi dedik. Cüsseli maori savaşçı geldi, silahıyla baya bir numara çekti. Biz saygıda kusur etmeden sakince, el pençe divan bekledik. Sonra barışçı olduğumuzu anladılar (hallice de bir rakam ödemiştik zaten), bizi köye davet ettiler. Kabilem arkamda, çakırkeyf kafam önde girdik köye. Burası orjinaline sadık yeniden yaratılmış bir Maori Köyü. Köy hayatını inceledik. Sonra borular öttü, tiyatro sahnesi gibi bir yerde toplandık. Reis olunca tuvalet molası yok tabi. Halk danslarını ve şarkılarını kıvranarak seyrettim. Tam arada kaçıyordum, Maorilerin lideri bir reis eksik deyince koşarak gittim yerime oturdum. Ayıp olmasın. Ufak tefek de değiller adamlar. Bu pasifikte proteinden yana eksik yok belli ki. Özellikle Maoriler kocaman. Sonra sıra yemeğe geldi. Bu vatandaşlar da tandırvari şekilde pişirdikleri Hangi isimli yemeklerinden açık büfe oluşturmuşlar. Üç tur döndüm. Ne zamandır bu kadar güzel yememiştim. Ayıldık, şarkılarla hostele döndük.

Sonraki bir iki gün sakin geçti. Ben pahalı aktivitelerden uzak durdum. Beleş doğa yürüyüşleri yaptık benim gibi fakir gezginlerle. Waitomo Caves kasabasında, mağaralarda keşif ve rafting yapılıyor. Bu kasaba zaten mağaraların üzerine kurulu. Bu işi merak ettim ama 200 Yeni Zelanda dolarına yakın bu meblağı ödemek istemedim. Kasabada bir tane hostel ve bir tane bar var. Küçücük yer. Dediğim gibi birkaç arkadaşla tepeye çıktık. Başka yapacak bir şey yok. Onda da yağmura tutulduk. Sakin geçirdik günü. Ertesi sabah Angora tavşanı nasıl traşlanır, onu öğrendik. Üç ayda bir traşı geliyormuş bunların. Bu durağımız bedava idi tabiki. Oradan da az biraz güneyde ki Taupo’ya geçtik. Buradaki olay ise Skydiving. 15,000 feet yükseklikten kendini gökyüzüne atmaca. Yaptığım Bungee’den sonra yüksekten çok hoşlanmadığımı söylemiştim. Bu sefer uzak durmaya karar verdim. Hem zaten asgari ücret kadar para istiyorlar. Bu kasabada fotoğraf makinesi bulmaktan ümidim vardı. 30,000 civarı nüfüslu olan bu kasaba için şöförümüz, Yeni Zelanda için şehir sayılabilir demişti. Bulduğum iki elektronik dükkanında da sadece kötü birer model vardı. Burada da şansıma küstüm. Nehir kenarına kurulmuş bu kasabaya kanım ısındı ama. İyi arkadaşlar vardı etrafta. Akşam da güzel geçti. İnsan daha ne ister. Ertesi sabah bir günlüğüne turdan koparak Başkent Wellington’a geçtim altı saatlik otobüs yolculuğundan sonra.

Şansım pek yaver gitmiyor bu aralar. AC/DC müzik grubunu biliyorsunuzdur. Adamların Wellington konserine denk getirmişim şehre varacağım günü. Normalde yer bulmak zor olmayacakken şehirde bir tane yatak yok. İstesem denk getiremezdim böyle. İki saatlik yürüyüşten sonra Information Center’a gittim çaresizce. Fotoğraf makinesi bulacağım diye umut ederken, tren garında mı, otogarda mı yatarım diye hesap etmeye başladım. Turist infodaki kız çok yardımcı oldu allahtan. Son dakikada bir hostelde iptal olmuş. Şansa bir yatak buldum. Odama yerleştiğimde dükkanlar çoktan kapanmıştı. Makinesiz yola devam. Benim zaman sıkışıklığımdan dolayı Wellington’da da sadece bir gece kalabiliyorum. Ertesi sabah otobüsüme atlayıp Güney Ada’ya geçeceğim. Bilet de 56 dolar nakit paraymış. Bu da güzel geldi. Artık güneyde şansımın açılacağını umuyorum. Fotoğrafsız günler için de özür diliyorum. Kullan at makine almamı istemiyorsanız bağışlarınızı beklerim:) En kısa zamanda edineceğim bir makine, sözüm söz…

