3 Mart 2010 Çarşamba

Jericoacoara

Sabahtan otogara gittim. Hedefim olan kasabada ATM yokmuş, para çekeyim dedim. Otogorda iki bankanın para makinesi var. Birincisi sauna gibiydi, uğraştım para çekemedim. Sorun vardı. İkincisi o kadar sıcak değildi, ama 10 real komisyon ödeyince ilk bankadan daha çok terledim. Jericoacoara’dan ATM olan en yakın kasabaya mesafe 20 küsür km. Söve söve verdik komisyonu. Otobüse atlayıp sakin bir yolculukla ilerledim. Etraf biraz çoraklaştı, bitki örtüsü hafiften değişti. Bizim kasaba kum tepelerinin arasında bir yermiş zaten. Son durağa gelince indik, bavulları aldık. Ben kasaba bu herhalde, ne tarafa yürümem lazım diye araştırırken, burda bekle gibilerinden birkaç hareket algıladım. Beklemek doğru hareketmiş. 10 dakika sonra, koltukları olan bir kamyon yanaştı. Cümleten atladık bu kamyona. Meğer daha yolumuz varmış bu araçla. Değişik yerlere, köylere gire çıka devam ettik. Her gölgede köpekler uyukluyor, etrafta eşekler atlar. Kumsala vardık sonunda. Ama daha yol var, Atlantik Okyanusu’nun kıyısında, kumların arasınsa ilerledik kamyonumuzla. Manzara harika tabiki. Etrafta kum tepeleri, bir tarafta okyanus, diğer tarafta palmiye ağaçları derken kasabaya vardık.

Jericoacoara’nın da sokakları kumdan. Şehrin merkezi olan meydan, tahmin edin, kumdan bir meydan. Bizi merkezde attılar. Ben de daldım ara sokaklara sırt çantamla, bata çıka hostel aramaya koyuldum. Nereye baksak pahalı pahalı odalar gösteriyorlar. Bir tanesi 25 real yazdı kuma (portekizcem pek ilerlemedi maalesef), düştük peşine. Pousada dedikleri guesthouse’a varınca odayı gösterdi, sonra 50 dedi el işaretleri ile. Hani 25’di dedim. Orası dolu, burası var dedi. Bütün buraya kadar el işaretleri ile anlaştık, ama burası müsait sadece deyince, ben dayıoğlunun yüzüne alenen Türkçe sövmeye başladım. Biraz da el hareketleriyle tuzlayıp biberledim. Anlamıştır diye tahmin ediyorum mesajımı. Çıkıp bir daire daha çizdim kasabada. En son bahçesinde çadırların olduğu garip Pousada’ya girdim. El işaretleri ile mükemmel Portekizcemi kombine edip, odayı istediğim fiyata tuttum. Duş var, hamak var, yatak var. Çantayı atıp hamağa uzandım. Sonra gitar sesiyle uyandım. Yanda iki İsrailli kız kalıyormuş. Güzel bir de şarkı çaldı gitarla (sonraki üç gün, bu şarkının çalabildiği tek şarkı olduğunu kavradım). Kafaları sürekli dumanlı bu genç kardeşlerimin. Peace, love gibi birkaç kelime ediyorlar, başka da bir şey zaten söyleyemiyorlar. Yine de ilk akşamımda bana yemek yenecek ucuz bir yer gösterdiler de karnımı doyurdum. Sonra sevgili hamağıma geri döndüm.

Sabaha kalkınca çıktım odadan, benim kapının önündeki hamakta birisi yatıyor. Daha önce de yazmıştım, Brezilya’da her yerde bir takım ne yediği, ne içtiği, nerede çalıştığı, nerede takıldığını çözemediğim kişiler var. Bazen yardım ediyorlar mekana, bazen sadece içiyorlar galiba, bazen de konaklıyorlar. Sonradan anladım ki, bu hamakta yatan kardeşimiz de akşamüstleri pasta börek satıyor (sanırım israilli kızlara kekik de satıyor aynı zamanda), arada kite surfing işinde de boy gösteriyor, hostelde bazen ağaçtan hindistancevizi toplayıp, koca bıçakla bunları ayıklıyor. Yaptığı işler çeşitlilik gösteriyor. Bu da verimi arttırıyor… Bu enterasan arkadaşımızı bir kenara bırakalım, gittim ücrete dahil olan kahvaltıya oturdum. Çoğu yerde kahvaltı dahil zaten. Kahve de sert, iyi oluyor. Uyanıp sahile indim. Sabahtan sular çekilmişti baya. Kumsal geniş. Birkaç şemsiye, birkaç balıkçı teknesi. Kendi halinde denize giren üç beş insan. Sol tarafımızda kocaman kum tepesi, birkaç kişi üzerinde yürüyor. Ben de biraz gezinip serdim havluyu. Biraz güneş, biraz deniz. Rüzgar estikçe her yerim kum doldu. Sıcakladım da. Biraz hareket etmek lazım. Sağ tarafa doğru uzanan yürüyüş yoluna attım kendimi.

