12 Mayıs 2010 Çarşamba

Lima


Lima’ya varıştan bahsedecektim. Oldukça geç saatte vardım. Pek tekin değil yazmışlardı ve de söylemişlerdi bu şehirle ilgili. Kalacağım bölge Miraflores. Merkeze göre daha alevli, civcivli ve güvenliymiş. Havaalanından 17 km kadar mesafede. Resmi taksiler adamı ütmeye çalışıyorlar. 45-50 Sole (1 USD = 2,8 civarı) fiyat çektiler. Otobüsler de pek tavsiye edilmiyor. Yer mi anadolu çocuğu. Otoparka doğru yürümeye başladım. Orada karanlık taksiciler ve gayriresmi taksiler var. Yolda bir de Alman backpacker kız gördüm. Masrafı yarıya düşürmek için taksi paylaşalım dedim. Kabul etti. İlk taksiyi 30 soleye bağladım derken son dakikada 5 sole de otopark parası talep edince olmadı. Zaten ürkütücü biriydi. Alman kız da husursuzlandı. İkinci vatandaş azcık daha az ürkütücüydü. Onunla 30’a bağladık. Bir yerlerden gittik şehire ama gittiğimiz yerlerde in cin top oynuyor. Kıllandık ama ses çıkarmadık. İstediğimiz yere getirdi. Alman haliyle rezervasyon yaptırmış. Onu bıraktık. Kızı bırakıp yola düşünce taksici abi beyaz satmaya çalıştı beş dakikada. 50 dolarmış ama çok kaliteliymiş. Teşekkür ettim kendisine iyi niyeti için. Benim meydana vardık. Kesin yerleşirim dediğim hostelde yer yoktu. Başka yere yolladılar. Oraya yerleştim. Rio’dan tanıdığım ingiliz bir elemanla karşılaştım. Onların masaya yanaşıp iki bira devirdim. Zaten bitiktim. Gittim yattım.

İkinci gün yapmam gereken işlerle uğraştım biraz. Saç traşımı oldum, esnaf lokantasında tıkındım, çamaşırlarımı yıkattım. Lima oldukça çirkin bir şehir ve yapacak fazla bir şey yok açıkçası. Havası da oldukça depresif. Kaldığım 5 gün boyunca hep griydi gökyüzü. İngiltere gibi anasını satayım. Zaten ingilizlerden de teyitini aldım bu benzeşmenin. Yazdan sonra hava böyle sisli puslu arası oluyormuş hep. Bulut desen bulut yok. Her an yağmur yağacak gibi ama yağmıyor. Okuduğum kadarı ile ve konuştuğum gezginlerden aldığım fikirler doğrultusunda çok da acele etmedim kendimi şehre salmak için kendimi. Büyük bir şehir, sekiz milyon civarında nüfusu var. Tahmin edileceği üzere halk fukara. Binalar kaba saba. Çok güvenli olmadığı söyleniyor. Uzun da yolculuktan gelince ilk günü tembellikle geçirdim. Akşamüstü ingiliz dostlarla bira ve akabinde rum-kola paylaştım. Süpermarketten alıp ucuza kapattık. Çatıdaki açık alanda masaaltından götürdük. Bilgi yarışması varmış. Kafa güzel ona katıldık. Dörder kişiden oluşan dört grup. Benim grup birinci geldi (ben varım sonuçta). Ödülümüz olan pisco sourları da götürdük üstüne. Fena gitmedi. Sonra kalabalık grup olarak dışarı attık kendimizi. Şehir oldukça sakindi. Pizza sokağı dedikleri sokakta takıldık biraz. Bir ton pizzacı var haliyle. Üst katlarda kulüp disco arası yerler. Kalabalık olunca birer de beleş pisco sour veriyorlar. Bu mekanlarda çok az insan olup bizi kesmeyince diğer hostel barlarını basmaya karar verdik. Birincisinde takıldık bir süre. İkincisine zaten alınmadık. Herkesin kafa kıyak, ondandır herhalde. O gecenin popüler kulübünü öğrendik. Kapıda kelle başı 25 sole dedi. İçeri bakmaya da müsaade etmedi. Biz de nasıl olduğunu bilmediğimiz yere o kadar para vermedik. Yeteri kadar bira ayarlayıp hostele döndük. Günü doğurduk. Aynı zamanda doğan günü de yaşamadan yedik. Bütün gün uyudum çünkü. İki gün öyle geçti gitti anlamadan.