25 Ocak 2010 Pazartesi

Byron Bay

Nerde Kalmıştık. Evet, Byron Bay’e gidiyordum. Otobüslerde ne zamandır bir şey olmamıştı. İnternetten biletimi almadan başka bir firmanın fiyatlarını kontrol etmiştim. Önceki kontrol ettiğim firmanın otobüsü gece 23:00’teydi. Benim aldığım firmanın otobüsü ise 22:30’da. Benim aklımda 23:00 kalınca, erken çıktığımı sanarak, gayet salına salına, ağar ağar vardım otobüsün kalktığı yere. Kaçırdım mı otobüsü? Tabiki hayır. Şanslı adamım ben. Ama vardığımda saat tam 22:30’du ve adamlar bagajı çoktan kapatmışlardı. Ben tabi bir sonraki ne zaman gelecek diye sordum. Manyak mısın sen, bu son, geliyorsan atla yoksa uza dedi. Binen son kişiydim. Ananemim sözünü dinlemem lazım artık sanırım. Erken gitmek lazım nereye gidiyorsam. Byron Bay’e tam 12 saat sürdü. İstanbul-Marmaris arası da bu civarda olduğu için alışkınım. Sıkıntı çekmeden vardım.

Gittim 100 metre aşağıdaki hosteli buldum. Hostel dememek lazım zaten. Devasa bir bina. Kaç yatak var bilmiyorum ama 400-500 arası olmalı. Zaten hosteller zinciri bu Nomads. Yer Byron Bay olunca gecesine de 42 Avustralya doları aldılar. İçim acıdı. Ama mekan kıyaktı, yalan yok.

Yüksek sezon olmasından dolayı etraf tıklım tıklım. Burası bizim güney gibi. Ne yapılır diye sorarsanız, akşam hostelin avlusundaki aktivitelere katılınır, biraz demlenilir, sonra da piyasada ki barlara devam edilir. Gündüz de açık okyanus kıyısında güneşlenilir, yapanlar sörf falan yapar. Daha çok dinlence (dinlenen yok ya) ve eğlence yeri. Ben de üç gün kaldım. Yapılacak tek aktivite olan tepedeki fenere yürüdüm. Bu fener Avustralya’nın en doğu noktasındaymış. Öyle sıradan bir fenerle karıştırmamak lazım yani. Aşağıdan yakın yakın gözükmesine rağmen çık çık bitmedi o tepecik. Akşam yemeği kuru kuru gitmesin, boğazımda kalmasın diye aldığım biralar ağırlaştı elimde. Ama sonunda arkadaşlarla vardık tepeye. Manzara muhteşem. Bizim gibi pek çok insan da akşam yemeğini, şarabını, birasını alıp fenere gelmişler. Günbatımı da çok güzel olacak gibiydi. Son dakikada araya giren bulutlar işimize biraz taş koydularsa da harika bir akşamüstü oldu. Yemeğimizi yedik, biralarımızı içtik. Dönüş yolunu ise zifiri karanlıkta yaptık. Akabinde dışarıda biraz turladık.

Cheeky Monkey’s diye bir bar var. Son akşamımda ıslak t-shirt yarışmasına denk geldim. Çeşit çeşit ülkeden kızlar malvarlıklarını cömertçe sergilediler. Biraz utandım. Kızların da utanma htimaline karşı başka tarafa bakmaya çalıştım. Arada gözüm kaydı. Kızlar benim kadar utanmamışlar belli ki. Islak ıslak hasta olma ihtimallerinden korkup üzerlerindekini tamamen çıkarmışlar, dans ediyorlardı. Son geceyi de böyle kapattım. Çıkışta canım kebap çekti. Girdim dönerciye. Lütfü’ymüş elemanın adı. Biraz geyik yapıp devam ettim. Gittim uyudum. Aslında bir gece daha kalacaktım ama bizim hostel doluymuş. Bir iki yere daha baktım ama onlar da doluydu. Boş olsa da pahalı. Ben de son dakikada bir otobüs ayarlayıp Sidney’e dönmeye karar verdim.

Döndükten sonra kalan birkaç günümü sakin geçirdim. Gerçi arada Sezgi dostumun aklına uyup birkaç delilik yaptık ama kayda değer şeyler değildi. Biraz daha Bondi Beach’te takıldık. Bir iki şehir turu. Arada bizim vize çıktı, gittim pasaportu ayarladım. Yeni Zelanda’ya geçme vakti geldi. Uçağımı ayarladım. Yeni istikamet Auckland. Kiwiler ne yiyor ne içiyor, yıllardır meraktayım. Ülke de güzel olsa gerek. Hem akabinde Brezilya’da karnaval bekliyor. Bir terslik olmazsa ona yetişeceğim. Avustralya’yı uzun uzadıya gezemedim doğrusu ama bunun acısını Yeni Zelanda’da çıkaracağım…

