29 Eylül 2009 Salı

Pokhara

                                                          









Dövmeci Hari'nin tükkanı...











Pokhara’yla ilgili bu kadar geç yazmamın sebebi, Pokhara ile ilgili yazacak fazla bir şey olmaması sanırım. Katmandu’dan Pokhara’ya 8 saatlik otobüs yolculuğunun sonunda vardım. Her bilet alışımda otobüs iyi mi falan diye soruyorum. Her seferinde de “ooo, efendim, iyi olmaz mı, geniş rahat, zaten sadece turistler var, durmaz fazla, çarçabuk varırsınız” cevabını alıyorum. Ve her otobüs küçük, dar oturma alanlı, ve de koltuklar tahta kıvamında oluyor. Tabiki minibüs caddesinde çalışan dolmuşlar gibi 50 metrede bir duruyorlar. Yolda mutlaka bir iki kere bozuluyorlar. Saatte katedilen ortalama mesafe ise 30-35 km. Kuyruk sokumumda kalıcı hasarlar bıraktı bu dolmuşlar. Nasıl oturursan otur, 2 saatten sonra kemikler sızlıyor. Neyse, şikayet yok…

Pokhara göl kenarında oldukça şirin bir kent. Gölün hemen arkasındaki cadde bütün aktivitenin olduğu yer. Oteller, barlar, restoranlar burada yer alıyor. Güzel, bahçeli, ve ucuz otele yerleşip biraz dinlendim burada. Aslında burda bir tek tembellik yaptım. Tayland’a uçmak için Delhi’ye dönmem gerektiğinden, ve istediğim tarihte yer olmadığından, sıkışık olmasın diye bileti iki gün ileriye aldım. Sonuçta Pokhara’da gereğinden fazla kaldım.

Hemen hemen hergün yağmur yağdı şansıma. Hava açık olduğunda arkada Himalayalar’ın muhteşem manzarası oluyormuş. Ben sadece resimlerde, ve de son gün otobüse binmek için otogara gittiğimde biraz gördüm (tabiki son sabah açıktı hava). Az görsem de muhteşemdi. Niye bu kadar yüksek bu dağlar anlamadım. 500 m’den yüksek olanlar dağ oluyordu yanlış hatırlamıyorsam. 7-8 kilometre yüksek olunca dünyanın çatışı deniyor zaten.

Hiçbirşey yapmadım da sayılmaz tabi. Kendisi de motor sahibi İngiliz arkadaşla günübirlik motor kiraladık bir gün. Etrafta dağ tepe bayır gezeriz dedik. Motorlar 150 cc. Kurye motorunun biraz daha kıytırığı. Ama bütçe buna imkan verdi. Arkadaşa dedim ki “sen önden git, ben unutup sağdan falan gitmeye kalkışırım maazallah”. Tamam dedi, çıktık yola. Gölün iki tarafında iki dağ var. Birinde Stupa, öbürünün tepesinde de manzara var. Stupa’ya doğru yola çıktık. Tabiki kaptırıp fazla gitmişiz. Yola, motora da alıştık çabucak. Sonra motorlu, yerli dostlarımız doğru yolu göstermek için bizi takip edin dedi. Yolları da biliyorlar, biraz da gösteriye döktüler işi. Bastıkça bastı allahsızlar. Geri kalmadık tabi. Sonra bir yerde durdular. Aha burdan böyle yukarı doğru devam dediler ama asfalt falan yok. Dimdik, taşlardan kayalardan oluşan bir yol var. İngiliz eleman motokros falan da yapmış önceden. Çıkarmıyız dedi, erkekliğe bok sürdürmedik tabi. “Ne var ki bunda, biz hep böyle yollarda gezeriz zaten” dedim. Başladık çıkmaya, zıplalaya zıplaya, kaya kaya vardık zirveye. Kask diye de yumurta kabuğu yarısı gibi bişey vermişlerdi zaten. Civciv gibi gezdim ortalıkta. Biraz manzaraya falan baktık ama hep puslu ortalık. Dedik öbür dağa çıkalım bari, sanki karşı tarafın havası farklıymış gibi. Adrenalin de fena gelmedi tabi motorum üzerinde. Biraz benzin takviyesi, tekrar yola çıktık. Burda da tepeye varınca asfalt bitti. Bu sefer öncekinden daha kötü ve daha uzun yola daldık. Taş, çamur, çukur, ne ararsan var (Aycan Bey’e cip safarisi için yeni yerler buldum, komisyon isterim). Bir iki kaydık ama tek parça bitirdik burayı da. Zaten yerlilerin bu manyak beyazların ne işi var motorla burada gibilerinden baktığı da dikkatimden kaçmadı ama. Tepeden manzara yine pusluydu tabiki. Döndük ve bu günü de böyle kapattık.