Bu patikada biraz ilerleyince bir kumsal daha var. Burada dalga sörfü yapanlara baktım. Beş dakika mola, tepeye doğru devam. Kumların arasından yokuş yukarı yürümeye devam ettim. Sıcağa dayabilen, sonunda deniz fenerine varıyor. Etrafta pek çok eşek mevcut. Ne alaka demeyin rica ederim, hakkaten çok fazla eşek var. Kasabada at da çok ama atlara biniliyor. Eşekler ne iştir, kimindir, ne yerler, ne içerler çözemedim. Kendi hallerinde otluyorlar güneşin altında. Bu hayvanlara hep acımışımdır nedense. Eşekler otlayadursun, ben tırmanayım. Fenerin olduğu tepeye çıkınca, bütün coğrafyaya hakim oluyorsunuz. Etrafa saçılmış kum tepeleri, uzun kumsallar, okyanusun mavi yeşil tonları, bulutlar, kaktüsler, hepsi bir bütün oluyor. Uzun uzun bakıyor insan bu bütüne. Bir tek hatam oldu, o da güneş kremine güvenip üstsüz yürümekti. Ekvatora bu kadar yakınken krem fazla fayda etmiyormuş. Güzelce yanmışım. Acısı akşama çıktı. Tepeden kasaba da yakın gözükünce kestirme olduğunu düşündüğüm yoldan sallana sallana indim. O kadar da yakın değilmiş. Kasabaya vardım ama ne tarafına denk geldiğimi çözemedim. Ama iyi oldu, baktım beş reale yemek veren bir yer var. Kumun ortasına bir tane masa koymuş abla. Al sana restoran. Siparişi verdim. Fasulye, pilav, makarna, salata ve üzerinde biftekten oluşan tabağım ve ücrete dahil meyve suyum yarım saat sonra geldi. Ben de bu süreyi DVD oynatıcıya koyduğu Hollywood filmini portekizce seyrederek geçirdim. Bir pilav tanesi bırakmadan tabağı temizledim. Yürüyüş acıktırıyor insanı. Hamağıma geri döndüm (kaybolup nerede olmadığımı bilemeyince biraz vakit aldı tabi dönüş).

Akşamı ettik böylece. Güneş çarpmasından dolayı gölgede takıldım. Akşama sahile inip kolaçan ettim. Sahile inen yolun sonunda belki 10 kadar köftecilerin el arabalarına benzeyen arabalarda içki yapıp satıyorlar. Bu seyyar barlarda her türlü meyve ve içki güzelce karıştırılıyor, makul bir fiyata servis ediliyor. Ben de bakkaldan önceden aldığım birayı bitirince, iki Belçikalı kızdan tüyo alıp, soldan dördüncü arabadaki Rudolfo’yu buldum. Genç ve şakacı Rudolfo kardeşime Maracujaroska (büyük ihtimal yanlış yazdım) sipariş ettim. Passion fruit ve votkadan oluşan bu içki krallara (yani bana) layıktı. Bir iki tane bundan yuvarladım. Sonra kızlar, biz bir yer öğrendik gündüzden, balık yiyeceğiz dediler. Ben de kızlara ben de fazla para yok, ben balığın kafasıyla, biraz ekmek yesem olur mu dedim (ama kafasının en leziz yeri olduğunu demedim). Olur, haydi gel bizimle o zaman dediler. Gittim. 1200 gramlık red snapper’ı mıncıkladım, balıkçı abiyle pazarlık ettim. Brezilya’da adamların ipinde değil vallaha. Parası bu, almıyorsan uza gite getiriyorlar. Biz de iyi lan, salatayı yanında ver bari dedik. Vermedi, altı real yazdı ona da şerefsiz. Ama balık gerçekten güzeldi. Sonrasında kızlarla helalleşip, helalim olan hamağıma dönüş yaptım. Kafa dumanlı israilli kız aynı şarkıyı çalmaya devam ediyor maalesef. Azcık sövdüm, ama bir taraftan da ninni gibi geldi. Sinekler tatlı uykumdan uyandıracak kadar saldırınca odama döndüm.

Son günümde de gün batımını seyredeyim diye kum tepesine tırmandım akşamüstü. Rüzgarla beraber ha bire kum kalkıyor. Bu seferki makineyi kumla heba etmemek için gömleğe sara sara çekmeye çalıştım fotoğraflarımı. Saat ilerledikçe pek çok kişi yerini aldı kum tepesinin üstünde. Kasaba ve civarında atlarla gezmek mümkün. Arada atlarıyla tepede ve etrafta gezenlere imrenerek baktım. Çok keyif dolu bir aktivite gibi gözüküyor. Bir takım gençler kum tepesinden aşağı zıplıyor, yuvarlanıyor. Ben de özendim ama çantayı bırakmadım. Güneş aşağı indi, renkler güzelleşti. Kum tepesinden, okyanusun üzerinde kaybolan güneşe baktım. Bizim oralarda da böyle batıyor, ne var ki bunda diye düşündüm. Sol tarafta bir eleman (tip de oturuşta Egepen reklamındaki herifin aynısı) meditasyon mu, yoga mı ne yapıyordu. Koşup aşağı kaktırasım geldi. Aşağı yuvarlandıktan sonra da bu kadar huzurla dolu olur mu acaba diye düşündüm. Sonra kendime kızdım. Herkesin huzuru kendine. Sen de otur, sen de kapa gözleri, sen de huzur bul di mi. Oturdum, rüzgarla beraber içime kadar kum doldu. Kaşıntı yapınca kalktım. Ne husursuz adam demeyin lütfen, rica ederim. Aslında baya kıyak ortamdı ama şimdi memlekette havalar soğuktur falan, fazla imrenmeyin de kulağımı çınlatmayın diye böyle yazıyorum… Hava karardı. Güneş battı, dolunay doğdu. Kumdan arınıp, bu sefer caçhasaya her seferinde farklı meyveler kattırdım Rudolfo’ya. Kafayı parlattım. Hostelden iki fransız elemanla hareketli bir bara bakalım dedik. Lokal kızlar acaip dansediyorlardı. Ayak uyduramadım. Rudolfo’ya sövdüm, bu kadar içki koyulur mu, az koy, nasıl para kazanıyorsunuz ki zaten diye… Ama yine de birkaç saat takıldım barda. Sabaha otobüse yetişmem lazım geliyordu, ben de kumlu yollarda bata çıka döndüm hamağa.

Okuduğunuz üzere, birkaç günü de böyle geçirdim bu kasabada. Kumlu yolları ve kum tepeleri, meyveli içkileri, zamanın dışında ilerleyen yavaş ve farklı zamanı, pousadamın sürekli benimle uğraşan sempatik elemanları, İsrailli dumanlı kafalı kızımızın sürekli tekrar eden şarkısı, inatçı balıkçı, hamağım, ipimle kuşağım… Derken buradan da hareket etme vakti geldi. Dünyanın daha önce aklımıza hiç gelmemiş olan, varlığından haberdar olmadığımız yerlerinde de bir takım hayatlar sürüyor gidiyor. İnsanlar doğuyor, insanlar ölüyor, arasında da yaşayıp gidiyorlar. Bazı yerler değişik, çok değişik… Bu evrende yalnız mıyız acaba??? Kimbilir???

Merak uyandıran bir kapanış oldu sanırım. İşin aslı mangalı yakmam lazım, akşam oldu bu yazıyı yazarken. Ben de sizleri düşünmeye sevkedip, sıvışayım diye hesap ettim. Dolapta iki kiloluk balığım bekler. Bu seferde pazarlık sökmedi ama çok makul fiyattı. Fazla zorlamadım. Buradaki arkadaşlara da balığın kafası yenmez, şurdaki kediye verelim bari deyip, hepsini kendi başıma yemem lazım…

1 yorum:

  1. o atmlerin hepsi komisyon alıyor sen daha yeni uyandın galiba duruma

    YanıtlaSil