27 Aralık 2009 Pazar

Tokyo

Evet, sonunda Japonya’dayım. Ama Buraya nasıl geldim? En son Kuala Lumpur’a gidip ayarlarım herşeyi diye düşünmüştüm ve yazmıştım. Netekim de öyle yaptım. Pazartesi yolda geçti. Bir gece öncesinde de adaya veda niteliğinde bir gece olduğu için uyumadım. Sabah 06:30’da atladık araca ve akabinde diğer araçlara. Akşam Kuala Lumpur’a vardım. Gittim aynı yere (Bedz KL), bir yatak buldum. Ertesi öğlen aradım konsolosluğu umutsuzca. Aaaa dedi hanfendi, sana iyi haberlerim var, yarın pasaportunu al gel. E madem iyi haberin vardı, niye vermedin??? Öyle demedim tabi, sevindim. Tam alternatifleri düşünürken (ki bunların içinde Bali de vardı ve görmem için çok neden sıralanmıştı) vize çıkınca ikilemde kaldım. Bilet fiyatları da el yakıyordu zaten Bali için. Ben de rotadan şaşmayayım bari dedim. Kazara vizeyi alırsam diye Çiğdem Hanım’ın yardımıyla iki gün sonraya yerim hazırdı zaten Tokyo uçuşu için. Madem öyle kaçırmayayım dedim bu şansı. Hem yılbaşına Sydney’de olmak da var. Liseden arkadaşım Sezgi var orada. Yılbaşında orada olmak zaten ilk plandı. Yatak yemek içki bedava zaten. Sanki kendi evim gibi. Madem öyle dedim, acele et oğlum Efe. Malum, uçuş Singapur’dan. Koşturmam gerek.

Ertesi sabah erkenden kalktım, gittim konsolosluğa, yapıştırttım vizeyi. Çıktım hostele geldim. Çantayı hazırladım, kalanlarla helalleştim, yürüdüm Puduraya otobüs garına. 10:30 otobüsüne bilet aldım. 11:30’da otobüs dolunca kalktık tabi. Singapur sınırı dört saat kadar ama yine de geriliyor insan yetişemezsem diye. Ama yetiştik. Malezya’dan çıkışımı aldım. Singapur’a giriyordum ki bana sigara var mı diye sordular. Kendim kullanmıyorum ama Avustralyada ki arkadaşlar tutturdular Malezya’dan sigara getir diye. Kıramadım çoçukları. Attım çantaya üç paket. Onlar sorunca sigara durumunu, üç paket var ne olcak ki dedim. Ne mi olacak, sen şimdi şu arkadaki odaya geçeceksin kaçakçı dedi (öyle demedi ama ima etti). Geçtim, evrak falan doldurdular, ben bekledim. Ben bir kartondan fazla olursa sıkıntı olur diye hesap etmiştim. Yanlış düşünmüşüm. Evrak işi tamamlanınca gel peşimden dedi bir memur. Otobüs beni bekliyor. Otobüs kaçacak, uçak kaçacak, şimdi içeri de alırlar bunlar beni diye geçiriyorum içinden. Gümrük yetkilisi olduğunu düşündüğüm adamın yanına girdik. Sigara paketleri elinde. Sanki iki kilo eroin anasını satayım. Bilmiyor musun sen yasaları dedi. Bir paket bile olsa beyan etmen lazım. Vallahi bilmiyordum beyefendi dedim. Daha önce hiç suç işledin mi dedi. Kesinlikle hayır dedim. Biraz daha lüzümsuzca konuştu, ben de gülümseyip haklısınız dedim. Otobüs gitti gidecek. Aslında bunun cezası paket başına 200 Singapur Doları dedi. Ama sen saf birine benziyorsun, yanlışlıkla yaptığına eminim dedi. Gerçekten de öyle efendim dedim. Bu seferlik sadece vergisini alıyorum senden ama bir dahakine acımam keserim dedi. Ben de bir daha kesinlikle olmayacak diye yanıtladım ama içimden bir daha geleni öpsünler diye geçirdim tabiki. Ülkeye bak ya, üç paket sigara için bıdı bıdı ediyorlar. Sanki pahalı diye kaçak sokmaya çalıştık, çocuklar Malezya sigarası istedi diye attık ki çantaya. Ödedim 23 Singapur Doları vergiyi kredi kartıyla, çıktım, otobüs hala oradaydı allahtan. Singapur’a salimen vardım. Önceden kaldığım Inn Crowd’da dört beş saat kadar oyalandım. Gece kalmak hem pahalı hem de uçak erken diye gittim havaalanında yattım. Belim hala tutuk. Çok boşluk var sandalyeler arasında. Sabah kalktım bindim uçağa. Jumbo Jet çıktı uçak. Ne büyük uçakmış bunlar yahu. Hiç binmemiştim bunlardan birine daha önce. Ama konuyu dağıtmayalım.

