11 Mart 2010 Perşembe

Canoa Quebrada ve Pipa


Bir sahil kasabasından bir diğerine geçtim son zamanlarda. Bu ünitede iki kasaba işleyeceğiz bu sebepten ötürü. Zaten kısmen birbirlerine benziyorlar. Jericoacoara’dan yolculuğun ilk ayağı olan kamyon vasıtasıyla çıktım. İlk aktarmayla otobüs değiştirdim, Fortaleza’nın garip ve çirkin otogarından diğer otobüse atlayıp iki saat sonra Canoa Quebrada’ya vardım. Jericoacoara’da kaldığım pousadadaki eleman Pedro bana git Pousada Europa’da kal demişti. Hatta bana kendi pousadasının kartlarını verdi. Birbirlerine müşteri falan yolluyorlar arada. Kartları verip selamımı da söylersen Hollandalı sahibine, sana birşeyler ayarlar demişti. Yerimi buldum, kartları verdim, o da bana odamı verdi. Çok bir indirim yapmadı sanırım ama iyi dedik. Mekan 12 odalı, havuzlu (küvetten biraz büyük, pek de temiz değil, ben girmedim. Brezilya’da pek çok yerde bu havuzlardan sattıklarını görebiliyorsunuz.) sakin bir yer. Brezilya’da hemen hemen her kaldığım yer kahvaltı veriyor. Burada da kahvaltımı yaptım, kahvemi içtim. Ben kahvemi yudumlarken sabahtan, Hollandalı eleman ve komik yerel arkadaşı da biralarını yudumluyorlardı günün erken saatlerinde. Sordum ne iş diye, bugün Pazar, ondan içiyoruz dedi. İyi dedim, ne diyeyim.

Bu kasabayla ilgili rehber kitabımız ve yolda karşılaştığımız bazı arkadaşlar iyi şeyler söylemişlerdi. Özellikle rehber kitap, Fortaleza’dan sonra gece hayatı ikinci iyi yer yazmış, bu eyalet için. İlk gün biraz dolaştım etrafta. Ekvatora baya yakınız halen, sıcaktan gezilmiyor. Plaja indim. Merdivenlerle iniliyor. Doğal oluşum ilginç, kırmızımtırak topraktan oluşan duvar sahil şeridince uzanıyor. Kumsal boş değil ama. Bir sürü cafe tarzı ahşap baraka konuşlanmış. Ağaç kolonların üzerinde gelgitlere karşı hazır bekliyorlar. Önlerinde şemsiyeler, plastik sandalyeler masalar. Herkes birasını almış, keyfine bakıyor. Aralarda tek direkli, küçük yelkenli balıkçı tekneleri çekilmiş karaya. Ben bir beleştepe buldum kendime, attım havluyu. Denize girmek çok kolay değil. Atlantik Okyanusu’nun dalgaları güçlü geliyor. Biraz gidiyorsun, dalga seni başladığın yere geri götürüyor. Sisyphus’un ittiği kaya gibi aynı yerde son buluyorsunuz. Gerçi benim tembel kişiliğim de çok yardımcı olmadı. Biraz mücadele ile yüzebilirdim. Ama nereye, neden…

Akşam dışarıya çıktım. Adını hatırlayamadığım ilginç bir sokak yemeği yedim. Kızartılmış hamur gibi birşeyin arasına fasulye ezmesi, acı biber sosu, üzerine karidesler ve küp doğranmış domates. Beş reale patladı ama lezzetliydi namussuz. Sonra aksiyon olan tek sokakta bir yer buldum kendime. İki büyük bira devirdim, milleti seyrettim. Geceyarısı sahildeki Freedom isimli reggae barda parti oluyor dediler. Biralardan sonra oraya indim. Deniz çekilmiş, kumsal genişlemiş. Önce etraf sakindi, üç beş kişi takılıyordu. Bara gittim, gözleri kaymış rasta abi bana içine kekik gibi yeşil birşeyler koyduğu sigaralardan satmaya çalıştı 20 reale. Ben içine yeşil lime koyduğu caipirinha isteyince, kekikli sigarayı 10 reale düşürdü. Ben üç real olan caipirinhamı aldım yine de. Etrafta tütsüvari bir koku, ne olduğunu anlamadım, kekik böyle kokmaz ki. Caipirinayı bir tek ben içiyormuşum gibi hissettim. Sonra Fortaleza’da aynı hostelde kaldığım bir iki arkadaşla karşılaştım. Zaten sıkıcı tiplerdi, şansıma sövüp caipirinha tüketimini hızlandırdım. Bir ara kafayı kaldırdım, baya bir insan gelmiş katılmış ortama. Dolunay, gün gibi aydınlık, ortam kıyak, ama kafa da kıyak. Bugünlük yeter deyip hostelime döndüm.

