30 Nisan 2010 Cuma

Buenos Aires, Yaşandı Bitti

Buenos Aires macerası bitti. Yazımı Iguazu Şelalelerine gittiğimiz otobüste yazıyorum. Dönem ödevini son güne bırakıp da okul servisinde hala yazmaya çalışan düdüklerden oldum gibi olabilir. Ama böyle bir şey yok. Bu tamamen şehrin bize her an, olmadık yerlerde yapabileceği sürprizleri, şaşırtmacaları yazımdan eksik etmemek için, şehri terkettiğim dakikaya kadar direnmemden kaynaklı. Peki şehir bu direnmemi haklı çıkartacak ne yaptı? Pek bir şey yapmadı aslında. Ama yapabilirdi değil mi? Arayı biraz açtık, doğruya doğru. Öncelikle dürüst bir itirafta bulunayım, bir ay biraz fazla bir süreymiş bir şehirde duraklamak için. Zira, bir süre sonra, gezginden ziyade şehrin yerlisi gibisi oluyorsunuz. Elinizde migros poşetleriyle eve giderken (zaten tipten farklı değiliz), işten dönen Arjantinlilerden bir farkımız yoktu. Eda ve Tansu sona yaklaştılar seyahatte ve mizaçları gereği daha sakinler. Ama ben ara ara huzursuzlandım bu durağan hayattan. Ama onları bu enteresan şehirde yalnız bırakamazdım (Bir de Eda dairenin aylık parasını benden peşin almıştı). Anlayacağınız son zamanlarımız beklenen üzere sakin geçti. Ama buradan, yorumunu eksik etmeyen Hüseyin’e sesleniyorum: şu an itibariyle harekete geçmiş durumdayım, her ne kadar bunun sonu Senegal değil Peru olacak olsa da tempo artacak, söz vallaha.

Hazır otobüsteyken otobüsü de anlatayım azcık. Tilki olan Tansu ve Eda otobüslere uzun zamandır hakim oldukları için Cama denen yataklı otobüsten aldılar bileti. Kendilerine borçlu bulunduğum küçük bir meblağ yüzünden de, biri beni tutarken öbürü benim kredi kartımı kullandı biletleri almak için. Seyahat mafyası bunlar, bulaşmamak lazım. Ama otobüs güzel çıktı. Sıralar üçlü,koltuklar geniş akşamüstü krosan (burada çok şekerli yapıyor namussuzlar) arası sandviç, akşam da tavuk budu, patates püresi, salata, jambon, ekmek ve şaraptan oluşan menüye daldık. Sanki uçaktayım. Ben kendi yemeğimi bitirince Eda’nın yiyemediklerini de yedim. Arka koltukta oturan rahip adayı genç, yan masadaki tavuk budunu ve derisini nasıl kemirdiğimi görünce dehşete kapıldı, yüzü ekşidi, ıstavroz çıkardı. Ben de yüzüne bakarak kelime-i şahadet getirdim. Hahaha diye güldüm. Kafasını çevirdi. Sonra birbirimizle muhattap olmadık. Muavin ardı arkasına filmler koyduk, onları seyrettik. Kazara bir yerde denk gelirseniz Scorpion King II’ye seyretmeyin, yolda bile görseniz, parasını verin alın yakın. Sevaptır. Üçüncü filmimiz Transformers yarısından sonra donarak yavaş ilerledi,ve hala ilerliyor. Bu satırları çocuk Megathron’a küp sokarken yazıyorum. Halbuki Optimus, kendisini feda etmek adına, küpün kendisine sokulmasını istiyordu. Bu filmi de sevmedim zaten. Yazıyı bitirince de uyuyacağım, Eda demin yorgunum, karnım ağrıyor anlamam, yarın tam gün şelale var diye tehdit etti. Tırstım açıkçası, dinleneyim.