Üçüncü gün şehri gezmeyi becerdim sonunda. Merkeze dolmuşa atlayıp gidebiliyorsunuz. Bu kadar gezdikten sonra bizim dolmuş kültürünün aynısıyla ilk defa burada karşılaştım. Muavinli eski minibüsler kenara çekiyorlar. Gideceği yeri bağırıyor. Atlıyorsunuz araca. Daracık koltuklara oturuyorsunuz. Muavin parayı topluyor. Dolmuş şöförlerinin huyları sanırım evrensel. Kültürden kültüre değişmiyor belli ki. Direksiyona doğru eğilmeleri, aragazları, vitesi sert değiştirip aracı sarsmaları, kornaya sürekli basmaları, freni kökleyip yolcuların midelerini kaldırmalar tamamen aynı. Araca yapıştırdıkları stikerler de Hz. İsa ve Meryem Ana şeklinde farklılık gösteriyor. Bir de müzikler arabesk değil, latin havaları. Plaza San Martin’e vardım bir şekilde. Meşhur meydan ama havası soğuk. Etrafta şüpheli birkaç kişi geziyordu. Ara ara fotoğraf çeken üç beş turist. Buradan asıl meydana doğru yürüdüm. Katedral, hükümet binası, baba bir otel falan var. Büyük bir cenazeye denk geldim. Meydanı kapatmışlar. Meşhur bir şarkıcı olduğunu sonradan öğrendim rahmetlinin. Aralara daldım, bir kiliseye denk geldim. Parasını verdim, girdim. Arkalara yürüdükçe yükselen bir müzik sesi vardı. Kilisenin okulunun partisi varmış. Etrafta bir sürü velet koşuşturuyor. Çocuklar çatpat ingilizce de konuşuyor. Bir şekilde okul partisine davet ettirdim kendimi. Anneler günü için parti yapmışlar. 23 nisanlar gibi, çocuklar kostümlerle, danslarla ailelerini eğlendirdi. Üç velet, Meryem Ana resminin altında oryantel bile yaptı. Çekilişte kazanan analara, bu dini okulun başpapazı hediyelerini verdi. Gerçekten de eski 23 nisanlara gitti aklım. Bitince çıktım, hala şaşkın vaziyette San Fransisco Kilisesine gittim. İngilizce turda bir tek ben vardım. Rehberim Viktoria güzel güzel anlattı. Bu kilisenin altında mezarlar var, ve yaklaşık 25 bin kişi gömülmüş (cennete direk geçiş umudu). Dehlizlerde gezmek ve kemiklere bakmak mümkün. Yasak olmasına rağmen rehberime kendimi sevdirip, bir fotoğraf çektim (Bknz. Flickr). Kafatasları ve kemiklerden aranjman yapmışlar. İlginç. Bu kiliseyi tavsiye ederim yolunuz düşerse. Çıkışta akşamı etmişim zaten. Dolmuşuma atlayıp eve döndüm.

Son günüm olduğunu hesapladığım gün Larco Müzesi’ni görmeye gittim. Taksilerle sıkı pazarlık etmek gerekiyor Peru’da, zira taksimetre falan yok. Gönlünce istiyor abiler ücreti. Bu müzede sapa yerde. Başka türlü gitmek zor. Ara bilgi olarak da: trafik her zaman allahlık bu şehirde. Kafayı yola önce sokan kazanıyor yollarda. Ama gerçekten çok etkileyici müzeydi. İnka ve İnka öncesi kültürlere ait herşeyi görmek mümkün. Çok çeşitli sanat eserleri, çanak çömlek, silahlar, mücevherat etkileyici şekilde organize edilmiş ve sunulmuş. Bir de erotik kısmı var müzenin. Affedin, hangi kültür tam bilemiyorum şu an. Ama çanak çömlekler Hustler-Penthouse gibiydi. Fotoğraflar arasına bir iki örnek koydum. Ama detayları yazmaya terbiyem müsade etmiyor. Belli ki baya eğleniyorlarmış o zamanlarda. Ve oldukça yaratıcılarmış (çanak çömlek üretiminde tabiki). Bu müze bence kesinlikle ziyarete değer. Otobüse yetişmek için acele geri döndüm. Zaten check-out yapmıştım. Saati yanlış hatırlamışız otobüsün. Binmek istediğim otobüsü kaçırınca tekrar check-in yaptım. Biraz gönülsüz oldu aslında ama sonuçta hostelde çalışan Perulu arkadaş biraz şehirde gezdirince beni, kaldığıma sevindim. Dokuz soleye ceviche ve deniz ürünlü pilav yedim. Tayland’dan beri yediğim en iyi ve makul fiyatlı deniz ürünlü yemeklerden biriydi. Malzemeden kısmamışlar. Sonrasında da yamaca kurulmuş alışveriş merkezinde turlayıp manzaraya baktık. Uçurum gibi yere mall kurmuş adamlar. Baya da popüler belli ki. Ama Lima’dan gitme vakti çoktan geldi. Biraz Malezya’nın Kuala Lumpur’unu andırdı bana bu şehir. Ülkeye giriş kapısı ama iki günden fazlası gereksiz. İstikamet sahil kasabası Paracas. Takriben dört saat güneyde. Eda ve Tansu’yu dinliyorum bu konuda. Hemen kıyısındaki Ballestas Adadarı çakma Galapagos’muş. Doğal hayat, kuşlar foklar falan. Bir de Ulusal park varmış. Erkenden uyanıp yola koyuldum ben de ertesi sabah. Halkın otobüslerini özlemiştim, bunlardan birine atladım ben de…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder