30 Kasım 2009 Pazartesi

Singapur

Adada gevşediğim için uçağı ayarlama işini biraz geçe bırakmıştım. Bu sefer tam mantarladım derken Çiğdem Hanım imdadıma yetişti, beni yedekten yazdırdı Singapur uçağına. Ama yapacak birşey yok, uçuş garanti değil, gidip beklemek lazım havalimanında. Ben de bu stresi nasıl atarım diye düşünürken şöyle kralından bir Tayland masajı yaptırayım dedim son gün. Herşey sağlık için sloganıyla yola çıkmış olan Health Land Spa’yı arayıp iki saatlik masaj için randevu aldım. Gittim kendimi teslim ettim oradaki kuvvetli ablaya. İki saat nasıl geçti anlamadım. Heryerim kütür kütür olmuş. Başladı bizim kulunçları ezmeye. Parmak sırt boyun kol bacak derken çıtlattı kütletti. Çıktığımda zor yürüyordum. Gittim otele. 30 saniyede uyuyakaldım. Baya bir uyumama rağmen sabah kalkmakta güçlük çektim. Bu masaj çok faydalı bir şey olsa gerek.

Bangkok’a veda etme vakti geldi ama daha uçacağımın garantisi de yok. Topladım çantayı, gittim havaalanına. Gittim yazdırdım adımı. Sen biraz turla gel dediler. Turladım gittim. Uçuşa bir saat var. Gerginlik arttı. Sen bir 15 dakika daha bekle dediler. Huzursuzlandım, oturamadım. Uçak 12:45 de kalkacak, saat oldu 12. Beş dakika daha dedi. Abi yapma, gitmem lazım bugün dedim. Vakitlice düşünecektin onu, hamakta yatarken iyiydi di mi dedi. Aslında öyle demedi ama ben kendi kendime böyle düşündüm. 12:03 de bir daha yanaştım ama bu sefer direndim, tezgahın önünde bekledim. Dakikalar geçmedi. Uçamazsak tekrar şehre dön, otel bul falan. Ölme eşeğim ölme… Vakit gelince artık kıvrandırma da ver şu bileti dedim. Verdi. Koşturarak gittim, sıraları aştım, damgayı vurdurduk pasaporta. Uçağa varınca bir baktım uçuş kartına: Business Class. Oğlum Efe, akıllı adamsın sen dedim. Ne o öyle önceden yerini ekonomi classtan ayarlayıp halktan insanlarla uçacaksın ki. Belediye otobüsü gibi bir şey zaten uçağın arkası. Geniş koltuğuma yerleşip uzatılan tepsiden hemen bir şampanya kaptım. Uçak kalkınca da Fransız şarabı, karidesli salata, steak ve cheese cake’den oluşan menüyü geride hiçbirşey bırakmayak yedim. Bir şarap daha, üstüne bir de kahve derken uçak indi zaten. Bundan sonra hep yedekten yazılacağım uçağa.

Sorunsuzca ve çabukça girişimi yaptım. Sonra raylı sistemi bulup gideceğim Little India bölgesine doğru yol çıktım. Trenler güzel. Bir iki aktarmadan sonra büyüğünü önceden gördüğüm Küçük Hindistan’a vardım. Gittim Inn Crowd adlı hostele. Dorm odasına 14 doları bayıldım. Evlat acısı gibi. Kahvaltı ve beleş Wi-fi tesellim oldu. Ama mekan güzel mekandı allah için. Ama Singapur’un parasal anlamda beni öttüreceği de gün gibi aşikar. Hamama giren terler deyip kaderime razı oldum. Zaten geç vardığım için ilk gün dinlendim. Bira da ateş pahası olunca otelin beleş çay ve kahvesine yüklendim.