Müteakip birkaç günde Hollandalı otel sahibinin hergün pazarmış gibi içtiğine şahit oldum. Her gün mutfağı sekizde kapatıyorum, mangal falan yapacaksanız alacaklarınızı önceden alın diyor (allah için kömürü ücretsiz veriyordu mangal için), ama saat sekiz dokuz olunca aynı sandalyede sızıyor abi. Mutfak bu arkadaşın genç hanımı gelip de kendisini eve taşıyana kadar açık. Hatta bir akşam sızmışken iki yeni müşteri geldi. Başka bir isviçreli yaşlı gezgin amca, uyandırmamak için adamı, odayı gösterdi müşterilere. Çocuklar odayı beğenince kaç para istiyorsun diye Hollandalı abiye gitti. Biraz sarsınca kendisini, abi gaz çıkararak karşılık verdi. Yeni müşteriler ve olaya şahit olan biz diğerleri 10 dakika kadar güldük. Osuruğa gülenin osuruk kadar aklı yoktur derler ya, doğru belki de…

Kasaba beklenenden sakin çıkınca, benim gibi mangalı seven Alman arkadaşla mangal işine girdik. Kömür beleş nasıl olsa. Hollandalı abinin birası da ucuz hostelde. Bir akşam et, öbür akşam da, daha önce bahsettiğim gibi koca balık. Arada dışarıyı yine kolaçan ettik. İlk akşamdan da sakin. Huzurevi gibi olan hostelde, sahibinden ve komik arkadaşından kalan biraları tükettik biz de. CRM harika, bir akşam iki bira kalmıştı dolapta, bizim sarhoş otel sahibi, gözleri yarı kapalı, sonuncuya dokunmayın, son kalan daima benimdir dedi. Onu da içmeden sızdı.Yine de yatacak bir yere ihtiyaç olduğundan dokunmadık biraya. İlginç kişilik. Bir gün gündüz konuştum kendisiyle. Açık açık ben tembel adamım, hergün zurna gibi olana kadar içmeyi seviyorum diyor. Bu ülkede de cepte az çok hep nakit var, vergi vs. yok dedi. Üçüncü hanımı da almış zaten, kızı okutuyor (evet, kendisinden bir miktar genç bu bayan). Hayat bu vatandaşa güzel vallaha…

Bu sakin yerlerde, amma da sakin deyip şikayet ederken, anlamadan, bu sakinliğe kaptırıyorsunuz kendinizi. Canoa Quebrada’da böyle oldu. Burdan sonra gittiğim Pipa’da da aynısı oldu. Gündüz sıcak, akşam lokum gibi hava, hamaklar, caçhasa falan derken günler kuyruğunu kovalayan kedi, kediyi kovalayan kuyruk gibi, birbirini kovaladı. Takvime bakınca, anaaaa, ben daha Arjantin’e gidecektim diye hatırladım. Bu kasabayı bırakıp Şehr-i Natal’ın bir saat güneyindeki Pipa’ya gittim. Paraty’de tanıştığım Avustralyalı Brad bana git Sugar Cane Hostel’i bul, sahibi Peter’a benim için sarılıp, selamımı söyle demişti. Sözümüz bakiydi. Uzun arayıştan sonra mekanı buldum. Kapıda dedim sen Peter mısın? Evet dedi. Sarılmadım ama Brad’in selamını söyledim. Burası uzun zamandan sonra hostele benzer ilk yer. Her yere hamaklar asılmış. Yerim olsa Brezilya’dan hamak alacağım şerefsizim. Çok rahat buranın hamakları. Halen alabilirim aslında. Çantadan neyi atabilirim, ona karar vermem lazım.

Ne diyorduk. Mekana yerleştim, duşumu alıp halka karıştım. Burada da ilginç tipler vardı. Bir İsrailli, bir Arjantinli (Fizik konusunda doktora yapan çok kral çocuktu. Ben de kendisie Half Baked filminden esinlenerek Scientist diye hitap etmeye başladım. Adı öyle kaldı), bir Romen kız, bir İsviçreli kız (bunun hakkaten aklı evveldi), iki Şilili kız (çok dindarlardı), Bir genç ingiliz eleman. Konular biraz derinleşti. Romen kız İsraiili arkadaşla Tanrı konusunu açtı. İsraiili dostum inançlı, Romen kız kafir. Bana da sordular, ben, o herşeyi bilendir ve görendir deyince, daha fazla konuşmadılar benimle. Sonra dışarı çıktık. Pipa’da da herkesin takıldığı iki üç mekan var. Sokakta bira satanlardan ucuz bir alıp mekanların müziğinden beleş faydalanmak mümkün. Biz de öyle yaptık. Önceki kasabamızdan daha iyi olsa da burası da beklediğimden sakindi.