14 Ocak 2010 Perşembe

Sidney


Hayatımda ilk defa güney yarımküreye geçtim. Uçaktan da salimen çıktım. Pasaport kuyruğuna girdim. Sıra bana geldi. Yanyana, erken yirmili yaşlarda bir erkek bir kadın memur yanyana oturuyorlar. Konuyu bilmesemde şakalaşıyorlardı. Benim olduğum sıradaki memur kız öbür eleman için çok salaktır diyip kahkaha atıyor. Adam da yok vallaha gerçek salak bu diyor gülüyor. E ben de güldüm azcık. Damgayı vurdu, tam tebessümle çıkarken “immigrationdan bu bayan seni görmek istiyor” dedi. Bizim tebessüm gitti. Lacivert Türk pasaportunun sizi her seferinde yana yatırabilmesi ne ilginç. Elin oğlu bir senelik çalışma vizesini internetten beş dakikada alırken, ben pasaportumdaki vizeyle bir daha kenara çekiliyorum. Çıkış biletime baktı, ne kadar kalacaksın, ne zaman gideceksin diye sordu. Sonra da aldı pasaportu bir on dakika ofis tarafına geçip kayboldu. Ben terledim. O geldi. Hadi uza gibilerinden teşekkür etti, verdi bizim evrağı. Ne milletmişiz yahu. 500 kişi arasından sen gel bakalım dedikleri zaman garip oluyor insan. Herneyse, bir ülkeye daha girmeyi becerebildiğim için sevindim çıktım.


Benim liseden arkadaşım Sezgi uzun zamandır bu diyarlarda. Güya gelip bizi alacaktı. Çıktım dışarı, Japonya’nın soğuğundan sonra iyi geldi sıcak hava. Ama bizim arkadaş piyasada yok. Telefonun da şarjı bitmiş, açamıyorum. Allaha emanet bekledim biraz. Az daha duty free’den aldığım viskiyi açıyordum kahvaltılık. Yarım saat sonra sırıta sırıta geldi. Yine yırttık. Atladık taksiye, yaşadığı Bondi Beach’e doğru yollandık. Yalnız bana ufak bir detayı söylemeyi unutmuş, kardeşi ve onun kız arkadaşıyla yaşadığını. Valla madem öyle dedim Sezgi’ye, benimle yaşayacaklarsa belli kurallara uymaları lazım. Akıllı çocuklardır, uyarlar dedi. O zaman gidelim arkadaşım dedim. Hakkaten de çok kral çocuklarmış. Saygıda hiç kusur etmediler. Sezgi’nin kardeşi Seren’i de görmeyeli belki 12 sene olmuş. En son Marmaris’te bir tekila içirmiştim ona ufakken (gerçi ben de ufaktım). Tekila içtik ayrı düştük ondan sonra. Kısmet dünyanın öbür ucunda görüşmekmiş.

Ayın 31’inde vardık. Akşama yılbaşı olduğu için uyumam gerekirken heyecandan uyuyamadım. Yeni bir yıla garip diyarlarda başlama düşüncesi kalbimin minik bir serçe gibi çırpınmasına sebebiyet verdi. Biraz takılıp yayıldık eve. Beş aydır ev görmemişiz. Herşeyi bir yere savurabilmek ne güzelmiş. Kahve falan da beleş. Sonra alıp beni biraz gezdirdiler dışarıda. Sahile indik. Tam benlik ülke. Gevşek, havası güzel, herkes sokaklarda. Eğleniyorlar, gülüyorlar… Oyalanıp eski günleri yadederken akşam oldu. Coolerlara doldurduk biraları, votkaları, viskileri, yemekleri. İndik Bondi sahiline. Tam elde bira salına salına yürürken agresif bir bayan polis kaptı benim birayı, döktü, burada yasak dedi. Halbuki bir önceki sadece uyarmıştı. Evde gereken sevgiyi bulamıyor diye fesat fesat düşünürken çimenlere vardık. Bir önceki sene burda müsaade varken bu sene içki içmeye müsaade etmiyorlarmış. Haydaa falan dedik. Bizimkiler de o sırada bir iki arkadaşlarıyla konuştular, başka bir parka gitmeye karar verdik. Oradan havai fişekleri falan da görmek mümkünmüş. Bir tane minivan tarzı bir taksi çevirdik. Zaten karaborsa olmuş taksiler. Şöför de ordulu çıktı. Biraz geyik yapıp az para verdik, yoksa yolacak bizi ordulu. Gittik parkı bulduk. İğne atsan yere düşmez. Adeta bir mesire yeri. Herkes sermiş yere örtüsünü, piknik havasında yılbaşını bekliyor. Biz de o arkadaşları bulup onların örtüsünden ve mekanından sebeplendik. Hafiften de demleniyoruz. Saatler 12’yi gösterirken ve havai fişekler atılırken benim kafa dönmeye başladı. Zaten kaç zamandır adam gibi dinlenmedim, bir de uçaktan inip başladık mazotu çekmeye. Yeni yıla girdiğimi hatırlıyorum ama sonrası biraz bulanık. Şaka bir yana havai fişeklerde havai fişekti hani. Kızkaçıran ve mantar tabancası değil. Ben diyeyim beş, sen de on milyon dolar harcamışlardır bu işe (rakamların gerçeklikle alakası yok tabi, mübalağ ediyorum). Ama çok güzeldi, o kafayla hatırlıyorum. 2009’u da yedik gitti. 2000’ler de tümden bitti. Herkesle beraber kendime de iyi seneler dilerim.

