24 Şubat 2010 Çarşamba

Paraty

Karnaval bitiminde haliyle herkes Rio’dan kaçıyordu. Şehre iki saat otobüs ve bir feribot mesafedeki ada Ilha Grande popüler istikametlerden biriydi. Az daha oraya gidecektim ama yer bulma sorunu, bulursam çok pahalı olma ihtimalinden dolayı son dakikada otogarda fikrimi değiştirip Paraty adlı kasabaya gitmeye karar verdim. Bu kasaba otobüsle Rio’nun dört saat güneyinde. Hakkında güzel şeyler duyup okumuştum, ben de atladım otobüse. Akşam vardığımda adeta fırtına kopuyordu. Halbuki biraz turlayıp kalacak bir yer bulurum diye hesap ediyordum. Bir saat kadar otogarda yağmurdan dolayı mahsur kaldıktan sonra, benimle aynı durumda olan, otobüste tanıştığım, Avustralyalı arkadaşla internetten bakınıp birkaç yer aradık. Hepsi dolu. Son çare otogarın hemen dibindeki küçük hosteli denemekti. İyi ki de denemişiz. Arjantinli Pablo’nun işlettiği mekana vardık. Bir gecelik yer var dedi, ama yarın birşeyler ayarlarız. Sevindik.

Ev Pablo’nun beş sene yaşadığı ev. Geçen sene hostel yapmış burayı. Başka yere taşınmış. Ama zaten burada yaşıyor sayılır. Ortam da ev ortamı gibi. Öyle kimlik, check-in, ıvır zıvır yok. Attı bizim çantalatı odaya. O akşam kendi arkadaşlarıyla yemek pişirip, caipirinhalarını yudumluyorlardı. O muhabbete geri döndü ben de gidip yolun karşısındaki marketten (şehrin tek süpermarketi), birkaç bira, biraz salatalık malzeme falan aldım. Mutfak da güzel, herşey var. Sağlıklı yemeğimi yaptım, yedim. Bahçede iki de hamak var. Biraz bira, biraz tembellik. Aslında karnaval sonrası aradığım yer böyle bir yerdi. Çok iyi geldi. Sabah kalkınca baktım masada bir kuş sütü eksik. Önce ürkekçe kahve alabilir miyim dedim. Pablo, bütün masa siz misafirler için deyince daldım kahvaltıya. Papaya, elma, muz, taze meyve suyu, salam, soslu sosis, peynir, kek, meyveli katı marmelat gibi birşeyler, ekmek vs… sonradan öğrendim ki benim şansa geldiğim Pablo’nun mekanının kahvaltıları meşhurmuş zaten internet ortamında. Millet reviewlarda hep kahvaltıdan bahsediyormuş. O akşam için yeri olmadığı için diğer yere şimdi mi bakarsınız, yoksa sonra mı diye sordu. Sonra da burada istediğiniz kadar takılın, akşama yatmaya gidersiniz diye de ekledi. Ben ortamı sevdiğim için, bu mekanda takılmaya karar verdim. Kahve, hamak falan…

