21 Kasım 2009 Cumartesi


Bangkok’tan sonra güneye ineceğim demiştim. Kararsızlık zor iş. Ben de Koh Phi Phi mi yoksa Koh Lanta mı diye düşünürken yolda karar veririm diye Krabi’ye gitmeye karar verdim. Krabi bu iki adaya da bağlantı yeri olan şehir. Biraz daha dışına çıkarsanız da başarılı plajları varmış. Krabi’de de kalırım belki deyip bilet soruşturdum. Birkaç yere sorup farklı fiyatlar alınca, dedim fark niye? Biri direk gidiyormuş, biri Surat Thani’de beklemeli, aktarmalı gidiyormuş. Fark az bir meblağ olunca direk otobüse alayım bari bileti dedim (Bunun Kaf Dağı gibi hayali bir şey olduğunu yolda anladım). Direk di mi abla diye iki kere sordum. Direk direk, bekleme yok, tasa yok dedi. Akşam olunca otobüse atladım. Sabah bir yerde durduk. Geldik mi diye sorunca, yok kardeş buradan aktarma yapacaksın, Krabi’ye geçeceksin dediler. Haydaaaa, direk bilet, bekleme yok, çile yok, noldu? Saat sabahın altısı. Şikayet edeceğim sizi dedim. İyi dedi, dönüşte edersin, geç şuraya bekle, alacaklar sizi. Bilet diye bir şey zaten yok. Tayland’da her araç değiştiğirdinizde renkli, yapışkanlı bir kağıda gideceğiniz yeri yazıyorlar, üstünüze yapıştırıyorlar. Sonra, atla bakalım bu araca diyorlar. Siz de seve seve biniyorsunuz. Tezgah mükemmel işliyor. İki saat sonra Krabi’de garip bir yere vardım. Tezgah devam. Burada adalara bilet satıyorlar. Şehre nasıl ineceğiz. Şu saatte gidebilirsiniz, ama beklemek lazım. Son dakikada tuzaktan kaçış olmadığını anlayıp Koh Lanta’ya bileti alayım bari dedim. 45 dakka bekledikten sonra bir araç geldi aldı beni. Başka bir acentenin önünde bıraktı. Buradaki agresif kadın bir buçuk saat sonra gideceksiniz deyince artık kan beynime sıçradı. Filmlerde kahramanın bu noktaya nasıl geldiğini görüp empati kurarsınız da, elmasını yiyip iplemeyen ilgisiz kişiye kötü gözle bakarsınız hani. O elma yiyenler gerçekten kötüler. Son araca da atladım, iki saat, iki feribot sonra Koh Lanta’ya vardım. Ben sahil şeridinden aşağı devam edecektim. Adam rezervasyon yaptırmadım diye beni merkezde indirmeye kalktı. Bana önceden gideceğin yere kadar abi, dert yok dediklerini söylememe gerek yok herhalde. Efendice bir kez daha anlatmaya çalıştım. Derdi 100 Baht tabi şerefsizin. Baktım nuh diyor peygamber demiyor …’nın evladı, ben de yüzüne gülümseyerek (gençliğinde mahallede Thai Boxing falan yapmış olabilir, sinirime rağmen riskleri hesapladım), yedi ecdadındaki kimseyi atlamayarak biraz söylendim iblis kılıklı vatandaşa. Zenon Paradoksu gibi seyahat. Son noktaya asla varamıyorum. En son fransız bir çiftle tuktuk paylaşıp, artık buralar iyidir herhalde deyip indim bir yerde. Birkaç pahalı yere baktıktan sonra sonraki günlerimi geçireceğim (henüz bilmiyordum) Sea Culture House adlı bungalovlara yerleştim. İlk sorum hamağınız var mı oldu. Daha sonra çok güldük ilk sorumun bu olmasına. Ama ömrümü yediler yolda bu son sefer. Haksız mıydım hamak sormakla?

Bir iki gün daha bir iki gün daha derken aynı yerde bitirdim ada tatilini. Gerçi bunda bitmiş olması gereken yağmur sezonunun devam etmekteki ısrarı da büyük etken. Hemen hemen hergün yağdı. İki İrlandalı hatun bir seneliğine kiralamışlar burayı. Patrondan çok müşteri gibi geziyorlar ortada. Tadını o kadar içtenlikle çıkarıyorlar ki müşteri olarak siz imreniyorsunuz. Aşçıları da fena değil. Servis başarılı. Ada olmasından dolayı fiyatlar normalin biraz üstünde ama rakı masası gibi donatmazsanız masayı, insan gibi iki bira içerseniz o kadar da beter değil. Sakinlik arayan insanlar için kesinlikle aranan yer. İster hamakta takılın, ister günbatımını minderlerden seyredin, ister ılık denizde yüzün, ister kumsalda yürüyün. Sea Culture House sizin mekanınız (buraları yazmak için iki gece oda ücretini düşürttüm hesaptan). Şaka bir yana ortamın rahat olması, havaların kötü olması ve hafif tropik bir adada hayat nasıldır merakım beklediğimden uzun kalmaya itti beni bu adada ve mekanda. Pişman mısın evladım? Değilim hakim bey. Bir daha vaktim olsa bir daha yaparım. Ama bu paragrafın altına da bir dipnot düşmem lazım. Fareleri de sevmeniz lazım bu adada. Başta tıkırtılara kıllanıyordum. Daha sonra görmeye de alıştım bambu kolonların üstlerinde. Sesi çok abarttıkları zaman sağa sola vurup 3-5 dakikalığına susturuyordum. Yiyecek içecekleri ulaşamayacakları yüksekliğe asıyordum. Ama son gün beklediğim oldu. Küçük çantanın ön gözünde unuttuğum çikolata parçası çantamdaki geniş delikle sonlandı. Ne çikolata merakıymış arkadaş, anlayamadım. En azından üfleyerek bizim kulağı, ayak parmağını yemediler diye minnet duydum. Herşey güzel ama bu küçük dostlardan bahsetmek de gerekiyordu. Bir gün ballandıra ballandıra yazmışsın, ama bu yaratıkları yazmayı unutmuşsun demeyin diye bana.

Geri dönersek, birkaç gün tembellik deniz hamak ve kitapla geçti. Sonra ara ara şehre inip kalamarların, yengeçlerin, midyelerin, balıkların tadına baktım. Adlarını hatırlamadığım sıradışı meyvelerden alıp alıp bungalova geri döndüm. Akşamları happy hour saatini bekleyip ikişer bira içtim (yerseniz). Böyle yerlerde zamanın günlerin izini kaybetmek çok kolay. Bir gün de bu mekanda beş haftayı aşkındır ikamet eden, sonra motorla kaza yapıp yamulan Fransız Ferid’in , hasarlı ama halen gitmekte olan motorunu ödünç alıp ada turu yaptım. Dönüşte yağmur bir yağdı tam yağdı. Eski Lanta kasabasını ziyaret ettim, daha sonra Gypsy Village dedikleri, vaktinde deniz göçebeleri olan ama daha sonra buraya yerleştirilip adada balıkçılık falan yapan çingenelerin kasabasını ziyaret ettim. Evler denizin üstüne doğru kurulmuş barakalar. Balkonda gazete okurken balık tutabilirsiniz. Ama gelgitlere dikkat. Suların bu kadar çok yükselip alçalabileceğini hiç hayal etmemiştim doğrusu. Coğrafya dersleri hayalgücünü arzulandığı düzeyde tetiklemiyormuş meğer. Sular çekildiği zaman teknelerin hepsi karaya oturuyor. Enteresan gözüküyorlar. Gelgitler aynı zamanda kayaları da çok iyi saklıyorlar. İlk gün deniz yüksek olunca kayaları görmeyip denize girmeye kalkmıştım. Çok akıllıca değilmiş. Halbuki 50 metre yürünce Sedir Adası gibi yerden giriyorsunuz denize. Tatilin devamında bu taraftan girmeye devam ettim. Ben soğuk denizden ve soğuk duştan hiç hoşlanmam. Deniz suyunun soğukluğundan şikayet etmeden ilk defa denize girdim uzun yıllar sonra. Arada pek sevgili dostlarım olan fillere bir ziyaret daha gerçekleştirdim. Ama bu fil Chiang Mai’da ki gibi çalışkan çıkmadı. Bunun binicisi köyün delisi çıktı. At da sahibine göre kişniyor demek ki. Öyle dura kalka turladık. Ama yine de muhteşem hayvanlar.

Adada böyle böyle geçti günler. Sonra beni tembellikle itham eden mailler almaya başladım. Blog ikinci plandaymış, hamak birinci plandaymış gibi iğneleyen, kalbimi bir bıçak gibi delen mailler. Hamakta huzurla uzanamaz oldum. Günbatımı benim için güneş tutulması gibi karanlık gözükmeye başladı. Yediğim herşey kireç tadı verdi. Bira kafa bile yapmadı. Ben de o dakika anladım ki Bangkok’a dönme vakti geldi.

Bu sefer adada gevşemiş olduğumdan hiç sormadım otobüs direk mi, aktarması, derdi var mı diye. Hayır abi deyip aynı otobüse tıkacaklar bizi nasıl olsa. Öyle de oldu zaten. İlk önce beni almaya, geldiğim gün güneye götürmek için ekstra 100 Baht isteyen şöför geldi. Ben pek iyi işaret olarak yorumlamadım bunu. Allahtan çok gitmeden başka bir minivana attı bizi. Ordan sonra iki saat yol, sonra bekleme, başka bir minivanla 2 saat daha, sonra otobüs. Asıl bomba ben ve arkadaşım gece yarısı mola yerinde yemek yerken otobüsün bizim çantalarla beraber bizi bırakıp gitmesi oldu. 30 dakika deyip 15 dakika içinde gitmeleri bana biraz kötü niyet varmış gibi düşündürdü. Mola yerindeki amcanın yardımcı olmaması bunun geleneksel olabileceğini de pekiştirdi. Biraz polisi arıyoruz, biraz sert çıkış derken başka bir şöför aradı o otobüsün şöförünü. Yarım saat sonra geri döndü sıfatsız. Üzgünmüş bilmemneymiş. Çantaya kavuştuğum için sevindim tabi. Ama Bangkok’a dönünce yeni aldığım kokumun, en üstteki banyo çantamdan aşırıldığı farkettim. En azından daha beteri olmadı. Yoksa 8-9 ay daha aynı terlik, don ve atletle gezecektik. Sırf otobüslerle ilgili blogu açsan açılır arkadaş. Bundan sonra daha dikkatli olmak lazım. Boşluğa gelmiyor bu işler. Bangkok’a geldim yeniden. Ev gibi oldu burası zaten. Aynı tuktukçuyla şakalaşıyorum, önceden anımsadıklarıma selam veriyorum. Ama artık Singapur’a geçme vakti geldi. Biletimi teyit eder etmez güneye uçuyorum. Ordan da ver elini Malezya. Sonra da Caponya…

3 yorum:

  1. Merhabalar,
    Bloğunu okuyunca aklıma geldi, yaptığın rotanın uzakdoğu bölümünde öyle doğru düzgün hostel falan yok ama Malezya'ya geçeceğine göre sana bir yer önereyim dedim. Adı aklıma gelmiyor ama www.gezgine.com'a yazdım. Orası şu an biraz karışık ama az bir vaktim olsun düzelteceğim. Sen yine de bir bak. Kuala Lumpur'da kaldığım hostel gerçek bir hosteldi ve çok düzgün, rahat ve keyifli bir yerdi. Sanırım hemen hemen bütün uzakdoğuda hostel adına gördüğüm tek yerdi ve bayılmıştım. Büyük, temiz, rahat ve çok çok merkezi bir yer. Tam bir backpacker mekanı. Dur, adı galiba Pujangga Homestay falandı. Bir bak, hiç pişman olmazsın. Dormitory bile var istersen.
    Taman Negara'ya gidersen ve bira vs..seviyorsan, içkini yanında götür. Orada alkol sıfır..
    Hindistan'dan sonra cennet gelmiştir sana oralar..:))
    Sana çok çok iyi yolculuklar.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Of of...Caponya yazısını iple çekiyorum.

    YanıtlaSil