Neyse, bir şekilde dönmüşüz eve. Öğlen gibi kalktım. Herkes ayaktaydı. Ayın biri ve devamındaki birkaç gün bu şekilde gerçekleşti zaten. Öğlen kalk. Öğle yemeği saatinde kahvaltı, plaja in, yat yuvarlan, akşam da yemek ye dışarı çık. Kaç ay sonra ev ortamına girmişiz. Evde herkes tatilde. Onların hayatına hemen uyum sağladım. İlk şehir turum gece oldu. Side Bar’a giderken yol üstünde bak bu budur, şu şudur dedi Sezgi. Adam olana çok bile, al sana şehir turu diye de ekledi. Ben ikna olmadım tabi. Bir akşam da Scubar mıydı neydi, oraya giderken gösterdi birkaç yer. Velhasıl, ilk birkaç gün yılbaşı partisinin devamı gibiydi. İlk denize girişim de harikaydı. Türklük genlerde olduğu için gel bak gidelim şurdaki kayalardan atlayalım denize dedi sevgili dostum. Neyimize lazım ama sonunda ikna oldum. Güneydoğu Asya’dan gelmişim, sular termal sanki. Bu atladı, beş kere soğuk mu diye sordum. Ilık oğlum ne soğuğu, atla bak dedi. Bayılacaksın. Nazı bırakıp atladım. Su buz gibi, başladım sövmeye. Soğuk sudan nefret ettiğimi daha önce de yazmıştım. Bir taraftan söverken bir taraftan da yüzmeye başladım. Bu arada Avustralya’da köpekbalıklarının çokluğunu anlatmaya başladı. Geçenlerde asker bir çocuğu mu ne kapmışlar, bacağını kesmişler çocuğun. Ben biraz daha hızlı yüzmeye başladım tabi. Kıyıya da adımı atınca derin bir nefes aldım. İlerleyen günleri sahilde geçirmeye özen gösterdim.

Müteakip günlerin birinde indik şehir turu yaptık. Zaten benle beraber kapalı hava da geldi. İlk birkaç gün hep bulutluydu. Açtığı ilk gün de şehre indik. Masmavi gökyüzünün altında Sidney gerçekten harikaydı. Deniz parlıyor. Harbor Bridge, Opera House, şehir merkezi, Botanical Gardens derken etraflıca gezdik. Heryer park bahçe zaten. İnsanlar eve boşa kira veriyorlar. Mevsimlerden de yaz, herkes sokakta. Baya bir yürüdük ama değdi. Sadece manzarası, görülecek yerleri için değil, genel anlamda Sidney’i çok beğendim. İnsanları da ortamı da sıcak buldum. Sırtçantası ile gezmek için ucuz bir ülke değil. O yüzden arkadaşlara yamanacaksınız. Yerli kadar yabancı da çok burada. Avrupalılar bir senelik hem çalış hem gez vizesini çok kolay aldıkları için (internetten beş dakikada) heryerde Alman, İsveçli vs. çalışıyor. Saatine aldıkları paralarla da hep yaşayıp hem para biriktirebiliyorlar. Seyahatim sırasında çok rastladım Avustralya’da çalışıp, para biriktirip, bu parayla Asya’yı gezenlere. Ne güzel imkanlar var lacivert pasaportlu türk olmayanlara. Bazen imreniyor insan, keşke biz de vakti zamanında bunların yapabildiklerini yapabilseymişiz diyorum. Ama Oxford vardı da gitmedik mi?

Avustralya pahalı ülke demiştim değil mi. Makul bir öğün 8-10 Avustralya doları. Restoranlara giderseniz bu rakam ikiye üçe katlanıyor tabiki. Barlarda bira 5-6 dolar. Ama insanlar dışarıda çok takıldığı için bu masraflardan kaçınmak mümkün. Plajlarda barbeque köşeleri var. Kendi nevalenizi götürdükten sonra Bu elektrikli ızgaraların başına geçip süpermarketten aldığınız ucuz gıdalarla, 24’lük kasasını da 40 küsur dolara aldığınız biranızı yudumlayabiliyorsunuz. Bir sürü insan yemeğini fast foodculardan bile alsa sahile gidip çimenlerin üzerinde tadını çıkarıyor. Şehre indiğimizde de öğle yemeğini parklarda yiyen, yerken kitabını okuyan pek çok çalışan insan da gördüm. Hayat tarzı böyle olunca adam işten çıkıp sörf yapmaya gidiyor, koşuyor. Herkes bir şekilde hareket ediyor. Alakalı alakasız her yerde ipod kulağında koşuya çıkmış insanlar görüyorsunuz. Çimenlere yayılıp güneşleniyorlar, hayatın tadını çıkartıyorlar. Sidney’i beğendiğimi söylemiş miydim?

