17 Eylül 2009 Perşembe

Varanasi Varanasi







Ganj'da erken saatler...








Her anlamıyla yoğun bir şehir bekliyordum ama yaşamak başka birşeymiş bu kenti. Trafik daha önce de gördüm Hindistan’da, ama burdaki gibi ilerlemeyeni değil. Nasıl kalabalık anlatamam. Ben eski şehrin olduğu bölgede kalmaya karar verdim. Otel adını da Udaipur’da bir arkadaştan almıştım. Bulduk oteli. Eski şehrin olduğu bölgede sokakların genişliği iki metre (Delhi'de benzer durumdan sözetmiştim, burda her yer daracık). Sağlı sollu her yer dükkan dolu. Önünüzdeki insanlar vitrine bakmaya karar verince beğenmeden devam etmelerini diliyorsunuz. Tabi bu dar yolları inekler ve mandalarla da paylaşıyorsunuz. Kedi değil yahu bunlar. Koca koca hayvanlar. Sağından solundan geçmek bile dert. Bir kere boynuz yedim zaten Pushkar'da, artık üfleyerek yiyorum. Dolambaçlı yollardan dolayı oteli ara sıra bulup dinlenmeyi becerdim yine de.

Ganj Nehri’ne gelince… İlk gün nehir boyunca yürüdüm. Hatta baya yürümüşüm, arka mahallelerde son buldum. Bütün hayat bu nehire endeksli. Bu nehirde yapılmayan şey yok herhalde. Yıkanıyorlar, diş fırçalıyorlar, ölüleri yakıp nehre külleri döküyorlar, yakılmayacak ölüleri direk nehre gönderiyorlar, çamaşırlar zaten burada yıkanıyor, hatırı sayılır pislik de nehre akıyor. Mandalar nehirde keyif çatıyorlar, ama hemen yanlarında yıkanmak serbest. Nehirde gerçekleşen pek çok aktivite bize garip geliyor, ama yerlisi insanların da bizlere bakıp “amma pimpirikli bunlar” dediklerini düşünüyorum çoğu zaman. Ganj’a girip hasta olmadıklarına göre bir sorun olmasa gerek. Ben ne olur ne olmaz fazla bulaşmadım bu nehre.

Bir sonraki sabah gündoğumunu seyredeyim diye tekne turuna yazıldım. Erkenden kalkmayı becerdim. Baktım aşağıda bizim kayıkçı bekliyor sabahın beşinde. Karga bokunu yemeden yollara düştük yine. Diyorum seyahat askerlik gibi diye, kesin inanmıyorsunuz. Neyse, vardık tekneye. Baktım benden başka kimse yok. Sonra kızkardeşim (10 yaşında) boyunda ve kilosunda bir çocuk bindi bizim kayığa, esas kayıkçı kayboldu. Çocuk ben ne olduğunu anlamadan boyunun üç katı küreklere asıldı. Nehir hem çok yükselmişti, hem de akıntı hızlanmıştı. Çocuğun bir yere ilerlediği yok. Kime kızacaksın ki burada. Otel müdürüne mi, tekneyi çocuğa verene mi, sabahın köründe kürek çeken ufaklığa mı. Hindistan’da çocuk yaşta çalışanların sayısını tahmin edemiyorum. Lokanta’da bulaşık yıkayanlar, otellerde temizlik yapıp, koltuklarda uyuyarak yaşamını sürdürenler, sokakta hediyelik satanlar… Saymakla bitmez. Acı ama burası da onların coğrafyası. Bazen tam kavrayamadığımı düşünüyorum bu düzeni. Kayığa dönersek, akıntıyla aşağı biraz salınıp gün doğumunu seyrettikten sonra çocuğa çek kıyıya kardeş dedim. Akıntıya karşı zaten gidemezdi. Kuzu kuzu otele döndük. Müdüre ne iş deyince, ilk defa oldu böyle bir şey cevabını aldım. Yarım saat sonra da otelde kalan çiftten bir gün önce aynı şeyin kendi başlarına geldiğini öğrendim. Müdür için hislerim biraz daha yoğun olsa da burda sadece (ve kibarca) pislik diyeceğim.

Ben çıkışınca akşamüstüne bonus tur kazandım. Bu sefer yetişkin kayıkçılarla akıntıya karşı biraz ilerledik. Akşam seferi sakin başladı. Bir iki ölü manda nahoş kokular eşliğinde yüzüyordu. Olcak iş mi, vay be diye düşünürken bir baktım bir adet ceset de yüzüyor yosunların arasında. Mavimsi, yeşilimsi, beyazımsı bir renk almış. Anlatması güç ama insan bir garip oluyor. İnsanlar arkada banyolarına devam ediyorlar bu arada. Garip ruh hali biraz sürdü tabi. Daha sonra arkadaşlarla konuşurken mafya için Varanasi’den daha güzel şehir olmayacağına karar verdik. Haraçta sorun mu var, kes Vinod Kumar’ı, salla Ganj’a. Kimse de dönüp bakmaz bu ceset de niye. Komşunu sevmiyor musun, vur kafasına odunu, ayağına taş bağla, salla nehre. İtalyanlar burada olsalar çok severlerdi burayı, ve işlem tamamlanınca kısık sesle “your friend is sleeping with the fishes” derlerdi herhalde maktulün dostlarına…

