9 Kasım 2009 Pazartesi

Siem Reap - Angkor


Siem Reap’e varınca otobüs etrafı kapalı tarla gibi garip bir yerde durdu. Bizden önce giden arkadaşlar orada kalacak diye biz de Garden Village adlı guesthouse’a gitmeye karar verdik. Hem şehirden 4 km kadar uzaktaki otobüsten aldıracaklardı bizi. İndik, vatandaşın biri kartona adımı yazmış ama soyadın uzaktan yakından alakası yoktu. Bir tek ilk harf tutuyordu. Ama adamımızı bulduk. Tam çıkalım derken kıytırık gardan kapıları kilitlediler. Haydaaa… Ne iş dedik, içerde çok eşya varmış, millet hücum etmesin diye kilitlemişler. 10 dakika güneşin altında dikildikten sonra açtılar. Biz de kaçtık, otele yerleştik. Saat geç olduğu için biraz şehir turuyla geçirdim vakti. Şehir merkezinde yollar savaş meydanı gibi, delik deşik, toz toprak. Ben Angkor’a gelen insanlar için altyapı çalışmalarına yordum ama o kadar da emin değilim.

Ertesi gün için, Angkor Wat’da çok güzel olduğu söylenen gündoğumunu seyretmek için saat beşte buluşmaya karar verdik arkadaşlarla. Sabah kalktık, ama hava maalesef hem kapalı hem yağmurluydu. İki saate kalmaz kesin açar dedim ben arkadaşlara. Bu sefer de yedide buluşmaya karar verdik. Gidip biraz kestirip tekrar kalktık. Lobide buluştuk, baktık yağmur şiddetini arttırmış. Çatıdaki restoranda bişeyler atıştıralım, yağmur diner birazdan dedim. Çıktık kahvaltı ettik. Kahveyi içtik. Hava aynı. Eşek ölecek, ters dönecek de karnı güneş görecek… Sonra bir akıllı internette hava durumuna baktı. Bütün gün yağmurlu olacakmış. Bana değil de meteorolojiye inandıkları için biraz bozuldum. Halbuki pozitif enerjiyle çözecektim hava durumunu. Moralim bozuldu. Sonra gittim beleş internet olan bir cafe buldum. Pahalısından bir dolara kahve söyledim. İyice yayıldım. Bir kahveyle beş saat oturdum aynı yerde. E-maillere baktım, cevap falan yazdım (Aloo, mail attıklarım, niye cevap yazmıyorsunuz?). Liseden arkadaşım Çağatay da mail atanlar arasındaydı. Bana Siem Reap’de bir mekan tavsiye etmiş. Açtım linki baktım. Mekan çok tanıdık. Masalar sandalyeler falan. Sonra ismine baktım, etrafa baktım. Zaten o mekana gelmişim. Hemen mail attım Çağatay’a. Dedim ki, olum sen giderken biz geliyorduk, ben o mekanın müdaviyim zaten. Dünya küçük. Bu arada şehirde baya fiyakalı yerler de mevcut. Angkor’dan beslenen bu kente turcu zengin turistlerde geliyor tabi. Kaliteli oteller, alımlı cafeler ve restoranlar her yerde. Ama ben Barış arkadaşımın tavsiyesiyle barlar sokağının girişinde akşam kurulan yemekçilerde tıkındım daha çok. Diğer elemanları da alıştırdım. Komisyon alsan alınır yani. Bir dolara tepeleme pilav ve güzel yemek yenebiliyor. Çok güzel meyveli shake de yapıyorlar, rendelenmiş buzla. Hava muhalefeti dolayısıyla ilk gün maalesef böyle geçti. Ertesi gün kıyamet de kopsa beşte buluşmaya karar verdik. Müslüman tuktukçu Ali kardeşimizle akşamdan 10 dolara anlaştık ertesi gün bizi gezdirmesi için.

