27 Mart 2010 Cumartesi

Puerto Natales ve Torres del Paine Ulusal Parkı


Gideceğimiz hepi topu beş saat yoldu. Sınır geçmeyecekmişiz gibi yanımıza tomarla yiyecek aldık. Şili’nin de, ülkelerine meyve ve diğer gıda maddelerini sokmamak konusunda hassas olduğunu unuttuk. Haliyle, çoğu da sınıra varmak üzereyken, torbamızda ne varsa tükettik. Muz, havuç, krem peynir ve pek çok küçük sandviç ekmekleri, en son da sularını üstümüze damlata damlata kalan domatesleri yedik. Çok da iyi geldi. Şehre varınca hostel arayışımız başta iyi gitmedi. Beğendiğimiz bir yer bulamadık. Son denediğimiz mekan, Ho-la hostelleri (Latim Amerika’nın kaliteli hosteller birliği) üyesi olan Yagan House idi. Diğer yerlere göre bir miktar daha pahalı olsa da, hem sıcak bir ortamdı, hem de arka bahçesinde mangalı vardı. Burada kalmaya karar verdik. Kasabın hemen karşısında da olması kararımızı kolaylaştırdı. Bu noktada daha Hostelin sahibi Cristobal ile tanışmamıştık…

İlk günümüz yolda geçtiği için ve şehirde yapacak fazla bir şey olmadığı için, akşamında mangal yapalım dedik. Ben, çocuklara kolestrol, yağ, kırmızı et sağlıksız dediysem de, brokoli çorbası içmek istediysem de, Eda ve Tansu, gözünü kan bürümüş et yiyiciler olarak beni de bu sağlıksız diyetlerine dahil olmaya mecbur ettiler. Cristobal’le bu noktada tanıştık zaten. Mangalı kullanabilir miyiz diye kibarlıktan sorumuzu sorduğumuz anda, gözlerinde şeytani bir pırıltı gördüm adamın. Sesi titredi, siz durun, ben bu işin ustasıyım, ben yakarım, ne olur beş dakika bekleyin, ben gidip et ve kömür alayım dedi. Biz de kırmadık, bekledik. Hakikaten beş dakika sonra çıktı geldi kömür ve etleriyle. Bize de almamız gerekenleri salık verdi, gittik aldık geldik. Katıldık abiye mangalın başında, seyrettim nasıl yakıyor diye. Adam usta çıktı gerçekten de. Taktik: gazete kağıtlarını iki parmak kalınlığından kalın olmamak kaydıyla katlayıp şarap şişesinin etrafına fiyonk yapıyor. Bundan 4-5 tane olunca, şişeyi mangalın ortasına oturtuyor, etrafına kömürü yığıyor, sonra şişeyi yavaşça çekiyor, kağıtlar sabit kalıyor, ortadaki şarap şişesinin hacmindeki boşluğa bir parça yanan kağıt atıyor, sonra geri çekilip kırmızı Marlborosundan yakıp birasını yudumluyor. Taktik süper, ben de sonraki günlerde bu şekilde yaktım, çok da memnun kaldım. Evde deneyin (içerisinde değil, dışarısında). Mangal başında sohbet ederken Cristobal’e bizim memleketimizde de mangalın sevildiğini, ben de kendi adıma ne öğrendiysem, herşeyi bu konunun kurdu olan babamdan öğrendiğimi aktardım. Kendisi de bizi samimi bulunca vejeteryan müşterileriyle ilgili ileri geri konuşmaya başladı. Hep beraber gülüştük. Uzatmayayım, köy düğünü gibi, üç gün üç gece mangal yaptık, chorizo denen sosislerden, etlerden, kaburgalardan, tavuk kanatlarından, markette bulup sevindiğim ciğerlerden yedik bol bol. Biz de, artanlarımızdan tıkınan hostelin köpeği de semirdi vallaha…

Zaman konusunda sıkıntımız olmadığından ikinci günümüzü kasabada geçirdik. Balıkçı teknelerinin olduğu limanda yürüdük. Fotoğraflar çektik. Kendimi sanatıma verdim. Akşam oldu, hostele mangalın başına döndük. Zaten güneye indikçe hava serinledi. Bir sonraki gün ulusal park “Torres del Paine” ziyaretimizi yaparız diye planlarken, Eda bir diğer gezgin arkadaşımız olan Engin Kaban’ın kasabaya geleceğini haber verdi bize. Kendileri haberleşmişler. Onunla buluşalım diye karar aldık. Park seyahatimizi bir gün sonraya erteledik. Hem de mangala bahane oldu bir gece daha. Ertesi gün Engin’le buluştuk, couchsurfingcileri ulusal park onusunda bilgilendirmek amaçlı olan toplantıya katıldık. Bir buçuk saatlik bilgilendirme toplantısında, anlatan çocuk, bir saatini beceremediği komiklikler ile geçirdi. Gülmedik. Fazla da bilgilenmedik. Toplantının akabinde beş senedir bu bölgede rehberlik yapan Cem arkadaşımızla da tanıştık. Ondan da fikirler aldık. Sonunda turlara para yedirmemeye, dört Türk olduğumuz için araba kiralamaya karar verdik. Biri dünyaya bedelken, dördü neler yapar değil mi? Hatayı da burada yaptık.

Hemen arayışa girdik, üç dört ticarethane gezdikten sonra Patricio Abi’nin, üç kapılı 4x4 aracında karar kıldık. Sıkı pazarlığa girince İsrailli olup olmadığımızı sordu. Türk olduğumuzu söyledik, sevindi, bizi sevdi. İmzamızı atınca da bizi oturttu, elindeki ufak lazeri haritada gezdirerek bize gerekli tüyoları verdi. Helalleştik çıktık. Süpermarkette üç günlük alışveriş yaptık, ama içinde yok yok. Hesapta parkta kalacağız iki gece üç gün. Alışveriş sırasında bir türk gezgin olan Gülcan’la karşılaştık. Türkçe duyunca şaşırdı, sizin ne işiniz var burada dedi. Biz doğasever gezgin insanlarız, parka geldik dedik. O akşam Cem’in doğumgünüydü, Gülcan’ı da doğumgünü kutlanacak bara çağırdık. Kasada ödeme yaparken de Engin’le aynı couchsurfing evinde kalan Melike ile karşılaştık. Onunla da şarap üzerine konuştuk. Akşama bara gel dedik. Gelmedi. Çıktık marketten, elde on torba, Patricio’nun dükkanının önündeki arabamıza geldik. Bagajı açtım, torbaları güzelce yerleştirdik, kapattık. Arabanın kapısına yöneldim heyecanla. Anahtarı soktum çevirdim, kapı açılmadı. Allah allah? Bir iki deneme daha. Açılmıyor… Aldı mı bizi bir panik, sonra kaldırımdan ileriye bir baktık, bizim araba ileride duruyor. Aynı model aynı renk arabayı zorlayarak aç, üç günlük yemekleri koy, üzerini de kilitle. Var mı böyle bir salaklık. Var. Ben hemen Patricio’nun dükkanına koştum. Camdan arabayı gösterip bu senin araç mı dedim. O da bizim aracı gösterip, bizimkinin öbürü olduğunu belirtti. Biliyorum usta, bu da senin mi diye yineledim. Evet de ne alaka dedi. Tuttum kolundan indirdim, bagajı aç dedim. Açınca anladı durumu. O an az daha kontratı yırtıp arabasını geri alacak gibi baktı sempatik Patricio. Oldu bir kere, biz ettik sen etme dedim. Affetti. Dikkat edin, akıllı olun diye tembihledi. Tamam dedik kaçtık. Stresimizi mangal başında şarap içerek attık. Sonra da bara devam ettik. Eda, Tansu, Efe, Engin, Gülcan, sonradan bize katılan Cem ve Serkan ile yedi Türk olduk. Melike ve Cem’in abiside kasabada. Dokuz Türk bir şehirde, dünyanın dibinde. Yedi aydır bu kadarını görmediğim için başımıza her an bir şey gelebilir diye korktum. Gelmedi. İçtik, helalleştik, sabah beşte kalkacağımız için saat iki gibi barı terkettik.

Sabah güç bela kaldırabildim Eda ve Tansu’yu. Ben bir kadeh şarap ve barda bir birayla (o da ayıp olmasın diye) bütün geceyi geçirirken, ertesi gün koca bir yol ve park ziyaretimiz olduğunu unutan bu çift kafayı çektiler tabi. Engin de bunlara uydu. Sayelerinde biraz rötarlı çıktık yola ama 150 km uzaktaki Torres del Paine parkına varmayı becerdik. Bu kadar erken yola çıkmamızın tek sebebi günümüzü doya doya yaşamak, gündoğumunu seyretmekti. Giriş kapısına vardığımızda arabayı çektik sağa. Sanırım biraz erken varmışız. İçeride kimsecikler yoktu. Paramızı ödemek için kapıyı defalarca çaldık, camdan içeri bakıp tıktık vurduk. Sonra biraz daha bekledik görevliler gelse de paramızı ödeyip biletimizi alsak diye. Kimse gelmeyince soğuğa dayanamayıp arabamıza atlayıp parka girdik. Ertesi sabah ödemeye karar verdik. Hem kapı da açık olduğuna göre, o gün belki de halk günüydü. Parkın muhteşem doğasında ilerlemeye başladık. Karla kaplı sivri tepeler, saatte 150 km esen rüzgarla gölden kalkan sularla oluşan gökkuşakları, güneşin kendini gösterip kaybolmasıyla oluşan renk oyunları, condoru ve tilkisi, leş yiyen yırtıcı kuşları, lamavari canlıları ile harikülade bir yer. Seyre dalınca soğuğu bile unuttuk zaman zaman. Kulağın düşmesine yakın hatırladık donduğumuzu.

O akşamı parkın dışındaki bir kamp alanında donarak geçirdik. Ertesi gün de parkın diğer kapısından erkenden giriş yapacakken görevlileri görünce, bir gün öncesinde yaptığımız hatanın bilinci ve utancıyla yüzümüz kızardı, kasabaya dönüp biraz ısınmaya, fazlasıyla yediğimiz mazotu tazelemeye karar verdik. Canımız da sıcak bir kahve çekti. Arabayı park etti Engin. Araba kullanmayı sevdiğinden bize hiç zahmet vermedi, hep kendisi kullandı. Allah razı olsun kendsinden. Çok güzel bir cafede, kahve içerek ısındık soğuk gecenin ardından. Ben biraz felsefeden bahsettim. Hayattaki varoluş nedenimizle ilgili düşüncelerimi aktardım arkadaşlara. Neden varız sorusunu cevapladım. Sıkıldılar, sustum. Arabaya döndük, çalışmadı. Engin kardeşimiz farları açık bırakmış. Ben anlam arayışında olmadığımdan, sakince karşıladım bu talihsizliği. Engin’i teselli ettim. Yarım saat kablo aradık, bulamadık. Sonra aynı anda üç tane bulduk. Patricio görmeden olayı çözdük. O akşamı couchsurfingcilere evini açmış Adams Ailesi’nin yanında geçirdik. Gerçekten Adams Ailesi, yalan yok. Çocuğun elinde balta yerine flüt, anne baba aynı korkunçlukta. Evde 15 kadar couchsurfingci vardı. Biz dahil biri normal değil. Herkes yemek yaptı akşam, aile seyretti, yemekler yendi, artanları yangından mal kaçırırcasına dolaplarına sakladı aile daha sofrada oturulurken. Ortaya çıkardığımız iki kilo meyveden bir tane şeftali kurtarabildim. Ne açgözlülermiş, mana veremedim. Sanırım ertesi günü bu yemeklerle geçirecekler. Düzeni böyle kurmuşlar. Biraz da bağış adı altında para topluyorlar. Biz vermedik. Tezgah güzel. Çocuklarının biri bütün gece helvacıoğlu blok fülüt çaldı, öbürü de suratına boş boş bakmama rağmen ispanyolca konuştı benimle saatlerce. Ben de sonunda Türkçe konuşmaya başladım, kaçtı.

Ertesi sabah erkenden arabaya atladık, parka doğru sürdük. İlk gün girdiğimiz kapıya erkenden varınca arabayı sağa çektik. Kapıyı çaldık, camı tıklattık. Kimse yok. Üzülerek yine, yeniden, biletimizi alamadan girdik parka. Belki bugün de halk günüydü? Kimbilir? Bu sabah hava daha berrak, daha az bulutlu ama çok daha soğuktu. Gündoğumunda dağlar pembeleşti. Bulutlar pamuk helva oldu. En son da Grey Gölü’ne vardık. Buzuldan kopmuş parçaların kıyıda karaya oturduğu, arkasında zirvesi hep bulutlu olan dağların yer aldığı sahilde uzun uzun yürüdük. Rüzgar deli gibi esmeye devam etti. Düşe kalka ilerledik. Mesafeler yakın gözükse de, parkın sadece bu bölümünde iki üç saatimiz geçmiştir. Akabinde hafif bir piknik yaptık. Ev sahibimiz ve sahibemizden kurtarabildiğimiz artan gıdaları tükettik. Günün sonu da çabuk geldi. Pek çok insan parkta kampa geliyor. Beş, altı, yedi gün geçiriyorlar, az yemek, çadır ve sırtçantalarıyla yürüyerek kamp alanlarına gidiyorlar. Biz de ne gerekli ekipman, ne de mart sonu Patagonya’da kamp yapacak bünye yoktu. Mevsim sonbahara dönüyor malum. Arabamızı Cristobal’in hosteline doğru sürdük biz de. Döneceğimiz günü kendisine önceden söylediğimiz için, Türk mangalcılar geliyor diye reklam yapmış, hostelin diğer müşterileriyle mangalı çoktan organize etmiş Cristobal. Biz de etimizi şarabımızı alıp geçtik mangalın başına. Ekip iyiydi, bir de doğumgünü varmış, şerefine dağıtılan beleş pisco sour’lardan (pisco da 40 derecelik Şili içkisi. Oldukça sert ama kıyak şey namussuz) yudumladık. O gece sıcak sıcak uyuduk. Kalktık. Cristobal ve ailesiyle helalleştik. Hedef Punto Arenas. Ordan da dünyanın dibi olan Arjantin’de Ushuaia…

1 yorum:

  1. Fotoğraflar harika, sağlıklı, mutlu, ağız tadıyla gezmeler...

    YanıtlaSil