İkinci gün önce plaj sefasıyla başladık. Kah yüzdük, kah güneşlendik. Baktım bunlar sıkıcı tipler, akşama milleti mangala teşvik ettim. Madem matah tipler değil, ben geçerim mangalın başına, rakımı (içimden öyle geçti tabi) yudumlarım, kendi keyfime bakarım dedim. Bu bizim ata sporumuz dedim, babama bile ben öğrettim bu meret nasıl yakılır diye, dedim (Yalan mı baba? Gücenmece yok). İkna oldular. Akşama alışverimizi yaptık. Kızları içkileri hazırlamakla, Arjantinliyi salatayla, İsrailliyi mangallık malzemeleri hazırlamakla görevlendirdim. Sonra çırasız, bacasız yaktım mangalı. O derece iyiyim bu işte. Patatesleri közde yapayım derken ateşi geçiriyordum az daha ama millete bu durumu, etin kızgın olmayan ateşte yavaş yavaş pişerse daha lezzetli olacağı, işin sırrının bu olduğu şeklinde lanse ettim. Sonuçta herkes memnundu. Mangal öncesinde içilen caipirinhaların da etkisi olmuştur herhalde. Akşamın devamı içine azcık lime sıktığımız caçhasa shotlarla renklendi. Dışarı çıktık topluca. Bir o mekana, bir bu mekana girdik. Sokakta yetenekli aşçılığımdan dolayı herkes bana bira aldı (kırmadım çocukları, içtim). Bu geceden son hatırladığım sahne, gün doğuyordu, biz hostelde hala caçhasa shot atıyorduk. Ne zaman geçtim oraya bilmiyorum ama hamakta uyandım. Kahvaltı duruyor mu diye sordum çocuklara. Koş yetişirsin dediler. Koştum, masa boş. Aşağıdaki elemana kahvaltı nerede diye sorunca saati gösterdi: öğleden sonra iki buçuk. Yukarıdan kahkaları duydum. Ne pislik insanlarmış bunlar yahuuu. Sonra ben de azcık tebessüm ettim gerçi. Bu günün akşamında hostelde çıt yoktu. Herkes hamakta takıldı, erkenden uyudu.

Dediğim gibi, burada da günler anlamadan geçti. İçilen günün akabinde hostelin sahibi Peter’ın hiçbirşey hatırlamadığını kavradık. Ne içtiyse. Ben bütün paramı peşin ödedim Peter, hatırlıyorsun değil mi dostum dedim, şansımı denedim. Bir bunun doğru olmadığını hatırladı ayyaş. Neyse, onun hafızasındaki boşlukları doldurduk. O da bize akşam birer bira ısmarladı. Brezilya’da ki hostel sahipleri ile ilgili çok içiyorlar genellemesini yapmak yanlış olmaz sanırım. Tecrübeyle sabit. Belki de zaten çok içtikleri için Brezilya’da hostel satın almışlardır. Pipa’da da günler böyle geçti. Artan kömürle bir gece daha mangal yapıldı. Mangal konusundaki üstün yeteneğim Pipa sokaklarında kulaktan kulağa fısıldanır hale geldi. Yolda yürürken kızların bana bakıp, kıkırdayarak o yakışıklı mangalcı Türk çocuk bu değil mi dediklerini duydum kaç kere (Bana güldükleri kısmı doğru ama gerisi benim hayal ürünüm olabilir). Daha önce dediğim gibi, Arjantin’e geçme vakti geldi. Gitmeden son durağım Salvador olacak. Bu garip memlekette otobüsler uçaktan pahalı olduğu için Salvador’a uçmaya karar verdim. Herkesle helalleştim. Çıktım yola. Bu yazıyı Salvador’dan yazıyorum haliyle. Yakında Arjantin’e geçiyorum. Son durumlar böyle. Beni bu sahil kasabaları yaktı!

2 yorum:

  1. dünyanın bir ucunda süper mangal yap marmariste güzelim balığı mangalda mahvet, ne diyim, hadi az kaldı görüşürüz el calafate de

    YanıtlaSil
  2. kekik getir bize de. çintarı yedikten sonra içeriz. hem rakımız da var.

    YanıtlaSil