Bu ara durak benim için Güney Amerika’dan önce biraz da dinlence yer olacaktı. Dinlendim mi, daha mı çok yoruldum, tartışılır tabi. Birkaç gün de takıldık. Arada iki gün üstüste yürüyüş yaptık. Okyanus kenarında yürüdüğümüz her yer muhteşemdi. Yüksek yüksek kayalardan okyanusu seyrediyorsun. Yelkenliler heryerde. Millet sörfünün üzerinde. Heryere yürüyüş yolları yapmışlar. Bu yollar da parklar bahçeler içinden geçiyor gidiyor, devam edip başka ferah yerlere çıkıyor. Küçük koylarda da insanlar denizin tadını çıkarıyor. Dev dalgalardan hoşlanmayalara başka sakin bir koy yaratılmış, biraz önü kapatılmış, sakin denizde de biraz daha yaşlı olanlar keyiflerine bakıyorlar. Yol üzerinde okyanusa bakan evlere insan imreniyor ayrıca. Büyük teraslı güzel evler. Lotoyu vurursak edinmek lazım bunlardan bir tane. Havası da çok güzel Sidney’in. Sanki hükümetlerinden para almışım gibi övdüm bu şehri. Ama sevdim gerçekten.

Bu arada da Yeni Zelanda vizesine başvurdum. Yılbaşı üstü biraz yoğunlarmış.19 ocaktan önce veremem vizeni dedi. Benim tarihler bir kez daha kaydı. Güney Amerika planını bir kez daha yapmam gerekecek. Rio’da karnavala yetişmek istiyorsam bir çözüm üretmem lazım. Fazladan kalmam gerekince 3-5 günlüğüne Sidney’den çıkayım dedim. Byron Bay için arkadaşlar git gör dedi. Yüksek sezon. İlk baktığımda yer bulamadım hiçbir hostelde. Sonra bir daha deneyip Nomads adlı hostelde yer ayırtmayı becerdim üç gün için. Gecesi 42 Avustralya Doları. Otobüs bileti de tek yön 90 Avustralya Doları. Hindistan’ı Tayland’ı özledim ucuzluk konusunda. Bu gelişmiş ülkeler iyi hoş ama adamı çok fena yoluyorlar. Hiç çıkmasa mıydım Sidney’den? En azından beleşe yatacak yerimiz vardı. Gerçi yine geleceğim…

6 Ocak 2010 Çarşamba

Kyoto


En kısa zamanda yazacağım demiştim. En kısa zaman biraz uzun oldu. Ama mazaretim var. Oraya da geleceğim. Akşam binip metroya gittim otobüsün kalkacağı yere. Elimde Japonca bilet. Sora sora buldum nerden binmem gerektiğini. Vakit de var daha, turlayıp yemek aradım. Lunch Box tarzı kutuda hazır yemeklerde %50 indirim yapmışlar kalmasın diye. Malum vakit geç. Pilavlı balıklı bir kutu seçtim kendime. 1000 Yen yerine 500 verip mideye indirdim bir köşede. Tokyo Station’da otobüs bekleyenler doluşmuşlar. Ben de çöktüm yere. Dışarıda hava soğuk zaten. Otobüsler saati gelince kalkacağı durak gibi yere geliyor, sen de atlıyorsun içine. Verdik çantayı, bindik. 6C benimmiş, arkada dedi, git otur dedi şöför abi. Bindim yerimi buldum. Japon kızın biri çökmüş benim yerime. Eskiden bizim otobüslerde olduğu gibi iki kişiye satmışlar yeri diye korktum. İndik, şöförü bulduk kızla. Kızımız saftirik çıktı, arkadaki otobüste olması gerekiyormuş. Onu yolladık. Ben de yerime kavuştuğum için sevindim. Otobüsün bütün perdeleri kapalı. Dışarısı gözükmüyor. Biraz kıllandım. Alışık değilim etrafı görmeden gitmeye. Otobüsün kalkmasına yakın şöför ön taraftaki perdeleri de kapattı. Kapalı kutu gibi oldu mu? Oldu. Heryeri kapatma işini anlayamadım. Yolu görmüyorsun. Şöför efendi hatalı falan sollasa haberin yok. Gerçi Japon bu, yapmaz da, neme lazım. Kaderimi kabullenip koydum kafayı. Yarım yamalak uyudum. 23:00 otobüsü de sabah 06:20 de vardı Kyoto Garı’na.