Öğleden sonra hava kapalı olmasına rağmen çıktım şehri turladım. Tarihi bir mekan olan bu kasaba yerli yabancı turistlere evsahipliği yapıyor. Tarihi şehir merkezi trafiğe kapalı. Sokaklar arnavut kaldırımına benzeyen, fakat daha kocaman taşlardan inşa edilmiş. Eski beyaz binalar, renkli cam çerçeveleri, fiyakalı restoranlar, sanat ve zanaat dükkanları eski kente yayılmış durumda. Tarihi kiliseler ayrı güzellikte. Limanında kayıklar dizilmiş. İçinden ufak bir dere akıyor. Üzerinde ufak bir köprü var. Bazı yerleri bana Marmaris’in eski halini anımsattı. Marina inşa edilmeden derenin üzerinde eski bir köprü vardı Marmaris’te. Balıkçı tekneleri olurdu derede. Burası da öyle. Köprüyü geçip tepeye hafif tırmanınca eski bir kale var. Kale namına pek bir şey kalmamış, üç beş tane top duruyor. Ama manzara güzel. Genel anlamda sakin bir kasaba. Öyle bam güm eğlence yok. Zaten insanlarda bunun için geliyor sanırsam. Daha çok loş, sakin müzikli, mumışıklı restoranlar var. Sokaklar fenerli. Böyle turlarken akşam oldu. Pablo bizi kalacağımız yere götürdü. Mekan kötü, ama sahibinin şehir merkezinde başka bir hosteli daha varmış. Orada makul fiyata ye yiyebildiğin kadar barbekü, ve de iç içebildiğin kadar caipirinha varmış. Birkaç kişi gidip bakalım dedik. Etleri tavukları sosisleri salataları ve de içkileri görünce kalmaya karar verdik. İnsan gibi yemedik, insan gibi içmedik. Adamlar en son lime bitti deyip bize ananaslı caipirinha verdiler. Belli ki ananasları da bitmiş, zira ananas tadı alamadık. Anladık ki gitme vakti gelmiş. Şiş mide, sallanan kafalarla huzurevi kılıklı hostele döndük. Sabah buranın kahvaltısından (Pablo’nun kahvaltısına yanaşamaz ya) faydalanıp hemen çantaları sırtlanıp eski mekana kaçtık.

Paraty’nin civarında da görülecek çok yer var. Adalar, koylar, kumsallar… Bir seçenek tekne turuydu. Gidenlerden duyduğum kadarıyla kağıt üstünde ucuz gözükse de, öğle yemeği, ıvırı zıvırı derken çok para söğüşlüyorlarmış. Ben de tekne turu yerine Paraty’nin 25 km güneyindeki meşhur Trindade Plajı’na gitmeye karar verdim. Gidecek birkaç kişi daha vardı. 50 metre ötedeki otogara gittik. Öğlen kalkması gereken otobüs yok. cumartesi olmasından ötürü de kalabalık çok. Sonra bir otobüs yanaştı, inenler indi, tam kalabalık olarak saldırdık otobüse, kapıyı kapatıp, sırıtarak gitti eleman. Bu değilmiş. Sonra bir tane daha küçük otobüs geldi. Tam buna saldırdık, bu da kapıları kapattı. Sanırsam ki bir ilave otobüs çağırdı. İkincisi gelince kimse geride kalmadı, herkes atladı. Yolculuk 45 dakika sürüyor. 20 dakika rötarla bindik, saat birde vardık. Şansa hava bulutlu yine. Gittiğimiz taraftaki ilk kumsal küçük, ve cafelerle dolu. Millet birasını açmış keyif yapıyor. Brezilya’nın neresine giderseniz gidin, hangi saat olursa olsun, her yerde bira içen insanlar göreceksiniz. Her yerde satılıyor, genelde soğuk ve soğukluğu muhafaza eden zımbırtaların içinde getiriyorlar, ve küçük bardaklar veriyorlar yanında. Böylece ısıtmadan birayı indiriyorsunuz mideye. Üç dört real arasına 600 ml olan büyük şişelerden her yerde bulmak mümkün. Biz bu kumsalı geçip bir sonrakine baktık. Doğal oluşum harika. Ortada kocaman bir kaya, dev dalgalar patladıkça köpükler havaya saçılıyor. Yanda bir dere ormanın içinden denize akıyor. Aynı zamanda bir milli park burası. Ormanın içine yürüyüş yolu var. Burda turlamak mümkün. Gittik gezdik. Geri dönüp 400 metrelik başka bir orman yürüyüşünden sonra daha uzun ve sakin olan diğer kumsala geçtik. Kimi tembeller teknelerle geçiyor diğer tarafa. Biz yürüdük. Burada biraz tembellik ettik. Barbeküden tanıdığımız sıkıcı ingilizlere rastladık. Sıkıldık, geri dönüp cafelerin olduğu yere dönüp bir iki bira devirdik. Sörf yapan veletleri takdir ettim kendimce. Denge çok önemli bu sörf işinde diye düşündüm, ama kimseyle paylaşmadım bu düşüncemi. Bazıları gerçekten yetenekleydi. Brezilyalı kızlar tabiki güzeldi. Akşam oldu. Uyuya uyuya döndük otobüsümüzle.