Unutmadan, Singapur’la ilgili bütün sırları, taktikleri, restoranları pek detaylı biçimde açıklayarak hayatımı kolaylaştıran Korcan arkadaşıma teşekkürü bir borç bilirim. Tavsiye ettiği yerleri gezip, restoranlarda leziz yemekleri mideye indirdim. İlk gün küçük hindistan’da gezdim biraz. Ülke Singapur gibi gelişmiş olunca Hint bölümü de büyüğüne göre oldukça temiz ve düzenli. Hint yemeklerini de özlemiştim zaten. İyi geldi. Burada bir Mustafa Center var, alış veriş merkezi. 24 saat açık. Bir girince kayboluyorsunuz. Hakan Günday’ın “malafa” kitabındaki Topaz Center’ı hatırlattı bana. Her katta başka numara. Sıkış tepiş ama herşey var. Enterasan bir yer. Bir ara kaybolur gibi oldum. Ama çıkışı buldum. İlginç bir konsept. Görmekte fayda var. Burdan Kampong Glam bölgesine geçtim. Müslümanların yoğunlukta olduğu bu bölgede biraz turladım. Havanın sıcaklığı ve rutubeti insanın başını hafiften döndürüyor gündüz saatlerinde. Arab Street ve Haji Lane isimli sokakları gezdim. Kargaşaya fazla alışmışım herhalde, buralar çok sakin gözüktü gözüme.

Singapur düzayak ve küçük olduğu için yürüyerek gezmesi rahat. Ulaşım araçlarını kullanmak isterseniz de oldukça konforlu ve düzenli. Sıcaktan bunalınca atla otobüse, atla metroya. Ben çoğunlukla yürümeyi seçtim. Dev dönmedolaba doğru ilerledim. Aslında binmeyi planlıyordum ama 20 dolar gibi bir para ödemek gerekiyormuş, ben de teşekkür edip şehrin merkezine doğru ilerledim. Gökdelenlere yanaştım. Adamların şakası yok, dikmişler binaları. Geçmiş zaman kullandığıma bakmayın. Kafayı nereye çevirseniz çevirin vinçlerin harıl harıl çalıştığını, inşaatların devam ettiğini görebilirsiniz. Nehir kenarı fiyakalı mekanlarla dolu. Ben yürüyüp devasa yengeçlere bakmakla yetindim. Buralar bizim bütçeyi yamultacak yerler. Ağzım sulandıysa da bana yengeç satmaya çalışanlara “dinime aykırı” diyerek direndim. Bir dahaki sefer acımayacağım ama o eli kolu bağlanmış sefil yengeçlere. Dediğim gibi, barlar, restoranlar baya fiyakalı, ben de gittim seven eleven’dan tam 7,65 Singapur doları ödeyerek büyük bir Guinness Bira kaptım. Hintli abiye biramı gösterip “bu bebeği nerde öldürebilirim” dedim. Bir de yorulduğum için binmem gereken otobüsün numarasını sordum. Yukarı doğru kaptır git, bebeği öldür, sonra da 147 numaralı otobüse bin, evine dön evladım, akıllı ol dedi. Aynen dediği gibi yaptım babacan Hintlinin. Poşetin içindeki biramı, akşamcılar gibi kısık gözlerle yudumladım. Guinness ekmek gibi zaten. Yoğun. İyi geldi. Gittim, otobüse bindim. Küçük Hindistan’da Tekka Center adlı, çeşit çeşit yemek satan, büfevari dükkanların olduğu yerde dört Singapur dolarına karnımı doyurup, klimalı lobiye attım kendimi. Bu memlekette klimasız ölür insan. Nefes alıp kendime gelince, kitabımı okurken ya susarsam diye, gittim hemen yandaki seven eleven’dan iki adet Singha adlı Tayland birasından aldım. Hem kitabı hem biraları bitirip yattım.

Ertesi gün gidip Orchard Caddesini ziyaret edeyim dedim. Bu taraf alışveriş merkezlerinin bulunduğu, lüks hayatın hüküm sürdüğü bölge. Görüntü olarak Bağdat Caddedi’sinin sağlı sollu AVM’lerle donatılmış hali. Ben, bana söyleyen birkaç insanın yalancısı olayım (yalanı doğru hatırlayabilirsem), bu memlekette 150-170 arası AVM olduğunu söylediler. 4,5 milyonluk ülke için fena sayılmaz, ne dersiniz. Ama kelle başı gelirin de 30,000 USD civarı (2006 yılı verileri) olduğunu da hatırlatmak lazım. Benim amacım alışveriş manyaklığı değildi. Yoksa haftasonu Fransa’ya ya da İtalya’ya uçardım, di mi? Roma’ya gittiğim zaman, açık hava müzesine geldiğini unutup Outlet turunun detaylarını almaya çalışan aklıevvellerden değilim allahtan. Benim amacım, don atlet çıktığımız seyahatte, Japonya’da denk geleceğimiz kara kışa karşı popomu ve ayaklarımı sıcak tutacak bir iki malzeme edinmekti. Bir de fotoğraf makinesinin bir parçasını kırmıştım. Fiyakalı bir pantolon (öbüründe şimdiden üç delik var), bir çift pabuç, makinenin parçasını, ve de son okuduğumdan beri uzun yıllar geçtiği için, kocaman Borders’dan Salinger’ın “the catcher in the rye” kitabını edindim. Sıcaktan yine yamuldum. Gittim otelde duş aldım. Sonra da dışarı çıkamadım, ne yalan söyleyeyim. Holden’ın nasıl delirdiğini okumaya başladım tekrardan.