Otobüsler Tren Garı’nın arkasında, kuzey tarafında duruyor. Benim Güney tarafına geçmem lazım. Normal şartlarda önceden yer ayırtan biri değilim. Sürprizlere açığım. Ama noel ve yılbaşı üstü ülke kalabalık. Ben de sakata gelmeyeyim diye internetten bir yer ayarlamıştım. Bu sebepten tarife sadık kalarak hosteli bulmam gerekti. İlk hedef güney tarafa geçmek. Kolay mı? Değil. Nasıl bir gar burası anlatamam. Herşeyden önce devasa. Benim zaten gözler daha açılmamış. Sabahın körü. Hava soğuk, esti mi kulaklar düşecek gibi oluyor. Yüklendim çantaları. Şurda geçerim herhalde diye yürümeye başladım. Git git bulamıyorum öbür tarafa geçecek yer. Ortadaki ara geçişi de kaçırmışım tabi. Başka yerlerden sırtta çantayla birsürü katlar inerek çıkarak nefes nefese varmayı başardım güney tarafına. Sonra da tarife uyarak dolanarak çok da uzak olmayan hostelimi buldum. İnternetten ayırtırken hostele varış saatini sordukları bir opsiyon da var. Ben de altı yedi arası diye seçmiştim. Varınca anladım ki bu opsiyonun benim kalacağım yer için bir geçerliliği yokmuş. Sekizde açıyorlarmış. Kapıda kaldım. Yolun karşısında açık bir yer gördüm. Baktım içeride insanlar bira içiyor. Gittim barmene “şurda biraz takılsam olur mu?” dedim. Tam anlaşamadık adamla. Bira var burada sadece dedi. O saatte de içilmez. Biraz ısınmak istediğimi kavrayamadı. Ben de pes ettim, çıktım otelin önüne geri döndüm. Sekize kadar asker olduk. Çorum’da nöbet tuttuğum günler geldi aklıma. Kaldırımda karoları sayıyordum. Burada da gelen geçen insanları seyrettim. Yan dükkandaki teyze çıktı, tertemiz kaldırımları süpürdü (demek ki bu yüzden tertemiz), sonra girdi dükkanına geri. Günlerden de Pazar. Millet köpeğiyle, bisikletiyle çıkmaya başladı sokaklara. Uzun lafı kısası, bir saat bekledim girmek için otele. Bu sefer de ikinci keleği yedim. Japonya’da hemen hemen her yerde check-in saati 15:00 ya da 16:00. İki yatak örtüsü değiştirmek nasıl 4-5 saat sürüyor hala anlamış değilim. Ama bütün tatlı dilime rağmen sokmadı bizi odaya. Bir duş aldım. Azcık ayıldım. İlk gün için attım kendimi dışarı.