İkinci aktivite de fransız kızlarla ortak kayık kiralamak oldu (tamamen masrafı paylaşmak amaçlı). Kürek bile çektiler vallaha. Helal olsun dedik kızlara. Bir ara yüzelim dediler. Ben dövme yaptırdığım için suya ayaklarımı soktum kenardan. Evet, içkici-akşamdan kalma-dövmeci Hari abimizin sıhhi dükkanına fazla direnemedim ve ufak bir hatıra kondurdum sırtıma. Dağıtmayalım konuyu. Kızlar yüzdü ama bacaklardan birkaç sülük ayıklayıp, sonra tırsıp bütün vücutlarına sülük kontrolü yaptılar. Ben bakmadım ama. Bulutların arasından himalayaları görürmüyüm diye uzun uzun öbür tarafa baktım. Sonra da baktık kayığın kirasının bitmesine az kalmış, acele asıldık küreklere, arada kızların ucuz brendisinden de yudumlayarak, bol ter atarak vardık iskeleye. Bir günü de böyle yedik…

Delhi yolu uzun, gitme vakti geldi. Sınırın dibindeyiz ama dokuz saat sürdü sınıra varmak. Benim tren akşam 19:20 de ama sınıra vardığımızda saat 16:00 idi. Ben hafiften yusuflamaya başladım tabi. Sınırı geçeceğiz, şanslıysam en az iki saat daha yol var. Sınırdan çabuk geçtik allahtan. Nasıl sınır hala da anlamış değilim, o da ayrı konu. Beş kişi ortak cipe girdik makul fiyata (Sözleştik arkadaşlarla, seneye de iki kişi daha bulup kurbanda deveye gireceğiz). Hızlı başladık ciple. Yetişeceğim diye biraz sevindim. Nerdeeee? 10 km kala cip mefta. Zaten arada bir iki istop etmişti. İterek destek olmuştuk. Bu sefer itmek de fayda etmedi. Benim kalmış 40 dakikam. Bir de festival var. İpini koparan sokakta, yolda ilerlemek falan mümkün değil. Biraz kavga dövüş, bize rikşa bulun derken 15 dakika da öyle geçti. Bir rikşa buldular allahtan. Ama dediğim gibi festival zamanı. O güzelim sempatik yüzlerin hepsi yoluma atlamış canavarlar gibi gözükmeye başladı. Sesler boğuldu, kahkahalar filmlerdeki şeytani muhahaha gülüşleri gibi gelmeye başladı kulağıma. Uzatmayayım, vardık ama istasyondaki saate bir baktım. 19:35. Aha dedim, şimdi tuttuk ipin ucunu. Renk attı. Ertesi gece uçak var, Gorakhpur denilen pislik çukurunda (dilimi bağışlayın ama hakkaten öyle) saplandık kaldık. Yavaş hareketlerle ilerledim istasyona başka tren var mıdır diye. Tabelaya bir baktım, tren 1,5 saat rötarlı. Yüzüm aydınlandı. Hergün düzenli ettiğim duaların öbür dünyadan önce bu dünyada karşılık bulacağını daima biliyordum aslında. Hemen gevşedim tabi, hem parayı da kurtarmışım. Çıktım su, muz falan aldım kendime. Ama yorgunluktan da bayılacağım neredeyse.

Tren de geldi sonunda. Bekleme listesinde olduğumdan önceden, istasyondaki görevliye sordum yerim neresi diye. AB-1 falan gibi şifreli bir şey yazmıştı bizim biletin üzerine. Tren geldi ama vagonlara bakıyorum geçerken, bizim vagon yok. Sor sor bilen yok. Kimse de yardımcı olmuyor. Tren beş km uzunluğunda falan olmalı. Bir ileri bir geri koşturduktan sonra benim vagona en yakın olduğunu düşündüğüm vagona atladım, çöktüm bir yere. Görevliyi bekliyorum. Sonra çıktı geldi. Kibarca “excuse me” falan dedik. Adam kendi dilinde acelen ne lan gibilerinden bir şey söyledi herhalde, etraftakiler gülüştü. Gözüm karardı, kalk kafa at dedim. Sonra “The Darjeeling Limited” filminde elemanların trenden atıldığı sahne aklıma geldi. Ertesi akşam da uçak var. Sakinleştim, sahte bir gülümseme takınıp bekledim. Bütün vagonu dolaşıp en son bana geldi düdük makarnası. Verdik bileti adama. Baktı. Haaa dedi, bu vagon yok, senin yerin artık bu vagon. Dedim ki ben daha iyisinin parasını verdim, nasıl yok. Yok işte yaratayım mı gibilerinden baktı. İyi dedik, bari bir yer göster. Bulduk bir yer. Çantayı zincirledim, o yorgunlukla şu ana kadar tranlerdeki en iyi uykumu uyumuşum.

Delhi’ye varınca, ilk iki günü ürkek geçirdiğim bu şehre bu sefer sanki ülkenin kralıymış gibi rahat tavırlarla girdim. İlk kaldığım otele gittim. Artık yerlisi sayılırız. Dedim ben gece gideceğim, kaça verirsin odayı. İlk günkü ücreti söyledi. Düşündüğüm kadar ilerleme kaydetmemişim sanırım. Ben de dorm odasına (sadece gün içinde takılacağım nasıl olsa) 100 rupi verip yerleştim. Akşam da rikşacıyla son günüm olduğundan hafif bir pazarlık yaptım. Hatta varınca 27 rupi fazlasını verdim ve adamı da mutlu ettim (keşke vermeseymişim, havaalanında param kahveye yetmedi, ben de portakal suyu içtim). Havaalanında etrafa bakarken bu binayla dışarıdaki Hindistan’ın ne kadar farklı olduğunu düşündüm kendi kendime. Uçak vakti geldi bindim. Hala çok yorgundum. İlk defa uçak yolculuğunun daha uzun olmuş olmasını arzuladım. Ama değildi….

9 yorum:

  1. Fransız kızlarla kayık kiralaması sadece masraf paylaşımıymısda,vucutlarındaki sülükleri temizlerken bakmamışta..niyeki yavrum? sen arınmayamı gittin oraya?Seni yabancı yerler gör ,yabancı insanlar tanı diye yolladık oralara.Yardımcıda olmamıssın kızlara,bizi iyi tanıtsana cocum orda,yaksaydın bi sigara hemen 2 püf püf,biliyosun sülük en iyi sigara dumanı ve ısı ile cıkar yerınden.

    YanıtlaSil
  2. Kaptanım,
    Ecnebi kızlarla fazla yakınlaşıp günaha girmek istemedim. Hem benim saf aklım almaz bu işleri. Ama biraz yol gösterirsen, temsilde daha becerikli hale gelmeye çalışırım tabiki:)

    YanıtlaSil
  3. hocam keşke dövmeci yerine dövmenin resmini çektirseydin de yakından bir görebilseydik:)

    YanıtlaSil
  4. pestemal doktugun soguk terleri kurulamis anladigim kadariyla efe can! tekrar bisii diiil:)

    YanıtlaSil
  5. Ne dövmesi yaptırdın, iki göz görür gibi oldum sanki.

    YanıtlaSil
  6. dovme surpriz... o yuzden yakin cekim yok. yolda baska yerlerde de yaptirirsam, donuste acilis partisi yapip, ustumu cikaracagim:) o zaman hepsini gorursunuz.

    YanıtlaSil
  7. lan olm efe, dövülmeye bu kadar hevesli olduğunu söyleseydin burda da döverdik seni...

    afferin lan efe, gelince ayaklarından tutup sarkıtçam seni boğaz köprüsünden, nasıl olsa alışıksın artık seni adrenalin mahyağa...

    gözlerdeki korku bana yetti... ben deperuda yapıcam söz hem de ayakları bağlamadan:))

    zayıfladığını gözlemliyorum, gözler yorgun fekat parıl parıl, iyi gelmiş sana yol.

    özledik, gittiğinden beri rakı içemiyom, dönünce ikimizde para bulursak bi s ofra kurarız kendine iyi bak abi.

    öptüm seni...

    YanıtlaSil
  8. Bak çekirge.
    Bira burda da var.
    o kadar uzaklara gitmene gerek yoktu.
    Üstelik Marmaris dövmecilerin başkenti.....
    Bi dövme yaptırmak için oralara gitmene gerek yoktu:)
    Hadi sana iyi geceler.....

    Arşipel masalcısı

    YanıtlaSil
  9. Ozlem Basbug10 Ekim 2009 23:49

    run my love run...

    YanıtlaSil