Evet efenim… Son zamanlarda ne yaptık. Ben her zaman yaptığım gibi yumurta kapıya dayanıncaya kadar bekledim, bir sonraki gideceğim ülke olan Peru’nun vizesini almayı bu hafta, yani son haftaya bıraktım. Eda’nın, bak senin için bulduk konsolosluğu dediği yer konsolosluk çıkmadı. Gerçeğine gittim. Kapıda Perulu olduğunu sandığım üç dört genç saldırdı üzerime foto şipşak, bende çektir diye. Aradan sıyrıldım. Gittim informasyondaki kıza, kendimden emin , ben dünyayı geziyorum ve büyüleyici ülkeniz için vize talep ediyorum dedim ve delici gözlerimle baktım kendisine. Küçük bir kağıt kesti verdi, evraklar bunlar, topla gel, 15 güne alırsın inşallah dedi. Benim gür ses hemen kangaldan finoya döndü. İncelen sesle ehehe, benim biraz acelem vardı da, çabuklaştırmak için ne yapabilir, maruzatımızı kime anlatabiliriz viyakladım. Acıdı halime, Kral Carlos’u çağırdı. Gençten elemana derdimi anlatınca, sen sıkma canını koç, ben gezenleri kollarım, hem çok okuyan değil çok gezen bilir dedi. Yarın gel dedi, bakalım. O akşam, uzun zamandır birlikte içmediğim Viski ve Tia Maria adlı kahve likörünü karıştırarak içtik. Doğaüstü bir içki. Deneyin görün. Kızlara içirmeyin, kendilerini kaybedebilirler. Alkolden değil, karışımın güzelliğinden. Kelle başı üçer tane çakınca kafa kalmadı. Ertesi sabah kalktığımda konsolosluğun vize bölümü çoktan kapanmıştı. Araya da haftasonu girdi. Ama ben hiç korkmadım. Pazartesi evraklarımı toparladım, gittim buldum abiyi. Herhalde acıdı bana. İşlemler bitince, sen 15 dakika bekle de vizenin damgasını koyalım dedi. Bugün mü alıyorum diye içten içe çok sevindim, ama bu benim için çok doğalmış gibi davrandım. Akabinde elini sıkıp çokça teşekkür ettim Carlos’a. Aynı gün vizeyi halletmenin gururuyla şaraplı kutlama yaptık akşamına.

Azcık da şehirden bahsedelim, di mi? Günlerden bir gün, şehrin daha önce gezmediğimiz tarafı olan liman tarafı, yani Puerto Madero’ya gittik. Ama turumuza Plaza San Martin’den başladık. Burası meşhur meydanlardan biri zaten. Buradan aşağı doğru devam edince kocaman saat kulesi yolunuzun üstünde. Etraf park, karşısı tren garı. Burada şehrin görüntüsü bizim Sirkeci’yi andırmaya başladı. Demek tren garı olan yerlerin etrafı birbirine benziyor. Daha çok seyyar satıcı, gözleri fıldır fıldır olan tehlikeli veletler. O arada da köyün delisi bir yaşlı kadın gelip, fotoğraf makinelerine dikkat edin dedi. Azcık huylandıysak da pek sallamadık. Denize doğru devam ettik. Bugün otobüse bindiğimiz otogarda hemen burada, tren garının bir aşağısında. Otogarları oldukça büyük, düzenli ve temiz. Hakkını verelim unutmadan. Yanından geçip limana vardık. Eski liman renovasyondan sonra oldukça fiyakalı hale getirilmiş. Her yer restoranlar cafeler ile dolu. Etrafta çok fazla şirket binası da mevcut. Biraz kafayı kaldırınca, oldukça kalburüstü insanların yaşadığını tahmin ettiğim, çok katlı binalar göze çarpıyor. Nehir kenarında yürüdükçe yürüyebiliyorsunuz. Tuğla binalar, eski vinçler, suda yelkenliler gemiler çok güzel gözüküyorlar. Ortada Kız Köprüsü (Fotoğrafı mevcut, tarifi zor, o yüzden bakın lütfen) var. Tam ilerlerken çok güzel bir yelkenli gördük. Eda dedi ki, kitapta okumuş, bu yelkenli dünyanın etrafını 17 kere dolaşmış. Giriş de iki peso, bir şey değil. Hemen çıktık üstüne, gezindik. Ben bu yelkenliyle okyanusları aşmanın nasıl olduğunu, kendimi dümenin başındaki kaptan olduğunu ve salak tayfalara miçolara emirler yağdırdığımı hayal ettim. Mutlu oldum. Buradan çıkıp biraz daha ilerledik. Bir baktık ki daha büyük ve daha güzel bir yelkenli. Eda dedi ki asıl dünyayı dolaşan buymuş, öbürü ehemmiyetsiz, kıytırık bir gemiymiş. O hayaller çatırdadı, kırıldı. Yeni yelkenliyle ilgili hayal kurasım gelmedi sonra. Ama allah için güzelmiş. Çıkışta akşam trafiğine kaldık. Büyük şehirlere yakışacak bir trafiği varmış hakikaten. Yürüsek daha hızlı giderdik ama ayaklarda derman kalmamıştı.