Son gün kalkıp Chinatown’a gittim. 147 numaralı otobüs ne mübarek bir otobüsmüş, benim gideceğim her yere gidiyor. Adeta şahsıma tahsis edilmiş bir özel araç gibi. İndim Chinatown’da. Gittiğim her yerde bir Chinatown ya da Little India olduğu için birbirlerine benzemeye başlıyorlar bir süre sonra. Burada da turist işi dükkanlar çoğunlukta. Arada girip yakın tarihte inşa edilmiş tapınağı ziyaret ettim. Ne detaylar ama ne detaylar. Heryer Buda. Bir de ayin sürüyordu. Biraz gözlemleyip çıktım. Korcan Hoca’nın tavsiyesini dinleyip Horfuncu da horfun yedim. O ne demeyin. Açıklayamam. Oldukça lezzetliydi. Sonra Raffles Place’e doğru ilerlerken özellikle Club Street üzerinde çok kaliteli eğlence mekanlarıyla karşılaştım. Lotoyu vurunca bir daha gelmeye karar verdim. Gökdelenlerin arasına dalıp azcık kayboldum. Gidip Asya Uygarlıkları Müzesini gezdim. Tam gün harcasan harcarsın burada. Oldukça sevimli bir müzeydi. Tavsiye ederim. Çıktığımda akşam olmuştu. Gittim 147 numaralı otobüse bindim. İki gün daha takılsam işe gidip işten dönenlerle arkadaş olacaktım neredeyse. Hergün aynı otobüse binilir mi seyahatte. Kerizlik işte. Otele gidip ertesi gün Malezya’ya geçiş için hazırlıklara başladım. Hazırlık yanıltmasın lütfen. Çok karışık bir şey değil. Yatağın üzerindekileri çantaya tıktım. Sonra da seven eleven’a gidip üç büyük Anchor birasını 8,60 singapur dolarına alıp bizim otelin önünde içen gençlere takıldım. Kuala Lumpur’a giden tek ben değilmişim. Diğer elemanlarla beraber gitmeye karar verdik.

Singapur’la ilgili genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, tam anlayamadım burayı. Asya’nın ortasında Asya’dan başka bir yer. Çoğunluk Çin kökenli olsa da her yerden insan var. Kültürler paralel biçimde yaşanıyor, yaşatılıyor. İnsanlar yüksek hayat standartlarının keyfini sürdürüyor gibi. Batılı yapılaşma, sıkı kanunlar, temizlik ve düzen ve bütün bunlarla beraber pahalı yaşam. Hep duymuştum burayı, gördüğüme de memnunun. Ama fikrimi sorarsanız, beni dehşete düşürmedi. Kaldığım üç gün bu ülke için idealdi. Zaten gidip Hintli kuyumcuda parayı bozduruyorsunuz, yarım saat sonra cepte bir şey kalmıyor. Batmadan gitmekte fayda var. Japonya’ya geçmeden gidip iki hafta kadar da Malezya’yı ziyaret edeceğim. Bakalım reklamını yaptıkları gibi gerçekten Asya mıymış? Singapur gerçekten Asya değildi çünkü.

Bir de ufak dipnot: blog sitemde tebrik etmeye söz verip de unuttuğum, Barış ve Beyhan dostlarımın tahminen evlilik çağına yaklaşan yavruları Beren’in doğumunu kutlarım. Allah analı babalı büyütsün…

1 yorum:

  1. Ah Efe Halası ne kadar naziksin.Dedim heralde bu cocuk tai masajı yaptırırken kötürüm kaldı.
    Beren seni soruyor ,benim yurtdışında gezinen Efe halam varmış ,söyleyin gittiği heryerden bana hediye getirsin yoksa öptürmem gelince diyor.Elçiye zeval olmaz canım.Kendine iyi bak halacık :)

    YanıtlaSil