Ali sözünün eri çıktı (müslüman çocuk tabi), sabah beşte kapıdaydı. Üç kişi atladık tuktuğa. Portekizli kız uyuyakalıp gelemedi, bizim tuktuk payımız bir anda 83 cent arttı. Küfrettim kıza. Sabah ayazında hafiften titretti bizi tuktuk. Kapıya vardık, girişte üç günlük 40$ olan ücreti verdik, fotoğramızı çekip biletimizi verdiler. Kaybetmeyin diye de tembihlediler. Yoksa bir daha para alırlarmış. Haklılar. Yola devam ettik. Bu alan öyle bizim tarihi yarımada gibi değil. Bir keresinde İstanbul’da Avcılar dolmuşu şöförünün köylüsüne şehrin büyüklüğünü tarif etmesine şahit olmuştum. “Bizim köyden 20 tane düşün” diyordu. Büyük köymüş. Dışarda kalan tapınaklarıyla oldukça geniş bir alana yayılmış. Bizim tarihi yarımadadan en az 40 tane derim.Yürüyerek gezmek falan mümkün değil. Motosiklet kiralanabilse harika olur. Özgürce gezilebilir. Ama sanırım tuktukçular odası (ya da mafyası) bu işe taş koyuyor. Herneyse…

Angkor Wat’a yaklaşırken içimden sabah sabah kimse yoktur orda dedim. Varınca gördük ki bütün Siem Reap orada. Özellikle Japonlar çoktan tezgahı açmışlar, üçayakları falan kurup, beş metrelik fotoğraf makineleriyle güneşi bekliyorlar. Önemli olan bunu tecrübe etmek, öyle üçayakla beklemek değil dedim kendi kendime. Sonra iyi bir nokta bulup ben de makineyi çıkarttım. Şansımıza o sabah hava güzeldi. Güneş de kızıl renkli ufukta belirdi. Devasa yapının silüeti sabah güneşiyle harikuladeydi. Bu manzaradan sonra hazır tuktuk ayarlamışken uzak yerlerden başlayalım diye karar verdik ilk gün için. 2-3 günde her yeri görmek mümkün değil, eğer ki önünden tuktukla hızla geçerken fotoğraf çekip şöyle bir bakarım demiyorsanız. Tercihlerde bulunmak zorundasınız. Biz ilk gün big loop dedikleri geniş daireyi gezdik. Her yeri de tek tek anlatmak mümkün değil. O kadar çok tapınak ve yapı var ki. Ben ne hissettiğimi ve genel izlenimlerimi yazmaya çalışacağım.

Tarihiyle ilgili çok kısa da özet geçelim. 9. yüzyılın başlarında Khmerlerce kurulup, 12. yüzyılda altın çağını yaşayıp, 14. yüzyıldan sonra diğer etkenler ve savaşlarla zayıflamaya başlayıp, 16. yüzyıl sonlarına doğru da terkedilen Angkor, 19. yüzyıl ortalarında keşfedilmiş. Uzun zaman, inanç sistemi olarak Hinduizm hüküm sürmüş ama 12. yüzyıldan sonra Budizm de işin içine giriyor. İkisi de Hindistan menşeili olan bu inanç sistemlerinin yanında kendi eski tanrılarına da paralel inanış sürmüş. Biz Türkler atlar, avratlar, silahlar ile Anadolu’ya kök salarken Khmerler de Angkor’u inşa ediyorlarmış anlayacağınız. Bizim her padişahın kendi adına cami yaptırdığı gibi Khmer kralları da az ileriye kendi şehrini / tapınağını inşa etmiş. Angkor da genişledikçe genişlemiş ve bugün görebildiğimiz (kalanları tabi) muhteşem halini almış.

Angkor’a dönersek. İlk olarak doğası bir çarpıyor insanı. Muhammed Ali’nin Zaire’de George Foreman’ı nakavt ettiği artarda iki yumruk var ya. Doğa ilk yumruk, sonra bu doğanın içindeki tapınaklar-yapılar düşüren ikinci yumruk. Biz ilk Preah Khan’dan başladık. Ormanın içindeki bu tapınağa girince bilgisayardaki macera oyunlarında gibi hissediyor insan. Belki de ziyaret ettiğim ilk yer olduğu için baya sevdim burayı. Duvar kabartmaları, heykeller, mimari, yer yer çökmüş olduğu için labirent gibi sizi dolandıran koridorlar, cinsini bilemediğim ama yapıların içinden çıkıp büyümüş, enterasan kökleriyle taşlara tutunan ağaçlar zamanın kaybolmasına, mekanın gerçekliğini kaybetmesine yol açıyor. Demedi demeyin!