Geçen sefer daha çok tangocu fotoğrafı çekeceğim demiştim, söz vermiştim. Bir gün yolumuz tekrar La Boca’ya düştü. Burada dört beş tane mekanda oturup tangocuları ve yerel dansları seyredebiliyorsunuz. Biz geçen sefer sokaktan fotoğraflarını çektiğimiz tangocuların dans ettiği mekana oturduk. O gün kendimi hep aynı pavyonda aynı şarkıcıyı seyretmeye giden adam gibi hissettim. Gittik yine aynı tangocu kızın fotoğraflarını çektik. Ama bence en seksisi buydu gördüklerim arasında. Halk dansını yapan ikilideki kız da çok şirindi. Hemen Quilmes Red Lager birasından sipariş ettik. Bira Tango iyi geldi. Boca demişken, biz bir de uzun zamandır Boca Juniors maçı seyretsek mi diye düşünüyorduk. En son şansımızın olduğu gün de şehrin biraz dış taraflarında Gaucho (Bunların sığır çobanları, kovboyları) pazarı kuruluyormuş. Fikstüre de baktık, Boca sallantıda. Biz de gidelim bıçak falan bakalım dedik pazarda. Maç nasıldı bilemiyorum ama Pazar yeri bence çok güzeldi. Gerçi otobüsten ilk inince gördüğümüz tezgahlar bizi çok korkuttu. Bir saat belediye otobüsünde ayakta git, inince çin malı, bir milyoncu tarzı tezgahlar gör. Gel de panikleme. İlerledikçe Pazar güzelleşti, kalabalıklaştı. San Telmo’nun pazarına göre daha çok yerli, daha az turist var. Haliyle fiyatlar da çok daha gerçekçi. Biz Tansu’yla her bıçakçıya uğradık. Adamların mangal için bıçak setleri harika. Zaten bilen bilir, bıçaklara zaafım var. Burada çatalı, bıçağı, masatı ve deri kılıfıyla öyle enfes setler satıyorlar ki insanın dibi düşüyor. Bir ton başka ıvır zıvır da dolu ama ben pek ilgilenmedim. Platform kurmuşlar ortaya, danslar ediliyor, şarkılar söyleniyor. Yerel kıyafetli tipler dolanıyor. Pek çok midillici amca bu cüce atlara çocuk bindirip gezdiriyor. Pamuk helvacı, et sosis sandviç yapan ızgaracıları, elma şekercisi ile adeta bir mesire yeri, bir bayram havası var. Tansu’yla ufak birer bıçak seti edindik. Aynı set olmasına rağmen, akşam evde kınından çıkarıp çıkarıp kiminki daha keskin diye kıyasladık. Sonra oybirliğiyle benimkinin daha keskin olduğuna karar verdik.