Şehri gezerken, kaybolmuş kediler gibi küçük daireler çizerek ve daireleri büyüterek devam etmeye karar verdim. En yakın Tapınak olan Toji’ye yürüdüm. Japonya’nın 57 metre yüksekliğindeki en yüksek pagodası burada. Ahşaptan yapılmış bir bina için oldukça haşmetli ve güzel yapı. Geniş de alana da yayılmış. Güzel güzel yürüdüm içinde. Japonya’da hoşuma giden şeylerden biri de, o modernitenin içinde tarihi yapılara girdiğin zaman kendini dışarıdan soyutluyorsun. Belki sadece ben böyle hissettim ama gezerken zaman yolculuğu gibi oluyor tarihi mekanları. Zaman yolcuğunundan tekrar şehre dönüp otelime yakın olan Tofukuji Tapınağına devam ettim. Harika bir muhitten yürüdüm. Daracık sokaklar, en fazla iki katlı, küçük ama şirin evler. Alt katlarda çeşit çeşit sevimli dükkanlar. Temizlikten ve düzenden yine bahsetmiyorum. Herkes her yere çiçek koymuş. Hava da açmaya başladı. Keyiflendim. Aralardan girişi bulup yine başka bir dünyaya geçtim. Bu zen tapınağı da haşmetli ahşap yapıları ve bahçeleriyle derin derin nefes aldırdı. Dolandım, baktım, fotoğraf çektim. Arka taraftaki tapınağa geçiş için yanılmıyorsam 400 Yen verdim. Önceki tapınakta da bu civarda bir para ödemiştim. Japonya’da tapınak gezmek ucuz bir uğraş değilmiş. Kaderime razı oldum. Elimde biletime bakıp yürürken köprüye geldim. Derin vadinin üzerinden sağa sola bakıp ağaçların kış manzarasını seyrettim. Parayı helal ettim. Her haftasonu Kyoto’ya gelmiyorum nasıl olsa. Geçtiğim tarafta da şirin bahçeli tapınağı turladım. Kış mevsimi olmasından dolayı ziyaretçi sayısı az. Japonlar da çoğunluktaydı gittiğim yerlerde. Burdan çıkıp genişten alarak, baştan gezdiğim yerleri bir daha alıcı gözüyle seyrederek çıktım. Aynı güzel muhitten yürüyerek hemen yakındaki Fushimiinari Shrine’a vardım. Pazar günü olmasından dolayı burası çok insan çekmiş. Girişte biraz oyalanıp kızıl kolonların arasından geçerek yürüdüm. Her kolonlu yol başka düzlüğe çıktı. Bir yerde baktım iki gönüllü genç ellerinde kova ve bezlerle parlatıyorlar etrafı. Gönüllü dedim, zira bu iş para karşılığı yapılacak iş değil. Zaten renklerin canlılığından sürekli temizlendikleri belli. Kolonlu yollardan devam ederek çıkışımı buldum. Beş dakikada yürümüşüm gibi gelebilir ama ayaklarda derman kalmamıştı. Zaten vakit dar. Gittim tren istasyonuna trene atladım. Kaç paralık bilet almalıyım kısmını çözene kadar tren kaçıyordu az daha. Allahtan rehber bir Japon hanfendi 200 Yenlik alcan sen yiğidim deyip bana makinede yardımcı oldu. Trenden inince de iş bitmedi tabi. Kiyomizudera Tapınağı dağın yamacında oldu için doğu istikametinde yürümeye başladım. Yokuş yukarı bolca ter atıp 20 dakikada vardım. Burası da ana baba günü olmuş. Baştaki sakinlik buralarda yok. Araya kaynayıp ben de insanlarla yol almaya başladım. Bu tapınak yamaçta ve fotoğraflarda da görebileceğiniz üzere, yüzlerce ahşap kolonun üzerine inşa edilmiş. Havada asılı bir yapı. Ormanın dibinde, dağın yamacında. Doğa yine muhteşem. İnsanlar keyifli. Buradan da çıkmam vakit aldı. Dönüşte yokuş aşağı ecevit vitesi yaptım. Boşta indim. Zaten daha yatak görmemişim. Son bir hamle Gion’a gittim. Gerek gece hayatı, gerek Geyşaları görme ihtimali. Etrafta çok klas tatlıcılar, restoranlar, dükkanlar mevcut. Ama detaylı gezemedim. Çok yorulmuştum. Can vermek üzereyken otobüse atlayıp hostelime döndüm.

Akşam biraz oyalanıp yatmışım. Akşam 23:00’de odaya girdik, ertesi akşam otobüs yolcusu olduğum için de sabah 11:00’den önce check-out etmem gerekiyor. Bu mekanda kaldım mı, kalmadım mı anlayamadım. Sabaha kalktım ama son günlerşn temposundan dolayı hala dinlenmiş değildim.