Akabinde irili ufaklı tapınakları gezdikten sonra Ta Prohm’a geldik. Bu yapı Angkor’un keşfedildiği zaman ki halinin tasavvur edebilmesi amacıyla olduğu gibi bırakılmış. Ağaçlar ve bitkiler haliyle burayı ele geçirmiş, ve hüküm sürüyorlar. Tapınakların içinde, üstünde büyüyen ağaçlar da fotoğraf çekmek için oldukça etkileyici görüntüler yaratmış. Hatta belli noktalarda platformlar koymuşlar. Turistlerde sıraya girip, sıradan çıkıp, platforma geçip, düğün fotoğraflarında nasıl 32 diş gösterilerek sırıtılıyorsa o şekilde poz veriyorlar. Baya eğlenceli görüntüler çıkıyor ortaya. Tomb Raider filminin bir kısmı da burada çekilmiş (Bilgisayar oyunundan esinlenilen filmlerden hiç hazzetmem, o yüzden bilmiyordum). Bu sebeplerden ötürü en popüler ziyaret noktalarından biri Ta Prohm. Kalabalığa rağmen içiçe geçmiş tarih ve doğa ağızları açık bırakıyor. Buradan sonra da gezmeye devam ettik. İlk gün sabah beşte kalkmanın verdiği yorgunlukla sonlara doğru biraz bitap düştük. Günbatımı için Angkor Wat’a geri döndük fakat hava bulutlanmıştı ve ekipçe sallanıyorduk. Biz de günbatımını ertesi güne bırakıp otele yollandık. Akşam dokuzda uyudum.

Hergün tuktukçu Ali’ye çalışacak halimiz yok. 40$’ı vermişiz, belimiz bükülmüş zaten. İkinci gün, günlüğü bir dolardan pinokyonun irisi bir bisiklet kiraladım. En kıytırığı benimkisiydi ama su kaynatmadı yolda. Erkenden yola koyulduk. Daha şehirden Angkor’a varmadan, keşke Ali’nin tuktuğunu tutsaydık diye düşünmeye başladım. Çok da kral elemandı ayrıca. Ama yılmadım ve pedalları çevirmeye devam ettim. İlk durak Angkor Thom’un göbeğindeki Bayon’du. Şahsen beni en çok Bayon etkiledi bütün Angkor sınırları çerçevesinde. Kulelerdeki yüzler bir garip bakıyorlar. Yapının tamamı zaten muhteşem bir yapı. Ama detaylara girdiğiniz zaman başınızı daha da döndürüyor. Yürüdükçe, dolandıkça yeni bir şey çıkıyor karşınıza. Baya bir fotoğraf ekledim burayla alakalı olarak. Umarım beğenirsiniz. Bayon’da saatler geçirilebilir. Ben de baya bir dalıp arkadaşları dışarıda bekletmişim. Ne yapayım, onlar da daha çok gezselermiş…

Buranın devamında Angkor Wat’ın kuzeyindeki Angkor Thom’u dolaşmaya devam ettik. Elephant Terrace duvar kabartmalarıyla geniş ve ihtişamlı. Arka tarafına devam edip sağa doğru daire çizerek ormanın içinde etkileyici yapıları görebiliyorsunuz. Buraları da keyifle gezip öğle yemeğini yedik. Zaten her yer lokanta. Her tapınağın çıkışında, içinde dışında milyonlarcası var. Menü fiyatları da olması gereken rakamların 3-4 katı. Siz bir şey demeden kendi kendilerine yarı fiyatına iniyorlar. Neyse biz de yemeği yedik, bisikletlerle genişten alıp Angkor Wat’a gidelim dedik. Fazla genişten almışız, biraz geç gittik.