Japonya ve Japonlar hep sempatik ve sevimli gelmiştir bana. Narita’ya kazasız belasız indik. Uçakta gerekli formları zaten doldurmuştum. Girişte vizesiz tak diye aldık 90 günü. Buraya kadar herşey iyi. Gümrük sırasına girdim. Elimde gümrük beyanı. Sütten dilim yanmış, yazdım 60 adet sigara var diye çantada. Başka da bir şey yok zaten. Sırada yorgun yorgun bekliyorum. Önümde iki kişi var. O sırada görevli memur bana doğru yürümeye başladı. Oh dedim, beni boşuna bekletmeyecek, o Singapurlu canilerden sonra bu çocuk çok kral çıkacak, sen geç, beklemene gerek yok diyecek diye bekledim. Beni hakkaten sıradan aldı, ama başka bir odaya götürdü. Sonra bir memur daha geldi. Gümrük beyan kartını aldı. İyice okudun mu dedi. Okudum dedim. Sonra bir dosya çıkardı. Bir daha oku dedi. Okudum, aynısıydı. Sonra okuduğum şeylerin resmini göstermeye başladı. Silah vs. var mı? Yok. Pornografi var mı? Yok, sabit diskte yeteri kadar yer olmadığı için evde bıraktım. Sonra uyuşturucu kısmında her birini vurgulayarak afyonundan girdi, eroininden çıktı. Marijuanasından ecstacy’ye devam etti. E yok kardeşim, napayım, gidip geri alıp mı geleyim. Hem zaten Singapur’dan uçmuşum, orada üç paket sigara için adamı öttürüyorlar, o saydıklarına kelle alıyorlar. Manyak mıyım ben? Sıra üst aramaya geldi. Önce pabuçlar çıktı. İki günlük yoldan sonra o ayakkabılar, çoraplar ellenmezdi ya, elledi saftirik. Ben de içimden beter ol falan diye sayıyorum tabi. Üst baş sağlam arandı. İki çantamın tamamını boşalttılar. Ben arada Barış Manço demeye çalıştım. Bir iki şarkı mırıldandım. Oralı bile olmadılar. Barış Manço’ya bile bu kadar tepkisizlerse birazdan plastik eldiveni de alır gelir bunlar diye gerildim. Ama çantalarım temiz çıkınca işbirliğim için teşekkür edip yolladılar. Japonlara – 5 yazdım girişte. Sanırım benim tip de günden güne kayıyor. Bir de Bangkok’tan aldığım şapkadan kurtulmam gerekecek. Herkes o şapkayla Kolombiyalıya benzediğimi söyleyip duruyordu zaten. Komutan Logar’ın “Pudra şekeri ha, alın götürün bu köpeği, bunu da mutfağa verin” dediği aklıma geliyor sürekli. Uzatmayayım, geç de olsa çıkmaya başardım. Trene 13-14 dolar gibi bir rakam ödedim. Laos’ta o paraya bir günümü kral gibi geçirdiğim aklıma geldi. Hayıflandım. Ama bura Japonya, hamama giren terler. Gerçi girişte sağlam terledik. Ben tabi kalacağım yerin detaylarını falan tam yazmadığım için iyi yürüdüm vardıktan sonra şehre. Sonunda bulup yerleştim oetlimi. Çağlayan da burada kalmış vakt-i zamanında. Ben de bir bildiği vardır deyip geldim aynı yere. Dorm seçtik ucuz (!) diye. Gecesi $30. Ahşap kutu ile kapalı yatağın etrafı. Çağlayan’ın dediği gibi, aynı tabut. Kapağı ne zaman açıp kalbime ahşap kazık çakacaklar diye bekledim elleri sarmısaklı, haçlı adamları. Gerçi sarmısağa bayılırım, ordan bir sıkıntı olmaz ama kalbe kazık, sakat iş. Üç günlük uykusuzluktan ve gerginlikten sonra kapağı hiç açmasalar diye iç geçirirken uyuyakaldım.