Ama akıllı adamım ben. İkinci gün için günübirlik otobüs pass’ı aldım. 500 Yen veriyorsun, bütün gün sanki babanın otobüs ağıymış gibi, ordan oraya atlıyorsun. Tek biniş zaten 220 yen. Zevk için, manasız otobüslere binsen binilir yani. Ama ben kesinlikle kötüye kullanmadım bu bileti. Kyoto’nun otobüs ağının hastası oldum. Haritada nerden hangi hatların geçtiği, nerde inip binip değiştirmen gerektiği, numaraları, herşey çok net. Tokyo’nun Metro ağı mı, Kyoto’nun otobüs ağı mı deseler, ikisi de benim öz evladım gibi, ayıramıyorum. Şu İstanbul’u Japonlara devretsek olmaz mı yahu bu arada? 15 sene sonra yine fethederiz, bir üçkağıt açarız olur biter. Alırız geri. Ulaşımı adam ederse ancak bu millet edebilir bence. Methiyeleri burada kesip Kinkakuji Tapınağına dönelim. Otobüs durağının hemen arkasındaki Seven Eleven’dan ucuz ve absürd ürünlerle tıkındıktan sonra otobüse atlayıp, bir aktarma yapıp Altın Tapınak da denen mekana vardım. Tabi burada da paramızı verip girdik. Oldukça meşhur olan bu tapınak ta kalabalıktı. Harika göletin içinde mini mini adacıklar, üzerlerinde ağaçlar, arkada da benle beraber gelen güneşin parlattığı altın renkli tapınak tam kartpostallık görünüyordu. Kalabalıkla beraber burayı turlayıp parlayan tapınağın fotoğraflarını çektim. Sırada Ryoanji Tapınağı. Burada da muhteşem bir gölet karşıladı beni. Yeşilli kahverengili renklerde ağaçlar bitkiler, hafif bulutlu mavi gökyüzü tam tabloluk. Göle doğru eğilmiş ağaçlara destekler yapılmış, her yere güzel bakılmış. Rengarenk. Göletin etrafından dolaşıp tapınağa girdim. Burada çok meşhur bir taş bahçesi var. Düzenlenmiş kumların çeşitli yerlerine yerleştirilmiş kayalar mevcut. Derin manaları olduğuna emin olsam da ben o kadar derin değilim sanırım. Hala ağaçlı bitkili bahçeler daha çok ilgimi çekiyor. Oturup bu kayalara bakan insanların suratından da anladığım kadarıyla da onlar da pek mana veremiyor gibiydiler. Gerçi oturup uzun uzun bakmayı salık veriyorlar. Ama ben de o kadar sabır da vakit de yok. Ben de göletin ters tarafından dolanarak buraya veda ettim. İki ayrı otobüse binerek Daitokuji Tapınağını buldum. Buranın da bahçeleri güzelmiş. Her bahçe halka açık değildi. Üç tanesini ziyaret etmek mümkün oldu. Her birinin girişi ayrı, ayrı ayrı bilet alarak girdim. Klasik Japon evleri ve huzur veren bahçeleri gezdim. Bazı Japonlar gelip verandada oturup uzun uzun bahçeleri seyrediyordu. Adamların dinginliğine özenmemek elde değildi. Gezdiğim son bahçe ise insanın hayatının akışını, olgunlaşma sürecini ve hayattan sonra aktığı okyanusu sembolize eden Zen bahçesiydi. Elinize ingilizce açıklamaları olan bir dosya veriyorlar. Burada her taşın, düzenlenmiş kumların neyi sembolize ettiğini anlatan metinler var. Sadece taş, bitki diye baktığımız şeylerin ne amaçlı orada olduğunu anlayınca daha bir keyif veriyor. Bütün bu tapınakları gezerken akşamı ettim. Her giriş çıkışta ayakkabıyı çıkar giy derken ayakları soğuktan hissetmez oldum. Sanırım ilkbaharda gezmek en az üç kat daha zevkli olurmuş Kyoto’yu. İkinci günü otobüse atlayıp şehir merkezini ziyaret ederek bitirdim. Işıklı caddeler, alışveriş merkezleri de bütün bu ruhani yerlerin yanısıra hayatın içinde, şehrin göbeğinde. Japonlar modernlik ve gelenekselliği iyi harmanlamış.

Kyoto’yu elimden geldiğimce anlatmaya çalıştım. Ama burası da Hindistan’da, Varanasi’de ölülerin yakıldığı anı anlatmak gibi zor bence. Metro’yu, otobüsü, teknolojiyi, insan davranışlarını betimlemek, gezdiğim gördüğüm bahçeleri, tapınakları anlatmaktan daha kolay. Böyle yerler görülmeli, koklanmalı, yaşanmalı, yürünmeli. Hepsi bir bütün.

Sonunda otele döndüm. Otobüse de iki saat var. Azcık zaman öldürüp yollara düştük yine. Otobüsle Tokyo’ya. Sabah metroyla kalacağım diğer kapsül otele gittim. Check-in öğleden sonra dörtmüş. Adam halimi görüp acıdı herhalde. Bir battaniye verdi, çık yukarı ortak alanda koltuğun birinde devril dedi. Çıktım. Tam içim geçmişti, geldi aynı amca. Sessiz olursan al senin tabutun anahtarları bu dedi. Git yat. Çok kral adammış. Bir yattım kalkamadım. Uyanınca az biraz daha Tokyo turu attım. Akşama da hosteldeki otomattan üç adet büyük Asahi birası yuvarlayıp yamuldum. Son gün az biraz daha gezdim. Havaalanı trenle iki saat çekiyor. Uçak akşamüstü. Trenime atlayıp Narita Havaalanına yollandım. Son yenlerle bir sashimi tabağı aldım. Wasabinin hepsini kattım soya sosuma. Gözüm yaşarsa, burnumdan gelse de hepsini yedim. Hastasıyım wasabinin. Uçak kalktı. Acaip bir türbülansa girdik. Seyahat buraya kadarmış dedim. Sonra çıktık. Yemekle bir şarap, akabinde de bir jim beam yuvarladım. Japonya’yı düşündüm. Buraya zengin olup uzun uzun gelmek lazım. Çok kendisine özgü bir kültür. Harika insanları (çantamı arayan iki memur hariç), doğası, gelişmişliği ile hayatın bir döneminde burada yaşamak lazım dedirtiyor insana. Kimbilir, belki birgün tekrar gelir daha etraflı gezerim. Yorgunlukla viski kana karıştı. Ben de bayıldım. Yarın da yılbaşı. 2000’li yılları da yedik neredeyse. Bakalım Avustralya’da nasıl kutluyorlar yılbaşını.