Bazı akşamlar dışarı çıkmayı da ihmal etmedik tabiki. Yeri geldi denk geldiğimiz Türk arkadaşlarla sabaha kadar içtik. Yeri geldi ölümüne Parrilla (EEETTTT) yedik. Bir gün hatta yemek sonrası Palermo’da bir meydanda takılırken, tatlı niyetine üçü on pesodan kurabiye aldık. Bu paraya kurabiye mi olur diye söylendik, ama tonton teyzenin ev ekonomisine katkıda bulunnak istedik. Kurabiyelerden sonra Puerto Natales’ten tanıdığımız, Alaska’dan Ushuaia’ya kadar motoruyla bir senede gezerek gelmiş olan Oliver’la karşılaştık. Aynı masada bir saat oturduktan sonra biz üçümüz komik birşeyler olmamasına rağmen kahkalarla gülüyorduk. Biz bu kahkaları Heinekene verdik. Oliver’da Heineken içmişti, ama o gülmüyordu. Aman allahım, yoksa o kurabiyeler kekikli miydi? Anlayamadık. Bu gizemli olayı olduğu gibi bırakmaya karar verdik. Günlerden bir gün de kayıp yerel arkadaş Tomas ortaya çıktı. Hep beraber onun bize daha önce tavsiye etmiş olduğu restorana gittik. Siparişlerimizin çokluğu karşısında şaşırsa da masada bir şey kalmayınca daha çok şaşırdı arkadaşımız. Yanına da dört şişe şarabı götürünce herkes pek bir neşelendi. Tomas kardeşimize kendi şehrinde bilmediği bazı yerleri anlattık. Çok çok daha şaşırdı. Burada sakatata limon sıkıyorlar, ben de buna şaşırdım. Izgara böbrekte uykulukta falan oldukça güzel oluyor, deneyin. Oliver ve önceden tanıdığımız başka iki alman arkadaşla karşılaştığımız bir başka akşam var ki, onu bana sormayın, baya bir bulanık.

Eveeeetttt… Saatler dakikaları, günler saatleri kovaladı ve Buenos Aires burada bitti. Sidney’den sonra yaşanılabilecek hissiyatı yaratan bir başka şehir burası oldu benim için. Yemeği, içkisi, hayat tarzı, insanların canayakınlığı ile ben çok sevdim. Az da ispanyolcam olsa burayı fethetmeye çalışırdım herhalde. Bir daha fırsatım olursa, Güney Amerika’da tekrar gelmeye çalışacağım yerlerin başında Buenos Aires gelecek kesinlikle. Ama yollara düşme vakti geldi artık. Hüseyin’i daha fazla kızdırmadan hareket etmek lazım. Şelalelere ayağımı sokayım, hemen haberdar edeceğim sizleri…

5 yorum:

  1. Efe selam,
    bu aralar yazılarını ekstra dikkatle okuyorum. Bu sene sonunda Güney Amerika yapacağım ben de. Henüz neresine tam karar vermedim, hele şu Peru maceralarını da bir okuyalım bakalım :))
    sevgiler.
    ilsu

    YanıtlaSil
  2. arada Türk'lerle karşılaşmışsınız,kaynamış.Yani dünyayı gezen ne çok Türk var,sevindirici.Bu arada gittiğin yerler dünya turunda olmazsa olmaz yerler katılıyorum,ama şu klasik rotadan zaman zaman uzaklaşsak farklı yerlere gitsek fena olmaz mı?bahsi geçen senegal kulağa hoş gelmiyor değil örneğin.
    ONUR

    YanıtlaSil
  3. İlsu selam,
    sırada peru ve bolivya var. hızlı harekete başladım tekrar. umarım planı şekillendirmene yardımcı olurlar:) fikir babında da her zaman sorabilirsin. Elimden geldiğince yardımcı olurum. peru ve bolivya ile ilgili ben de meraktayım açıkçası.
    Onur sana da selam,
    dünyayı gezen o kadar türk yok aslında, maalesef.
    farklı rotalar olacak diye umuyorum ben de zaman içinde. ama hepsi bir anda olmuyor ne yazık ki. afrika bir gün mutlaka görülecek. ama bu sefer belirlenen rotadan sapmak mümkün değil. bilet, para, zaman ciddi kısıtlamalar getiriyor...

    YanıtlaSil
  4. ilsu merhaba,

    peru ile ilgili her şey için biz de seve seve yardımcı oluruz:))

    zooda

    YanıtlaSil
  5. ne güzel geziyorsun, hayat sana güzel valla :)
    Engin Kaban.

    YanıtlaSil