5 Mayıs 2010 Çarşamba

Puerto Iguazu ve Iguazu Selaleri

Nerde kalmıştık. Donan film bitti, yazı bitti, ben de uyudum. Puerto Iguazu’nun garında sabahın köründe uyandık. Otobüs rahat ama ne olursa olsun 18 saat sürüyor. Ayaklar şişmiş. Güya kalacak birkaç yer bakalım diye harita açtık. Sonra olay, dur şurdan bir çıkalım bakarıza döndü. Çıktık baktık, hemen karşımızda Marcopolo Inn diye bir hostel. Fena gözükmedi. Neymiş efendim, Hostelling International üyesiymiş. Dorm şu paraymış. Check-in yapabilir miyiz diye sorduk. 14:00’ten önce olmazmış. Fark çok yoktu, üç kişilik oda ver dedik. Onun temizlenmesi lazımmış. Çantaları kenara koyalım, elimizi yüzümüzü yıkayalım, onlar temizlesinler. Kurallar varmış. Öyle yapalım yok, böyle yapalım yok. Bir de arkasını imzalayacakmışız evrağın, okuyup. 10:00’dan sonra check-out yaparsan döveriz, marihuana çekersen asarız. Herhalde yorgunlukla kızdık ama yine de kalmaya karar verdik. Zaten daha tam gün şelale var, daha da yorulacaz. Azcık eğlenelim bai dediysek de, huzurevi gibi çıktı mekan. Başka bir hostel olan Hostel Inn için vur patlasın çal oynasın dediler, ben söyleyenlerin yalancısıyım, aklınızda olsun.

Çantaları çanta odasına bıraktık. En azından kahvaltıya müsaade ettiler. Oturduk plan yaptık kahvaltı masasında. Plan şöyle gelişti: otobüse atlayıp şelalere gidelim, ne kadar komplike olabilir ki, orda bakarız. Biz de öyle yaptık. Otobüs 35 pesoymuş gidiş-dönüş. 8-9 dolara tekabül ediyor. Yarım saat falan sürüyor. Kapının önünde de indiriyor. 85 Peso giriş ücretini de alıyorlar ulusal parklarına. O da 21-22 dolar civarı. Harita da veriyorlar. Biz bir tane de hostelden almıştık. Çift haritayla tam hazırdık. Oyuncak trenden biraz daha hallice bir tren koymuşlar başlangıç noktasına varmak için. Aradan, bir patikadan yürümek de mümkün ama biz yürümedik. Trenle gittik. İnince bir upper circuit bir de lower circuit var. Üst taraf olan upper circuit şelalerin üzerine köprü gibi kurulmuş. Biz o tarafa doğru başladık. Tam yürümeye başlamış giderken, adını hala öğrenemediğim (affedin), rakun karıncayiyen arası hayvanla karşılaştık. İlk gördük ya, aaa ne sevimli, ne tatlı, fotoğrafını çekelim hemen diye düşündük. Halbuki bunlar pek şerefsiz, pek arsız hayvanlarmış, sonradan öğrendik. Konuyu dağıtmayalım. Yeri gelince anlatalım. Allahın yarattığı bu varlıklar hakkında ileri geri konuşmayalım, henüz.

Üst taraftan yürürken gürleyen şelalelerin seslerini duyduk. Önce küçük köprü gibi bir yerden geçerken akan suyu görüp, heyecanlanıp fotoğraf çektik. Pek tabi ağaçların arasından çıkınca ve şelalelerin tamamını görünce biraz afalladık. Ben diyeyim 20 Düden, sen de 30 Manavgat. Bu kadar su nereden geliyor, nasıl böyle dökülüyor anlayamadım. Yavaş yavaş yürüyoruz. Adamlar o dökülen her bir şelalenin üstüne köprü yapmış. Aralara, tam kenarlara seyir için köşeler yapmış. Su alttan alttan oymuyor mu diye düşünmedim değil bu köprülerin üzerinde. İskele çökse, kovboy filmlerinde, nehirde kızılderililerden kaçan kanolu soluk benizliler gibi aşağı uçmak var. Onlar kurtuluyor da burada nah kurtulursun gibi gözüküyor. Ama artık uzay çağındayız. Mühendisler hesaplamıştır. Şelaleler gerçekten büyüleyici ama. Yaşlısından çocuğuna, dünyanın her yerinden insan var. Etraf rengarenk kelebekler dolu. Ara ara enteresan kuşlar da çıkıyor karşımıza. Üst kısımda oldukça uzun kaldık. Aynı köşelere birkaç kere girdik çıktık. Sonra kurt gibi acıktığımızı anladık. Gittik cafeye. Sandviç aldık. Hava mükemmel. Açıkhavada masamıza çöküp sandviçlerimizi açmamızla o garip mahlukatlar masanın etrafını sardı. Önce gülücükle karşıladık. Sonra masaya tırmanmaya başladılar. Durdan çüşten anlamıyorlar. Mecburen içeri kaçtık. Bir tanesi içeri girmeye teşebbüs edince çalışanlardan biri kafasına hayluyu geçirdi. Anca öyle kaçtı dışarı pis yaratık. Millet alıştırmış bunları, yemek vermişler. Sonra uyarı levhalarını gördük. Bunlar agresiftir, şerefsiztir, bulaşmayın diyordu uyarılar. Buradan aşağı yürüyüş yoluna indik. Burası daha uzun, daire çiziyorsunuz. Şelaleleri bir de karşıdan görüyorsunuz. Manzara her açıdan harika zaten. İskeleyle şelalelerin birinin hemen dibine kadar ulaşmak mümkün. Tabi yiyorsa. Millet kahkalar atarak, ıslanarak, ellerini açarak burada fotoğraf çektiriyor. Ben tenezzül etmedim. Zaten soğuk su sevmem. Daireyi ve ilk günü böyle tamamladık. Otobüsümüze atladık, döndük.

Dönüş yolunda gözüme bir parillacı kestirdim. Akşam fiyakalı ve pahalı turist restoranlarını es geçerek Las Canitas adlı restoranımıza vardık. Şansımıza canlı müzik de var. Abiler gitarı öttürüyor. Nişan mı bir şey varmış galiba. Çok eğlendik. Arjantin’de yediğimiz en kıyak etlerden bazılarını yedik (Benim yaptıklarımın dışında tabiki). Hatta ikinci akşamımızda da buraya gelmeye karar verdik. Eda ve Tansu kendi yollarına gideceklerdi malum. Ben de bunu onlardan kurtuluş partisi olarak tasarladım kafamda. O yüzden bir başka eğlendim ikinci akşam. Müzisyen abi ilk gecekilere göre biraz zayıftı, garsonumuz ilk günkü kral garsona göre biraz havaiydi. Herşeyi aklında tutabileceğini sanıp, siparişlerin yarısını unuttu. Tekrardan hatırlattık kendisine. Ama lezzet yine iyiydi. İstediğimiz sostan kalmamış. Yerine acı biber turşusu getirdi. Biz bir lokmada yuttuk. Devamını isteyince şaşırdı. Onları da yuttuk. Süs biberi gibiydiler ve lezizdiler. Şarabı birayı fazla kaçırmışız. Dönüşte hostelin barında da bir iki tek attık. Kapatmaya yakın eleman bira lazım mı dedi. Beleş mi diyince evet dedi. Hakikaten bedavaya verdi birayı, utandırdı bizi Sebastian.Arjantin’de böyledir dedi. Sonra siz takılın isterseniz dedi, kapattı barı. Sandalyeleri giderken şuraya koyun yalnız dedi. Tamam dedik. Eda gitmişti önceden. Biz Tansu’yla son birayı devirdik. Kafa bir dünya. Sandalyeler katlamalıymış. Elle yapamıyınca, biz iki gerizekalı, yere koyup, kapanması gereken açıyı denk getirip üzerine abandık. İkimiz de yere kapaklandık. Sonra salak salak güldük. Ama söz verdiğimiz gibi barı toparladık. Beleş bira içmek güzel, toplamamak olmaz. Son gecemizi de böyle yedik. Son gecemizin gündüzüne dönelim hemen.

İkinci gün de Brezilya tarafına geçecektik. Sınır geçişi falan gözümüzde büyüdü önceden. Otobüse atladık. Sınır yakınmış. Geçiş beklediğimizden rahat oldu. Form falan yok. Günübirlik geçiyorsan damgayı koyuyor çıkışta. Brezilya da aynı şekilde. Dönüşte de aynı. Anlayacağınız günübirlik geçişi kolaylaştırmışlar. Herkes ekmek yiyor bu işten sonuçta. Brezilya tarafında Ulusal Parka giriş de 20 dolara yakın. Burada otobüse atlayıp ilerliyorsunuz içeri doğru. Buranın yürüyüş parkusu kısa. Başlanan yerde Arjantin tarafındaki şelaleleri tam karşıdan görüyorsunuz. İlerlemeye devam ettikçe, her farklı açıyı yakaladıkça, daha bir başka gözüküyor şelaleler. O kadar güçlü çağlıyor ki, bazı yerlerde sis varmış gibi oluyor. Islanıyorsunuz aynı zamanda. Son noktada, baba şelalenin dibinde upuzun iskele var. Hemen başında plastik yağmurluk bile satıyorlar. Ben iskelede bir noktaya kadar yürüdüm, sonuna kadar gitmedim. Sırılsıklam olmaya yetti zaten. En son baba şelalenin tam dibine kadar girdik. Orada, tam köşede katlar var. Asansörle çıkınca üstten de gördük tüm manzarayı. Çok güzelmiş. Şelaler hakkında başka bir şey de denmez zaten. İki gün Iguazu Şelaleleri için güzel bir süre. Kaldığımız şehir Puerto Iguazu’ya gelince, küçük yer. Biz gittiğimizde buranın sezonu geçiyordu. Kalabalık yoktu. Akşamları yapacak bir şey bulmakta zorlandık. Biz de ete, biraya, şaraba yüklendik. Son gün Eda ve Tansu’yu uğurlamaya başağrısıyla zor kalktım. Ben bir gün daha kalıp dinlendim. Sebze yedim, kitap okudum. Ertesi güne biletimi aldım.

Çok film veriyor diye aynı firmadan almıştım biletimi. Hatta koltuğumu da tam ekranın önünden ayırttım. Saat 14:20’de 18 saatlik yolculuğuma başladım. Yola yeni başlamışken bunların jandarmaları durdurdu. Marmaris ve Bodrum’un girişinde durdururlar ya. Otobüste zaten 10-12 kişi var. Geldi benden pasaport istedi. Baktı baktı sonra aşağı gel dedi. Askere alacaklar diye tırstım. Tezkere de yanımda değil. İspanyolca biliyor musun? Yok! Portekizce? Yok! English dedim. Baktı baktı. Üşendi herif benle uğraşmaya. Gracias dedi, uza bakalım dedi. Ben de yerime geçip krakerlerimi yemeye devam ettim. Oynattıkları üç film de iyiydi. Monte Kristo Kontu’nu bile koydu muavin. Zatarranın intikamını hep takdir etmişimdir zaten. Yalnız bu sefer, akşamüstü sandviçleri verilmeyince sinirlendim, biraz üzüldüm. Ama sineye çektim. Buenos Aires’e sabah vardım. Çiğdem Hanım tebdil-i şirket yaptı, ama bu sefer de Gökhan Bey bana raporlarının arasında biletimle ilgili yardımcı oldu. Şimdi bir de ona lokum yaptırmak gerekecek. Son günümü kah otogarda, kah şehirde, kah havaalanında bekleyerek geçirdim. Havaalanında bir bira alıp, restoranda üç saat oturup, fotoğraflarımı yüklemeyi bile becerdim. Yazıyı yetiştiremedim ama. Uçak kaçıyordu az daha. Lima’ya bir şekilde geldim yorgun argın. Peru’ya gelişimi bir dahaki yazıya bırakıyorum. Şimdi gidip koka çayımı deneyeyim…

1 yorum:

  1. Efe, Eda&Tansu döndüğüne göre et yemeye biraz ara ver. Yoksa bu gidişle genç yaşta kolesterolün çıkacak:))

    YanıtlaSil