Üç paragraf yazdım, daha Japonya’ya gelemedim. Nereden başlasam. -5 yazmıştım ya başta. İnsanlarla muhattap oldukça, soru sordukça, konuştukça +1, +2 olarak puanlar geri gelmeye başladı. İlk trene binişte, metrodan çıkışta, sokakta kime ne zaman bir şey sorduysam işi gücü bırakıp yardım ettiler. Çoğu güleryüzlü. Başlamışken devam edeyim. Çoğunun elinde sürekli bir kitap. Saygıda hiçbir zaman kusur yok. O soğuk havada bile yaşlısı genci hareket halinde. Yürüyorlar, bisiklete biniyorlar, köpek gezdiriyorlar. Bir huzur havası hakim. Hengame olması gereken Tokyo bile huzurlu (12 milyonluk bir başkente göre bence). Öyle korna çalan, yürüsene hemşerim diyenine rastlamadım. Kurallara uyduklarını söylememe gerek yok sanırım. Temizlik desen, böyle temiz yer görmedim. Hayat tarzına gelince… Arada diyetisyenin biri çıkıp Japonlar şunu bunu yedikleri için uzun yaşıyorlar diyor ya. Güzel yemek yiyorlar, o apayrı. Ama herşey bir bütün. Bizim danalara hergün pilav, taze balık, yosun yedirsen ne olur ki? Stresten, millete sinirlenmekten yine geberir 50 yaşında. Anlayacağınız üzere puanlar toplana toplana baya bir artıya geçti. İnsanları gerçekten çok canayakın. Keşke daha uzun gelebilsem, daha çok tanıyabilsem bu kültürü diye düşündürtüyor insana.

Tokyo’dan bahsedeyim biraz. Havaalanından otele tonla para ödemiştim trene. Bu başlangıçmış, başıma geleceklerin habercisiymiş. Öyle çok da hissetmiyorsun. Üfleyerek öptüğü için Japonya, anlamıyorsun ne olduğunu. Günün sonunda bir bakıyorsun cepte 215 yen kalmış. Ancak son metroya yeter. 4-5 dolara da yemek var. Üç öğün yesen, iki de gazoz içsen, gitti 20-25 dolar. Ve tabiki metrosu Tokyo’nun. Yediği para çok ama her kuruşu helal olsun. Ne metro yapmış adamlar. İlk günün yarısını yerin altında geçirdim nereden nereye ve nasıl gideceğim diye. Ama bağlantılarla aktarmalarla her yere gitmek mümkün. Kaç hat var, tahmin bile edemiyorum. Bizim Türkiye tanıtım reklamında semazenler, Boğaz köprüsünün üstünden atlayan atlı ve Kız Kulesi’nin yanında Taksim - 4.Levent metrosunun da kısa bir görüntüsü var ya. O görüntüyü oraya ekleyenlerin (muhtemelen hükümetle alakalayı ya) gelip Tokyo Metrosunu bir görmelerini çok isterdim. Yeraltında restoranlar cafeler dükkanlar. Ayrı bir hayat sürüyor aşağıda. Kazara şehre bir şey olsa yer altında üç sene daha yaşanır rahatlıkla.

Şehir çok büyük. İlk iki gün yeteri kadar gezemedim. Arada iki günlüğüne Kyoto’ya gidip geleceğim. Dönüşte bir buçuk günüm daha olacak Tokyo’da. Biraz daha fazla görme şansım olacak. Şu ana kadar Akhabara’yı (Electric City de deniyor) gördüm. Bir sürü elektronik dükkanının yanında bilgisayar oyunları, slot makineleri, çizgi roman mağazaları, maid cafe dedikleri cafeler de mevcut. Şu maid cafeleri tam çözemedim. Hizmetçi kıyafetleri giymiş kızlar size efendisiymişsiniz gibi davranıyorlarmış. Lonely Planet’ta gördüm, @home cafe diye meşhur bir tane varmış. Gittim. Bir apartmanın en üst dört katı bunların. Kapıda sıra var. Gittim vatandaşa sordum ne iş diye. Sadece oturmak için 700 Yenmiş ($8). Artı yediğin içtiğin. Hem hizmetçimin resmini de çekemiyormuşum. Ben de sahip – hizmetçi ilişkisini çözemeden ayrıldım buradan. Bir dahaki sefere. Akabinde gittim Asaka’da tapınak gezdim. Akşamüstü cıvıl cıvıldı. Tapınağın etrafında konuşlanmış çeşit çeşit dükkan. Işıklar, insanlar. Noel ve yılbaşı zamanı olması daha da kalabalıklaştırmış sanırım şehri. İlk günü kısa kestim. Dört buçuk aylık tropikal ülkelerden sonra kış da çarptı beni. İçeri dışarı, sıcak soğuk derken biraz salladı bünyeyi soğuk. Otele girmeden Seven Eleven’dan bir küçük Sake, bir kalıp beyaz peynir aldım. İçim ısınınca da gidip erkenden girdim tabutuma.

Ertesi sabah en çok merak ettiğim yerlerden biri olan Tsukiji Balık Pazarına gittim. Dünyanın en büyük deniz ürünleri pazarıymış. Eskiden pazarlıkların yapıldığı soğuk oda kısmı da açıkmış herkese ama artık değil. Birkaç kendini bilmezin “o balığa o para verilmez kardeş” deyip müdahele ettiğini tahmin ediyorum. Ben de ayakaltında istemezdim bir sürü adam. Asıl pazarda bile kötü hissediyor insan kendini. Tam bir kare çekeceksin, adam elinde kasayla geçip omuz atıyor. Gözleri ise, görmüyor musun iş yapıyoruz burada, kıracam makineni şimdi ha gibilerinden bakıyor. Sorry sorry diye diye aralarda geziyorsun. Ama ne Pazar arkadaş. Ne balıklar, ne yengeçler, ne kabuklular, ne kalamarlar, ne ahtapotlar. Donmuş dev ton balıkları, kılıçbalıkları. Donmuşları, sanki kalasmış gibi, marangozların kullandığı elektrikli testere benzeri aletlerle kesiyorlar. Çözülmüşleri kılıç gibi buçaklarla doğruyorlar. Ayrıca hayatımda belgesellerde görmediğim envai çeşit şey var bu pazarda. Biz denizden babam çıksa yeriz diyoruz. Atıyoruz. Japon babasını tutsa, getirip mezata satacak. Akşama da yiyecek gerçekten. Ben saygıyla eğiliyorum bu ırkın karşısında, denizle ilgili olan şeylerde.

Burayı baya bir gezip çıktım. Karnım da acıktı. Baktım ilerde sıra var. Orada Singapurlu olduğunu sonradan öğrendiğim elemana ne iş dedim. Vallaha benim rehber kitap en uzun sıra neredeyse, git bekle, orada ye diyor dedi. Ben de girdim sıraya. Sırada beklerken resimlerden seçebiliyorsun ne yiyeceğini. Numarasını söylüyorsun. İçerisi bar gibi. İnsanlar otururken arkalarından zor geçecek kadar dar. Ama kapıda bir kuyruk, akıllara ziyan. Ben resimden pilavüstü çiğ ton, havyar, ve bişey daha olan tabağı seçtim. Biraz pahalıydı ama ne kahvaltıydı. Mide bayram etti. Hergün yerim ben bu yemeği. Bu pazarın sokak kedisi olmak varmış dünyada. Tabiki Japon yemeklerini öğrenmeye karar verdim bugün.

Karnı doyurup Ginza’ya gittim. Burası New York 5. Cadde, Bağdat Caddesi arası bir yer. Haftasonu ve tatil zamanı olması itibariyle tıklım tıklımdı. Güzel giyimli insanlar pahalı dükkanlardan alışveriş edip kaliteli mekanlarda yemek yiyorlardı. Ben ne güzel giyimliydim, ne de alışveriş edecek param vardı. Uzatmadım burayı gezmeyi, Harakuju’ya devam ettim. Burası kendini kaybetmiş gençlerin absürd kıyafetler giyip takıldığı, bu kıyafetleri temin ettiği, daha çok batılı tarzda yemekler yiyip eğlendiği bölge. İlginç olabilir dedim. Oldu. Orta lise çağında ne kadar genç varsa kostümümtırak kıyafetlerle geziyordu ortalıkta. Ananız babanız yok mu sizin diyesim geldi. Sonra baktım bazıları anaları ve babaları ile de geziyor o kılıkta. Vallaha hoşgörülü millet bu Japonlar. Bu gençlerin harçlığı bol olduğu için misket ya da İtalya 90 Dünya Kupası’nın (19 sene oldu mu ya) futbolcularının stickerlerinin beşlik paketlerinden alacak halleri yok ya (5 futbolcum kalmıştı, tamamlayamamıştım kitabı). Bunlar da parayı kostümlerine harcıyor. Para onların hayat onların. Neyse, burayı da böyle kapattık. Akşama Kyoto yolcusuyum. Daha otele gidip çantayı alıp, Tokyo istasyonuna devam edip, iki saat orada takılıp, otobüsle Kyoto’ya geçeceğim. Yedi saatmiş, kötü değil. En ucuz otobüstü. Otobüsün de en ucuzunu aldım ama gidiş dönüş 10,000 Yen vallaha. 100 dolardan fazla. Belki kazara da olsa planladığımdan kısa olması iyi oldu Japonya’nın. Yoksa batacaktım. Kyoto’da da tempo yoğun olacak. Çok güzel şeyler okudum duydum bu kent hakkında. Yorgunluktan gözlerimi açabilirsem güzelce gezip göreceğim. En kısa zamanda yazacağım.

1 yorum:

  1. Yazı hiç bitmesin istedim valla okurken.

    Ben de en çok Kyoto'yu merak ediyorum.Umarım orayı da böyle uzun uzun anlatırsın.

    Girişteki aramalar falan özellikle Türklere yönelik olabilir.Bazı sitelerde ülkeye vizesiz girişi artniyetle kullanan kimi Türk vatandaşlarının Japonlara illallah dedirttiğini; bu yüzden de girişte Türkleri daha fazla denetleyip sıkıntı yarattıklarını okumuştum.Yakında bizden vize almaya başlarlarsa şaşırmamak lazım.

    YanıtlaSil