Döndük baktık Pablo kara kara düşünüyor. Dedim ne iş. Eşi Arjantin’deymiş iki aydır, geri dönmüş. Acısını paylaştık. Ama kızı çok sevimliymiş Pablo’nun. O İspanyolca konuştu, ben Türkçe. Anlaştık, oynadık. O daha çok ısırdı ama oynadık diyelim. Sonra gidip alışveriş ettim, mutfağa daldım. Tabi herşey eksik biz de. Elemanın mutfağında ne varsa kullandık. Sarımsak alabilir miyim? Al! Yağ lazım? Kullan. İçkiye lime? Bana iki tane bırakın yeter… Bir de domates keserken heyecanlandım, elimi havaya kaldırdım bıçakla, ampulü patlattım. Adama kardan çok zararımız dokundu. Ertesi günü de güneye mi insem, kuzeye mi çıksam kararsızlığı ile geçirdim. Aslında ilk niyet daha güneye inmekti. Ama sonra kuzeye çıkmak zor olacak diye düşündüm. Son dakikada karar vererek Rio’dan üç saat uçuş mesafesindeki Fortaleza’ya (Kuzey) biletimi aldım. Oradan yavaş yavaş, sahilden Rio’ya doğru inerim diye düşündüm. Sahil şeridinde görmem gereken yerler var. Sonra bu havanın pırıl pırıl olduğu günde bir daha sokağa fırladım. Bol bol fotoğraf çektim. Pablo’ya borcumuz birikti. ATM bulmak lazım. Bu Brezilya’da ATM’ler nasıl çalışıyor, halen anlamış değilim. Kiminle konuştuysam da aynı şeyi söylüyor. Bu kadar ülkede hiç sorun yaşamadım, bu ülkede bazen çalışıyor, bazen çalışmıyor namuussuz cihazlar. Hiç turist-friendly değiller. İngilizce menü çoğunda zaten yok. Şansım yaver gidince para çekebiliyorum, gitmezse başka bankada deniyorum. Bir şekilde yolsuz kalmadım daha. Bu seferde biraz nakti güç bela kaptım.

Dinlence, hamak, yemek derken günler geçti. Yola düşme vakti geldi. Biletlerimi ayarladım. Son akşam da Pablo mangal yapıyormuş. Ben ve birkaç kral elemanı daha davet etti. Bu Arjantinliler de bizim gibi mangalcı. Hiç sekmez, haftada en az iki kere yakarım ben bu mereti dedi. Bol sosis ve iki adet devasa eti odun ateşli mangalda yavaşça pişirdi. Kankası Marcelo salatayı halletti, ete de çok bomba bir sos ayarladı. Yağ, taze sarımsak, bolca kekikten oluşan sos lokum gibiydi. Ailesi, birkaç aile dostu, ve biz birkaç gringo daldık etlere. Tıkabasa dolduk, artık utandım da durdum vallaha. Yoksa daha et vardı. Ağırlık çöktü sonrasında. Hamakta biraz sızmışım. Kalktım geceyarısı, gündüzden aldığım mangoyu dilimledim. Mango yola gitmez, başkasına da yar etmem. Kocaman da namussuz. Yiyebildiğim kadarını yedim, gerisini de sevaptır diye masada bıraktım. Yesin garibanlar.

Sabaha yolculuk vakti geldi çattı. Pablo ne ampulün parasını, ne barbeküyü ne de yıkadığı çamaşırın parasını almıyordu az daha. Güç bela bir on real fazla verdim de kabul etti. Paraty macerası da böyle sonlandı. Böyle huzur dolu mekanlar bulunca insan fazla kıpırdayamıyor. Burada bol bol yemek pişirdim, hamakta sallandım, Pablo’nun kızı Avril’le oynadım. Şehri tavaf ettim. Ama yollar uzun. Gitme vakti geldi. Önce Rio, sonra havaalanı, oradan Fortaleza… Sabah bir saat yirmi dakika erken kalkmama rağmen 09:20 otobüsünü kaçırıyordum az daha. Olacak iş değil. Kahvaltı masasına fazla takıldım tabi. Allahtan otobüs geç kalktı da yetiştim. Birgün Paraty’ye yolunuz düşerse gidin Pablo’ya selamımı söyleyin…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder