9 Nisan 2010 Cuma

Ushuaia


Şehrin girişinde minübüsü durdurdular. Şoförümüz birtakım evraklar verdi. Aklıma, vakti zamanında almayı düzenli olarak unuttuğum, TIR’ların şehiriçi izinleri geliverdi orada. Kimbilir bizim şöför arkadaşlar ne zorlanmışlardır o evraklar olmadan. Barikatı aştıktan sonra şehir gözüktü. Zirveleri karlı olan dağ şeritlerinin arasında, Patagonya için büyük sayılabilecek bir şehir Ushuaia. Şehrin otobüs terminali sahil yolundaki benzinciymiş. İnince bazı hostel sahipleri elimize broşürlerini tutuşturdular. Biz o sırada kalacağımız yeri kafamızda az çok planladığımız için, broşür verenlere, biraz da tepeden bakarak, küçümseyerek teşekkür ettik, yolumuza baktık. Kalmak istediğimiz yer, Latin Amerika çapında hosteller zinciri olan Ho-La hostellerinin Ushuaia üyesiydi. Adı mühim değil (aslında mühim de –Freestyle), hostele varınca, üye kartımızla resepsiyona sığındık. İlginçlik burada başladı. Resepsiyonist elemana dormda yeriniz var mı dedik, görebilir miyiz diye sorduk. Var dedi, nesini göreceksin, bildiğin dorm odası işte dedi. Bir yutkunduk. En son hostelde de kalorifer petekleri vardı, ısıtma yoktu dedik, burada var mı? Isıtma yerden zaten, napacaksın dedi. Bir daha yutkunduk. Ama yorgunuz ve mekanın da resimleri ve bünyesinde barındırdıkları hoşumuza gitmişti. Her şeye karşın, dahası söylediği az olmayan meblağa rağmen, muhattap olduğumuz …’nın evladına tamam dedik. Yanlış olmasın, küfürü adamın son söylediğinden önce ettim. Adama tamam dedikten sonra “Biriniz bu gece TV odasında koltukta yatacak, yarın odaya geçer” deyince, kan beynimize sıçradı. Bütün bunlardan sonra kibarca, bunu önceden söylemen gerekmez miydi dedik ve çıktık. Ama yedi aydır böyle rezillik görmemiştim. O kadar yol yürüdükten sonra tepemiz attı. İlk gece kıytırık ama ucuz bir yer bulup yattık. İkinci gece de sahilde bize broşürü verilmiş olup da bizim sallamadığımız, Yakush adlı Hostele, kuyruğumuzu sıkıştırarak geçişimizi yaptık. Çok kral mekandı vallaha…

Ushuaia’da vaktimiz boldu, bu sebepten ötürü hiç acele etmedik. İlk bir iki gün hostelde takıldık. Mutfağında her ihtiyacımız olan malzeme vardı, et soteler, makarnalar, etler ve kızartmalar yaptık. İlk hamlemiz süpermarketi keşfetmekti. Biralarımız ve litrelik viskimizi tedarik ettik hemen. Gayet içilebilir viskimizin bir litresi 14 peso idi (= 4US$ = 6 YTL). Sanırım karıştıralım diye aldığımız bir buçuk litrelik Zemzem Kola viskiden daha pahalıydı. İlk gece viski adeta kaymak gibi kaydı. En son mutfak kısmını temizlemek için bizi mutfaktan attıklarını hatırlıyorum, sonra girişteki koltuklara yerleştik, biraz da orayı hatırlıyorum. Ertesi gün odada kalan gençler bana niye koltukta uyudun diye sordukları zaman cevap veremedim. Zira o kısmı bulanık. Yatağa bir ara geçmişim ama nasıl emin değilim. Demek ki neymiş? Viskinin kafa yapma potansiyeli fiyatıyla orantılı değilmiş, içindeki alkol oranıyla alakalıymış. Ertesi gün Tansu’ya dedim ki, bak oğlum Tansu, dün yalvardın viski viski diye, ama gördüğün üzere benim bünyem bu ucuz içkiyi kaldırmadı, gel kardeşim biz bu akşam 15 pesoluk Bols Votka’dan alalım dedim. Kendisine bu şekilde içimi döktüm. O da kabul etti. Ama bu votkayı sadece dışarıdaki serin havaya bir önlem olarak, ısınmak amacıyla tüketmeye karar verdik. Abartmadık.

Bir iki gün bu yavaş modda devam etti. Dünyanın sonunda ne varmış diye araştırdık. Birkaç salak penguen kalmış mevsimin sonunda. Bir fener, biraz kuş, birkaç tembel denizaslanı mı dedikleri, sirkte çalışan fokların amcaları olan hayvan varmış. Biz paramızın karşılığını alabileceğimizi düşündüğümüz turu aldık. Yukarıda saydıklarımın hepsini görebiliyormuşuz. Bir kahve ve dört küçük kurabiye de ücrete dahilmiş. Tura gideceğimiz gün, üç tane krakerle doymayacağımızı bildiğimiz için, müdavimi olduğumuz marketten soslu dilimli dana dilini alıp ekmeğin arasına yerleştirdik. Güzelce sandviç yaptık. İyi bölememişiz, ikinci ekmeği kuru kuru yedik. Hatta son lokma boğazımdan geçmedi, balıklara attım. Ortada balık da yoktu, ekmek dalgalarla sürüklendi gitti, bir tane balık gelmedi. Küfrettim. Limandan ayrıldık. İlk hedef çok uzak değilmiş. 20 dakika sonra fener gözüktü. Yanındaki adada da hayvancıklar. Turist kafilesi teknenin neresi hayvan görüyorsa o tarafa yükleniyor. Bu kendi halindeki gariban hayvanları çekeceğiz diye meraklı iki küçük çocuğa ve bastonlu bir amcaya dirsek attım, öne geçtim, allah affetsin. Zaten ne olduğunu anlamadan kaptan bastı gaza, hüzünle baktık geriye. Sonra Eda Hanım’ın yazısında yıllardır merak ettiğini yazdığı fenerin yanından geçtik. Bir numarası yokmuş. Sopa gibi bir fener. Neymiş efenim, dünyanın sonundaymış. Ben zaten turun parasını Eda ve Tansu’dan borç almıştım. Kendilerine bu parayı vermeyeceğimi, zira turun kof çıktığını belirttim. Üzüldüler ama mecburen kabul ettiler. Sonra şaka şaka dedim, 20 peso verecem söz dedim, sevindiler. Penguenler baya uzaktaymış. Bir saat daha yol gittik. Şaka bir yana, mevsiminde 40.000 kadar penguen oluyormuş. Yavrular büyüyünce gitmişler. Şu aralar 400-500 kadar kalmış.

Katamaran teknemiz kumsala kadar yanaştı. Burada da bir savaştır başladı fotoğraf çekmek için. Teknemiz baştankara yaptı. Herkes öne yüklendi. Araya atlayan tipler kaç fotoğrafımı mundar ettiler. Burada da bir 15 dakika kadar kalabildik. Ama paytak paytak yürüyen penguenler oldukça komikti. Suda bu kadar kıvrak olan bu hayvanların karada bu kadar sarhoş gibi olmaları çok ilginç hakikaten. Zor yürüyorlar vallaha. Buradan da çabuk ayrıldık maalesef. Bu sefer durmadan limana devam. Gün de ufaktan batıyor. Önce idrak edemedik tabi, içerde beleş kahvemizi içerken, ama dışarıya bakma fırsatını bulunca, anladım ki, ben hayatımda böyle gökyüzü ve günbatımı görmedim. Sanki bir tuale vurulmuş fırça darbeleri gibiydi , sanki mangaldaki kor taneleri gibiydi gökyüzü (gerçekten, inanmıyorsanız fotolara bakın). Dev dalgalara ve dondurucu rüzgara rağmen geminin önüne koştum, zıplaya zıplaya, dona dona limana kadar da içeri gimedim. Tansu ve Eda içeride kaldılar TV’deki penguen belgeselini seyrettiler.

O gün biraz üşütmüşüm. Ertesi gün, şu an müze olan hapishaneye gittiler bizim arkadaşlar. Ben kendilerine rahatsız olduğum için eşlik edemedim. Üzüldüm. Hostelin sıcak asma katında kah yazı yazarak, kah kitap okuyarak geçirdim günümü. Son günümüzde ise araba kiralayarak daha da güneye indik. Harberton denen uç noktaya kadar ilerledik. Yolda muhteşem doğanın, kocaman fakat kuyruksuz ve yılışık köpeğin arkadaşlığının, sonbahar renklerinin cümbüşünün tadını çıkarttık. Bir gece önceden arta kalan kuru köftelerimizden yaptığımız ekmek araları hayatımızı kurtardı. Hızımızı alamayıp keklere pastalara da daldık dünyanın en güneyindeki Cafe’de. Hakkı Amcam yola çıkmadan bana bir sakal atmıştı, dünyanın en uzak köşesinde benim için de bir kahve iç diye. Arkadaşlarıma gururla kahveyi ve kekleri ısmarladım. Arkadaşlarım da ben de teşekkür ediyoruz Hakkı Amca’ya. Dönüşte de manzaranın tadını çıkararak, yavaştan kullandım arabayı. Sonra sıkıldım, nasıl olsa bizim değil araba diye, biraz da rallicilik oynadım arabayla (Engin Kaban’dan esinlenerek…).

Arabaya benzini alıp teslim ettik. Hostelde yine coşup, türlü yemekler yaptık. Edindiğimiz arkadaşlarla son gecemizi de zevk-ü sefa içinde geçirdik. Ertesi gün de, artık hafiften kabak tadı vermeye başlayan Patagonya’dan şehir gibi şehir olan Buenos Aires’e uçtuk.

Eda’nın internetten bulup beğenip kiraladığı 3+1 eve taksiye atlayıp geldik. Ev 1-3 çıktı. Bir salon varmış. Dormdan çok farklı bir ortam değil. Tek fark etrafta bir sürü yabancı hatun yerine, evli Türk arkadaşlarımın olması. Onu da onlar düşünsün artık…

2 yorum:

  1. Bu arada sen bilmezsin tabii yoldaydın,para birimimiz Tl oldu,yani ytl rafa kalktı.Küçük bir ayrıntı.
    bora

    YanıtlaSil
  2. Efe'cim gezdiğin yerler süperrrr :))) Annem de çok beğeniyor yazılarını:))) İlerde kitap çıkarmanı diliyoruz :))) Çok öptükk kendine iyi bak ....

    YanıtlaSil