Günbatımını da bu sefer yakalamayı umut ediyorduk. Girip gezmeye başladık Angkor’u. Dünyanın en büyük dinsel yapısıymış diye yazıyor kitaplar. Alansal olarak olsa gerek. Doğrudur çünkü kapıdan girip tapınağın kendisine yürümek bile hallice vakit alıyor. Duvar kabartmalarını inceleyerek arka tarafa doğru devam ettik. Sonra bizim Katalan elemanı kaybettik. Saat de iyice geç olmuştu. Ben ve isveçli arkadaş üst avluya çıktık. Buradan sonra bir üst kademe daha var fakat buraya çıkış yasak. Hep mi böyleydi, geçici olarak böyle bilemiyorum. Ben de avluda dolanıp fotoğraf çekiyordum. Sonra baktım görevlinin biri bana doğru yaklaşıyor. Saat de geç. Aha dedim, adam bizi güzelce gezemeden atacak buradan. Son ra bilin bakalım ne oldu. Adam kulağıma üst katı görmek ister misin dedi. O kadar adamın arasından niye beni seçti hala anlamış değilim. Potansiyel bir şeytan görünümüm mü var ki? Resimlerde görebildiğiniz üzere gayet kendi halinde, sessiz sakin, masum bir tipim var. Ben de kendisine “Bayım, tabelalarda okuyabildiğim kadarıyla yukarıya çıkış yasak. Rica ederim beni bu yasadışı işlerinize alet etmeyin” dedim. Şaka tabiki, hemen ne kadar istiyorsun diye sordum abiye. O an neden beni seçtiğini kavradım hemen. Adam kaşarlanmış, gözünden tanıyor rüşvetçileri. 10 papel dostum dedi. Ooo çokmuş abi, gel bu işi beşe çözelim dedim. Baktım tuzu kuru, döndü gidiyor. Abi bir dakika bir dakika, yanlış anladın dedim. Uzaklarda dolanan isveçli kızı buldum, tosla beş papeli, günbatımını çatıdan seyredelim dedim. Sorgusuz ok dedi. İsveç gibi modern ve gelişmiş ülkeden gelen bu hanfendinin rüşvete hemen evet demesini içimden ayıpladım. Ama beş papeli kurtardığım için de sevindim. Abiye on papel tamam ama iki kişi dedim. Geçin şurada fotoğraf çekiyormuş gibi yapın, oyalanın dedi. Sonra kalan ecnebileri kapattık diye çıkarttılar. Geldi bizi aldı, çıkarttı yukarı. Rehberlik bile yaptı, anlattı. Günbatımı hakikaten şahaneydi. Rüşvetin her kuruşunu helal ettim. Seneye gelsek bedava olur mu dedim. Ciddiye aldı, arkadaşların da payı var, olmaz dedi. Saat de geç olunca yasadışı çatı turumuz biraz aceleye geldi tabi. Ama kimsenin gezemediği yerleri gezmek de oldukça keyif verdi. Osmanlı’dan genetik mirasımız olan rüşvetin önemini bir kez daha Kamboçya’da kavradım. Rüşvetçi abiyle helalleştik, teşekkür ettik ve ayrıldık. Zaten karanlık çökmüştü. Lambasız bisikletlerle, çukurlu yollarda yolumuzu bulduk ve geri döndük.

Angkor en az üç gün gezilmesi gereken bir yer. Tamamını sindirerek görmek için ise ben en az beş gün derim. Ben iki gün gezdim. Laos’ta da planladığımdan uzun kaldığım için Kamboçya biraz kısa oldu. Hem Kamboçya’nın diğer bölgeleri, hem de Angkor’un detayları için bir daha gelmeye söz verdim kendime. Olur mu bakalım. Yazıda belki heyecanı tam aktaramadım ama imkanı ve fırsatı olan herkes buraya gelmesini tavsiye ederim. Yaşamak görmek, koklamak gerek bu tarihi mekanı.

Siem Reap’de son geceyi Laos’tan beri tanıdığım arkadaşlarla helalleşerek geçirdim. Kimisi vietnam’a (Başharfi bilerek büyük yazmadım. Vize vermediler, bu da benim intikamım olsun), kimisi ülkesine, kimisi Tayland’ın adalarına devam edecekler. Ben de Bankok’a döndüm. Şaka maka 2,5 aydan beri yollardayım. Düşündüm de, bir tatili haketmişim. Singapur ve Malezya’ya gezmeden önce biraz da Tayland’ın adalarını göreyim. Başta kuzeye devam edip sahilleri sonraya saklamıştım zaten. Henüz nereye ya da nerelere gideceğime karar vermedim. Bakalım…

4 yorum:

  1. Daha 2,5 ay mı oldu, vaay be bana sanki ayyylardır yoldasın gibi geliyor. Ankhor'a benim de illaki gidesim vardı, bu yazı üzerine farz oldu. Hazır rüşvet döngüsünü de çözmüşken, sen ve biz geldikten sonra bir ara gidelim hakkat.

    YanıtlaSil
  2. ahmet onur ozkan9 Kasım 2009 23:49

    baba yolun acik gonlun ferah ohersey yolunda olsun

    YanıtlaSil
  3. Efecim gezdiğin yerler süper:=)))) kendine iyi bak:=)))

    YanıtlaSil
  4. Hakikaten.. adam rüşvetçi olarak uzaktan bile anlaşılıyor demek ki.

    Biraz da yazmaya üşenmişlik hissettim bu son yazında..Üşenme yaz.

    YanıtlaSil