İkinci garip olgu ise ölülerin yakılması. Bu işlemin yapıldığı yere gidip seyredebiliyorsunuz. Alan durumuna göre birden fazla ölü aynı anda yakılabiliyor. İnsanlar ölmüş yakınları ile bekliyorlar. Sırası gelen göçmüş yakınını aşağı taşıyor. Yakılıp küle dönüşmüş cesetler ise Ganj’a bırakılıyor. Boşalan yerde odunlar yeniden diziliyor, ortasına ölü yerleştiriliyor, üzerine biraz daha odun koyuluyor ve akabinde tutuşturuluyor. Kötü anlatımımı mazur görün, çünkü bu süreç nasıl anlatılır hakikaten bilmiyorum. Seyrederken bile donup kalıyorsunuz. Biraz dalmış gibi boş gözlerle bakıyorsunuz sadece. Isıyı ve kokuyu hissediyorsunuz, daha da garip oluyorsunuz. Ne düşündün diye sorsalar, bir şey düşünmedim derdim. Duygusuz ya da hissiz biri olduğunuzdan değil bence, gerçekten düşünceler bile duruyor çünkü. Yüz sabitleniyor ve sadece bakıyorsunuz. Değişik bir tecrübe. Sonrasında da ölümün dünyanın farklı yerlerinde farklı algılanmasının ilginçliğini düşünüyorsunuz. Bu kısmı çok iyi anlatamadım, ama üzerine bir iki gece uyumama rağmen ben de hala anlamadım…

Yakılma faslından sonra biraz kara mizahla devam edeyim en iyisi. Internet için gittiğin dükkanda elektrik gelsin diye bekliyordum (gelmedi tabi). Yanımda da bir isveçli çift. Dükkan sahibine sorular soruyoruz. Fındık faresinin biri koşarak geçti yerden. Ben gördünüz mü gördünüz mü diye sordum. Evet gibilerinden baktılar. Dükkan sahibi istifini bozmadı. Aradan beş dakika geçmedi bu sefer isveçliler bana baktı gördün mü gibilerinden. Bir baktık dükkan sahibinin masasının üzerinde belirdi bizim ufak yaratık. Para sayarken parmağını ıslatmak için kullandığı ufak kaptan su içiyor. Memlekette kafaya süpürgeyi 50 kere yemişti. Sonra gayet sakin döndü gitti. Dükkan sahibi de sanki biz anlat Şehrazat demişiz gibi başladı hikayeye. Uzun zamandır burdaymış, ufakmış. Pasajın karşı tarafında kıyafet dükkanı varmış adamın, ama kıyafetlere zarar vermiyormuş kerata (burda güldü adam)… Bir de masada kalem mi dedi ne dedi, bir şey varmış, bazı sabahlar gelince onun yerini değişmiş buluyormuş. Çok da oyuncıuymuş küçük faremiz. Kardeş kardeş yaşayıp gidiyorlarmış. Hayvana zarar vermemesini çok olgun bulmama rağmen, bu arkadaşın batılı insanlara hizmet verdiği dükkanında sergilediği yaklaşımın ticaret hayatında kendisine aynı pozitiflikte dönmeyeceğine kanaat getirdim kendi kendime. Gülüp geçiyorsunuz sonuçta. Kapan getirecek halimiz yok ya internet cafeye de...

Uzatmayayım. Varanasi gibi zor bir şehir için iki gün kafi gelir demişlerdi. Ben üç gün kaldım. Sırada var Nepal. Buradan ayrı vasıtalarla gitmeye kalksam üç aktarma uğraşacaktım. Ben de makul fiyata sınıra kadar gidebileceğim, bir gece otelde konaklayabileceğim, ve akabinde de Katmandu’ya otobüsle devam edebileceğim bir bilet edindim. Otelin pislik müdürü de 30 rupimi komisyon olarak attı cebe. Ama hata bende, geçe kaldık yine. Bu da değişik bir yol olacak gibi ya, hayırlısı...

2 yorum:

  1. Hocam bu hindilerin yarisi uckagitci diger yarisida sut dokmus kedi. Oyuzden tahmin edebiliyorum neler yasadigini. SIKMA canini, gezmeye devam.

    Sevgilerimle
    Cem

    YanıtlaSil
  2. abi ben cok kizardim ulen kimse yorum yazmiyo herhalde okunmuyorum diye ama olay oyle degil ha.. severek okuyoruz, alecek takip ediyoruz.

    Çağlayan

    YanıtlaSil